Büyük Hadîs Âlimi: Bâbanzâde Ahmed Naim

Dursun GÜRLEK

Âlim, şair ve mutasavvıf Abdülaziz Mecdi Bey, İttihat-Terakkî Hükûmeti’nin Balıkesir milletvekiliydi. Aynı zamanda zabıt kâtipliği de yapan merhum, Meşrûtiyet Meclisi’nin en renkli sîmâlarından biriydi. O zamanki meclis başkanı Ali Rıza Bey, bir toplantı esnasında yoklama görevini Mecdi Bey’e havale eder. O da mebusların isimlerini teker teker okurken, sıra Bâbanzâde İsmail Hakkı Bey’e gelir. Abdülaziz Mecdi TOLUN, ya nükte yapmak için veya aralarında daha önce cereyan eden bazı basit münakaşaların intikamını almak amacıyla «Bâbanzâde» sözünü «Yabanzâde» şeklinde okur. İsmail Hakkı Bey, oturduğu yerden seslenir ve bir kelimeyle yanlışı düzeltir:

“–Baban’dır!..”

İşte bu «Bâbanzâde» ailesinin önemli bir ferdi olan ve ilimde büyük bir şöhret kazanan Ahmed Naim Bey’i yakından tanıyalım:

Kerâmetleri dilden dile dolaşan Fatih Türbedârı Ahmed Âmiş Efendi Hazretleri, Şehzadebaşı Fevziye Caddesi’ndeki e­vin­de Rabb’ine kavuşur. Şehzade Camii’nin imamı o gün mahallede bulunmadığı için Hazret’in nâşını Fatih Camii imamı Bekir Efendi yıkar. Hocaefendi büyük bir tâzimle görevini yerine getirdikten, kefeni bağladıktan sonra, Ahmed Âmiş Efendi’nin elini ve yüzünü büyük bir saygıyla öper. Orada bulunan Ahmed Naim Bey’in bu manzara karşısında hayret ettiğini görünce Bekir Efendi şunları söylemekten kendini alamaz:

“–Bundan 10 sene önce bir sabah Sarıgüzel Hamamı’na gitmiştim. Bir kurnanın başında çok yaşlı, aynı zamanda zayıf ve nahif bir adamın güçlükle yıkanmaya çalıştığını gördüm. Yanına gittim. Türbedâr Ahmed Âmiş Efendi olduğunu anlayınca yaşına ve tâkatsizliğine hürmeten kendisini yıkamak istediğimi söyledim. Ve müsaadelerini ricâ ettim. Kendi kendisine yavaş yavaş yıkandığını ve bu tekliften memnun olduklarını bildirdikten sonra:

«Sen, beni sonra bir iyice yıkarsın.» buyurdular.

Ben o zaman bunun mânâsını anlayamamıştım. Şimdi bu vazife ve bu hizmet bana düşünce anladım ve kerâmetlerinin şu sûretle zuhur ettiğini görerek hayatta iken bu büyük zâta intisap edemediğime cidden acıdım. Şefaatine mazhar olmak için elini öperek gördüğünüz gibi, hürmet ve tâzim ile huzurlarından ayrıldım.”

Hemen belirtelim ki böyle bir mâneviyat büyüğü olan ve namazı Abdülaziz Mecdi TOLUN tarafından kıldırılan âlim, ârif, zarif, Ahmed Âmiş Efendi Hazretleri Balkanlar’dan İstanbul’a gelmiş ve Fatih türbedarlığı gibi önemli bir görevde bulunmuştu.

İşte, Fatih imamı Bekir Efendi’nin, Hazret’in tecessüm etmiş bir nûra benzeyen pak ve temiz vücudunu öperken hayrette kalan Ahmed Naim Bey, Ahmed Âmiş Efendi’nin damadıydı. Ve bu mâneviyat kutbu, Bâbanzâde’nin Şehzadebaşı’ndaki evinde ebediyetin kapısını çalmıştır.

Bazı yazarlar vardır ki, onların eserlerini okurken içerisi canlı tablolarla ve muhteşem eserlerle dolu bir resim galerisini, bir fotoğraf sergisini gezer gibi olursunuz. Ahmed Mithat Efendi’yle İbnülemin Mahmut Kemâl Bey de kalemleriyle resim çizen, kitaplarını âdeta tablolaştıran iki büyük bilginimizdi. Ben bunlara millî şairlerimizden Mithat Cemal KUNTAY’ı da ilave ediyorum. Üç İstanbul yazarı, özellikle biyografi eserlerinde hayat hikâyelerini anlattığı tarihî ve edebî şahsiyetleri öyle usta çizgilerle gözler önüne seriyor ki, sayfaları çevirdikçe kahramanlar beyaz perdedeki oyuncular gibi karşınıza çıkıyor.

Eğer onun «Mehmed Âkif» adındaki şâheserini okursanız, tam bir karakter âbidesi olan büyük şairimizle hem kırk yıllık bir dost gibi ülfet ve ünsiyet tazelersiniz hem de «aziz dostları»nı olanca renkli çizgileriyle tanırsınız.

Mithat Cemal KUNTAY’ın ve Eşref Edip merhumun verdiği bilgilere göre, Bâbanzâde Ahmed Naim, Mehmed Âkif’in «Ashab»dan sonra en sevdiği zâttı. Ve bu büyük sevgi bir hayat boyunca devam etti. O kadar ki, âhiret yolculuğuna bile beraber çıktılar, Edirnekapı Mezarlığı’nda yan yana mahşer sabahını beklemeye koyuldular. Bâbanzâde’yle Âkif, her gün birbirlerine muhtaç olacak kadar dosttular. Kendisine kırk sene hürmet ettiği Bâbanzâde vefat ettiği zaman Âkif merhum hüngür hüngür ağladı ve “Sanki evim, barkım yıkıldı, ben de altında kaldım.” diyecek kadar üzüntü duydu. Nitekim Şerif Muhittin TARGAN’a yazdığı bir mektupta bu duygularını şöyle dile getirdi:

“Bizim bîçare Naim’in âniden vefatı beni çok sarstı. Hânumânım yıkılmış da ben altında kalmışım sandım. Bu zavallı şark öyle kıymetli vücutları bundan sonra çok zor yetiştirir. Bilemiyorum, hükûmet hesabına tercüme etmekte olduğu «Tecrid-i Buhârî» son bulmuş muydu? İnşallah nâkıs kalmamıştır. Çünkü öyle bir tercüme başka hiçbir babayiğidin harcı değil. ” (8 Kânûn-i Evvel 1934)

Eskiden İstanbul kahvehanelerinin bazılar tam anlamıyla «kıraathane» idi. Devrin şairleri, yazarları ve sanatçıları bu kıraathanelerde kitap, gazete, dergi kıraat ederler, uzun uzun sohbetlerde bulunurlar, siyasetten tarihe, aktüaliteden sanata her konuda fikir beyan ederler, yakası açılmadık fıkralar anlatırlar, kısacası kıraathaneyi bir nevî akademi hâline getirirlerdi. Direklerarası’nda bulunan Hacı Mustafa’nın çayhanesi de işte böyle bir «Akademi»ydi. Mithat Cemal’e göre, edebiyatçıların, Meşrûtiyet’te de İttihatçıların karargahı hâline gelen bu çayhaneye Mehmed Âkif, Ahmed Naim, Fatin Hoca, Kara Kemâl gibi kalburüstü insanlar da devam ediyorlar. Çayhanenin üstündeki bir odada üst perdeden konuşuyorlardı. Bâbanzâde Ahmed Naim her akşam buraya devam ediyor «Temps Gazetesi»ni cebinden çıkarıyor, bir kitabın içine sıkıştırarak gizlice Âkif’e okuyordu. Yine aynı yazara göre, bu kitap ya Muhyiddîn-i Arabî’nin veya İmam-ı Müberred’in bir eseriydi.

Sahîh-i Buhârî mütercimi Bâbanzâde Ahmed Naim Bey, Arapça ve Farsçanın yanı sıra Fransızcayı da mükemmel bir şekilde biliyordu. Eski Mekteb-i Sultânî olan Galatasaray Lisesi’nde okurken Perard ismindeki Fransızca hocası en yüksek numarayı ona vermiş, Bâbanzâde, adı geçen mektebin tarihinde görülmeyen böyle bir başarıya imza atmıştı. Batı kültürüyle şark irfanını şahsında mezceden bu büyük allâmeye, bu karakter ve fazîlet âbidesine Âkif işte bundan dolayı hayrandı.

Bâbanzâde Ahmed Naim Bey, ünlü Fransız filozoflarından Fons Griv’in bir eserini, «İlmü’n Nefs» adı altında Türkçeye çevirdi. Devrin bütün ilim erbabı bu mükemmel tercüme karşısında takdirlerini ve hayranlıklarını bildirmekten geri kalmadılar. Merhum bu muazzam çalışmasıyla iki bine yakın felsefî ıstılaha (terim) karşılık buldu. Hakkında küçük, fakat değerli bir eser yazan meşhur kitâbiyat bilgini Muallim Cevdet, Bâbanzâde’nin adı geçen tercümesinden sitâyişle bahseder; “Yunan ıstılahlarına Arapça karşılık bulmakta çok isabet gösteren Huneyn bin İshak, Sabit bin Kurre gibi ilk Abbasîler devrinin parlak mütercimleri yanında on bir asır sonra Türk topraklarının yetiştirdiği meşhur riyâziyeci (matematikçi) İshak Hoca’yı zikretmek ne kadar doğruysa, felsefî ıstılahlarda en değerli mütercim olarak Ahmed Naim’i tanımak ve onu Türk dilinde ikinci bir Huneyn olmak üzere kaydetmek son derece isabetlidir.”

Ahmed Naim’in ne büyük bir mütercim olduğunu en belirgin çizgiler hâlinde ortaya koyan ve tam bir İslâm âlimi olarak «muhaddis» mevkiine yükselten asıl eserinin Buhârî Tercümesi olduğunu biliyoruz. İslâm bilginlerinin Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en önemli kitap diye nitelendirdiği bu hadis külliyâtına yazdığı arîz ve amik mukaddimeyle sahasında ne kadar derin ve ihtisas sahibi bir âlim olduğunu olanca vukûfiyetiyle ortaya koydu. Kütüb-i Sitte denilen altı büyük hadis kitabının ilkini teşkil eden Sahîh-i Buhârî’ye yaklaşık beş yüz sayfalık önsöz ilave etti ve hadis metodolojisini efrâdını camî, ağyarını mânî bir şekilde îzah etti. Hadîs ilmiyle meşgul olmaya başlar başlamaz asıl şahsiyetini bulan ve daha önceki zamanlarına acıyan Bâbanzâde Ahmed Naim Bey, Buhârî’yi tercüme ederken yepyeni bir metot ortaya koydu. Asıl hadis metinlerinin dışına çıkmadan kelime tercümeleri yaptı. Ancak, tercümenin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için, ilave ettiği sözleri parantez içinde gösterdi. Belirtmek gerekir ki, eklenen bu kelimeleri ve cümleleri okumasanız da mânâ anlaşılır. Bu titizliğin sebebi, Allah Rasûlü’nün sözlerini olduğu gibi vermekti. Ayrıca bu metot Arapça öğrenmek isteyenler için de faydalı oluyordu. Kendisinden sonra Buhârî’yi tercümeye devam eden Prof. Kâmil MİRAS’a da, bu yöntem miras kaldı, o da aynı yoldan yürüdü.

Az önce de belirttiğimiz gibi, Sahîh-i Buhârî’nin başına yazdığı yaklaşık beş yüz sayfalık mukaddime öyle derin bir araştırmanın mahsûlüdür ki, böyle bir mukaddime, -Mehmed Âkif’e göre- Arapçada bile yoktur. Kılı kırk yaran üstat bu mukaddimesiyle tam bir «muhakkik» olduğunu gösterdi.

Kısaca söylemek gerekirse, Bâbanzâde’nin en büyük hizmetlerinden biri de, Buhârî-i Şerîf tercümesidir. Kısâs-ı Enbiyâ deyince Ahmed Cevdet Paşa, Mârifetnâme ismi geçince İbrahim Hakkı Hazretleri hatırlandığı gibi Buhârî adı anılınca da Bâbanzâde gözümüzün önünde canlanıyor. Ne yazık ki merhumun ömrü, böyle bir hadis külliyatının tamamını tercüme etmeye yetmedi. Ancak 966 sayfalık iki cildini çevirebildi, daha sonra bu görevi üzerine alan Kâmil MİRAS eserin tercümesini tamamladı.

Bâbanzâde Ahmed Naim Bey: “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” hadîs-i şerîfiyle ortaya konan dehşetli mânâyı göz önüne aldığı için, dine yapılan taarruzlar ve İslâm’a yönelen hücumlar karşısında kükremesini bildi, salâbet-i îmaniyesi derhâl harekete geçti. Papalık tarafından özel olarak yazdırılan «Gaytano»nun İslâm Tarihi’ne reddiye makamında birkaç makale yazdı ve bu garazkâr müellifi susturucu deliller ile ilzam etti. Ne yazık ki bu kıymetli eserin tamamlanmasına zaman ve şartlar izin vermedi.

Tevfik Fikret’in «Tarih-i Kadîm»i-ne ve dinsizliğini îlan eden diğer bütün şiirlerine tepki gösteren ve îman-sızlığın ne büyük bir hüsran olduğunu ispat eden kalem erbabının başında da yine Bâbanzâde Ahmed Naim Bey’i görüyoruz. «Mânevî en büyük dayanaktan mahrum olan ve bedbaht ölmeye mahkum bulunan bir insan» diye nitelendirdiği Tevfik Fikret’e en susturucu cevapları verdi. Ateist şairin savunmasını üstlenen Rıza Tevfik’in değil, tabiî ki Kur’ân Şairi Mehmed Âkif’in yanında yer aldı. Özellikle Meşrûtiyet devrinde ortaya çıkan ve ırkçılık temâyüllerini iyiden iyiye hissettiren Türkçülük cereyanlarına karşı «İslâm’da Dâvâ-yı Kavmiyet» adındaki eserini kaleme aldı ve kavmiyetçiliğin İslâm’a zarar veren bir yol olduğunu, ilim adına yakışır bir üslûpla dile getirdi.

Bâbanzâde Ahmed Naim Bey’in ünlü şairimiz Yahyâ Kemâl ile 1922 yılında Zeynep Hanım Konağı’nda başlayan güzel bir tartışması vardır ki burada ondan da kısaca söz gerekir.

1915’te o zamanki adı «Darulfünûn» olan üniversiteye birlikte giren bu iki ünlüden Yahyâ Kemâl uzaktan uzağa Ahmed Naim Bey’i takdir eder, eder ama şaire muârız olmasının sebebini bir türlü anlayamaz.

Dârulfünûn’un Türkçü müderrislerinden olan Yahyâ Kemâl’in İstanbul’un taşıyla, toprağıyla ilgili olarak ileriye sürdüğü fikirler, Bâbanzâde’nin ise bunlara verdiği cevaplar bu ilmî ve edebî tartışmayı gün ışığına çıkarır. O yıllarda Yahyâ Kemâl «Tevhîd-i Efkâr» gibi bazı yayın organlarında milliyet ve memleket meseleleriyle ilgili seri makaleler yayımlar. İstanbul’un rûhânî semtlerini teşhir masasına yatırır, bir «Türk gibi» duyarak, hissederek kaleme aldığı bu yazılarla «Dersaadet»in portresini çizmeye, böyle rûhânî bir coğrafyada gezmeye, yerin üstündekilerde altındakilere ait sırlar sezmeye çalışır. Meselâ «Aziz İstanbul»u daha azizleştiren uhrevî belde Eyüp’ü, nev-i şahsına münhasır bir üslûpla tasvir eder. Peygamber Efendimiz’in Mekke’den Medine’ye hicret edişini, büyük sahâbî Ebû Eyyûb’ün evinde misafir oluşunu, Bedir Gazâsı’nı, bu mübârek zâtın Peygamber bayrağını taşıyışını, ileri yaşına rağmen İstanbul’a gelişini, kuşatma sırasında vefat edip adıyla anılan bugünkü semte gömülüşünü, daha sonraki yıllarda defalarca Konstantiniyye surlarına dayanan İslâm ordularının onu hatırlayışını, derken bu geleneğin Türk ordularına intikal edişini, Ebû Eyyûb’ün «Alemdâr-ı Rasûlullah» olarak Türk neferlerine İstanbul surlarının önünde görünüşünü, nihayet büyük fetihten birkaç gün önce, bir veliyyullah olan Akşemseddin Hazretleri’nin mânâ âleminde Eyyûb’ün kabrini keşfedişini ve bunun Osmanlı ordusundaki yankısını, böyle bir vecd ve şevkle şehrin fethedilişini, daha sonra ilk şehitlerin Eyüp’te kümelenen mezarlarıyla o güzelim «ölüm şehri»nin ortaya çıkışını anlatır.

İşte Yahyâ Kemâl BEYATLI’nın Tevhîd-i Efkâr Gazetesi’nde bu minval üzere yayımladığı makaleleri okuyan Ahmed Naim Bey, şaire karşı büyük bir tepki gösterir. “Zaten dalâlete düşen bu zavallı milleti dâima şaşırtıyorsunuz.” dedikten sonra: “Bir zamanlar Türkçülükle, şimdi de İslâmiyet’i efsâneler üzerine kurulan bir din gibi göstermek sûretiyle, halkı aldatıyorsunuz.” şeklinde cevaplar verir. Ayrıca ilâve eder ve: “İslâmiyet’te ölülere ibadet, mezarlara muhabbet, ölmüş insanları filân veya falan semtte hâzır ve nâzır zannetmek gibi îtikatlara yol yoktur. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri’nin kendi nâşı bile İslâm’da takdis olunamaz. İşte İslâm’ın Hırıstiyanlığa ve diğer dinlere bir üstünlüğü de bundandır. İslâm’da böyle bâtıllara inanılmaz!” der.

“Onun inanan bir insan oluşundan hoşlanıyordum.” diyen Yahyâ Kemâl ile Naim Bey arasındaki bu tartışma bir hayli uzar. Derken aradan tam 13 yıl geçer, Uzun bir ayrılıktan sonra 1934 yılında İstanbul’a dönen ünlü şair, şehrin eski semtlerini görmeyi, buralardaki mânevî havayı teneffüs etmeyi arzular ve her gün bir köşesine gitmeye başlar. Şeyh Vefâ Türbesi’yle Şehit Ali Paşa Kütüphanesi’ni ziyarete gitmek üzere olduğu bir öğle vakti Ahmed Naim Bey’le karşılaşır. Tam bu sırada Bâbanzâde büyük bir heyecanla kollarını açar:

“–Bu tesadüf münasebetiyle Cenâb-ı Hakk’a hamdolsun!” dedikten sonra sözlerine şöyle devam eder:

“–Avrupa’da uzun müddet kaldınız, sizi artık görmeden öleceğime bile inanmaya başlamıştım. İkide bir de: «Yâ Rabbi! Bu adamla son bir defa görüşmemi mukadder kıl! Tâ ki söylemek istediğim birkaç sözü söyleyebileyim.» diyordum. İşte bu saatte, Allah’ın o lütfunu idrak ettim. Ondan dolayı seviniyorum. Şimdi sana maksadımı îzah edeyim, nereye gidiyordun?” der.

Daha sonra beraber yürümeye başladıkları sırada Bâbanzâde şöyle konuşur:

“–Seninle o kadar sene evvel, Dârulfünûn’da bir münakaşada bulunmuştum. O münakaşa sonra senelerce benim zihnimi meşgul etti. Son senelerde ise ben İstanbul’un birçok semtlerini gezmeyi ve oralarda tıpkı senin usûlünde, eski mimarî eserlerin tarihini araştırmayı îtiyat edindim. Bu hoş merak beni sardıkça sardı. Senin bir zamanlar «Tevhîd-i Efkâr»da çıkmış yazılarını buldum ve tekrar okudum. Büyük bir zevk aldım. Sana bu yüzden ne kadar haksızlık ettiğime, o yazıların bir şiir fantezisi olmayıp hakikaten mânevî birer ufuk olduklarına inandım. İşte bundan sonra, bu yüzden seni o zaman gücendirdiğime yandım ve bir daha görürsem, kusurumu itiraf edeyim diye kendi kendime söz verdim. İşte azizim söyleyeceğim bu idi.” der.

Bâbanzâde’nin bir mü’min teessürü içinde söylediği bu sözler karşısında son derece etkilenen Yahyâ Kemâl hiçbir cevap vermez. Daha sonra birlikte Şehit Ali Paşa Kütüphanesi’ne giderler, içerisi muhâcirlerle dolu olan bu ecdad eserini hazin hazin seyrettikten sonra Şehzade Camii’ne yönelirler. Arka kapıdaki Mustafa İzzet sülüsünü birlikte seyrederler ve hat sanatına birlikte hayranlık duyarlar. Bir süre daha beraber dolaştıktan sonra, İbrahim Paşa Medresesi’nin arkasından, tenha sokaklardan Şehzadebaşı’na çıkarlar ve birbirlerinden ayrılırlar. Aradan bir ay geçtikten sonra Ahmed Naim Bey vefat eder.

Koca ömrünü bir ilim adamı, fazilet ve karakter âbidesi olarak geçiren Ahmed Naim Bey, 14 Ağustos 1934’de öğle namazını kılarken secdede vefat etti. Büyük müfessir Elmalılı Hamdi Efendi’nin de dediği gibi: “Secdeden gitti Hüdâ’ya Naim.” Mübârek nâşı Edirnekapı Mezarlığı’nda, Mehmed Âkif’le Muallim Cevdet Bey’in hemen yanına defnedildi. Ne yazık ki devrin gazeteleri böyle bir âlimin kaybını çok önemsiz habermiş gibi küçük puntolarla verdiler. “Eski Dârulfünûn müderrislerinden Bâbanzâde Ahmed Naim dün vefat etmiştir. Allah rahmet eylesin.” demekle yetindiler.

Bilindiği gibi büyük şairimiz Mehmed Âkif, Safahat’ındaki bazı şiirleri Hasan Basri ÇANTAY, Ferit KAM, Şerif Muhittin TARGAN gibi dostlarına ithaf eder. Gariptir ki bunların arasında en fazla sevdiği Ahmed Naim’in ismine rastlanmaz. Çünkü Naim o kadar yüksek bir mevkide bulunuyordu ki Âkif Bey, ona takdim edilecek şiiri henüz yazmamıştı. Ancak ihtiyarlığında Mısır’da kaleme aldığı «Secde» adındaki şiirini Bâbanzâde’ye takdim etmesi için Fuat Şemsi’ye gönderdi. Fuat Şemsi Bey, adı geçen «Secde»yi Bâbanzâde’ye göstererek, beğendiği takdirde kendisine ithaf edecekti. Tabiî ki Naim Bey «Secde»yi çok beğeniyor; Âkif’in kaleminden çıkan aslını kendisi alıyor, kopyasını Fuat Şemsi Bey’e veriyor. Naim Bey’in geç kalan cevabından şiiri beğenmediği gibi bir sonuç çıkaran Âkif, ithaf işinden vazgeçiyor ve kitabına alıyor.

Evet, Âkif’in «Secde»siyle coşan Naim Bey, -yukarıda da belirttiğimiz gibi- bir secde esnasında Allah’ın huzuruna çıkıyor. Ahmed Naim Bey, ilmin, irfanın, faziletin ve İslâm dâvâsının mânevî babasıydı, bundan dolayı «Bâbanzâde» nâmı, temiz nâsiyesinde bir nur gibi parlıyordu.

Bu büyük hadis âlimini, bir kere daha rahmet ve minnetle anıyoruz.