Bu Ayıp Sana Yeter!

İrfan ÖZTÜRK

Müderris Hayri Bey evleneli 15 yıl geçmesine rağmen henüz bir çocuk babası olamamıştı. Bir oğlu olursa kendisi gibi müderris yapmak istiyordu. Seneler geçti. Nihayet Allah Teâlâ ona nur topu gibi bir erkek evlât verdi.

Hayri Bey, hamd edip iki rekat şükür namazı kıldıktan sonra oğluna Selim ismini koydu. Yavrusunun gözlerinden öpüp, bağrına bastı ve hanımına dönerek: “Hatun, oğluma iyi bak. Bunu benim gibi müderris yapacağım unutma!” dedi.

Hayri Bey, İslâm’a hizmeti seven, herkesle sıcak ve samimî muâmelesi olan bir kişiydi. Bundan dolayı herkes, onu sever ve hürmet ederdi. Feyizli sohbetlerine her kesimden katılanlar olurdu. Dinleyenler gözyaşı dökerdi.

O, medresede talebelerine çok söylediği şu sözü ile meşhur olmuştu:

“Oğlum, sana öğrettiğim şu Kur’ân’ı günün birinde unutursan başka ayıp arama! Bu ayıp sana yeter!”

Bu söz Hayri Bey için çok anlamlı ve çocuklar için çok mes’ûliyetli bir sözdü. Samimî müderris, bu sözü hemen her derste tekrarlardı.

Oğlu Selim okuma çağına gelince Hayri Bey, büyük bir sevinçle, onu müderris arkadaşlarının yanına götürdü. «Bismillah» diyerek ellerini tek tek öptürdü ve Selim’i medreseye kaydetti. Selim artık medrese öğrencisiydi.

Günler, aylar ve seneler geçti. Selim, medresenin en çalışkan ve en başarılı öğrencilerinden biri oldu. Bir gün Kur’ân dersinde babasının önünde Kur’ân-ı Kerîm’i çok düzgün ve âhenkli bir şekilde okuyunca Hayri Bey’in gözleri yaşardı. Oğluna meşhur sözünü aynen tekrar ederek aynı mes’ûliyeti tekrar anlattı.

Hayri Bey, sanki gelecek için bir şeyler hissediyor ve bu sözü ile bir vurgu yapmak istiyordu. Pak yürekli Selim, akşamleyin babasından duyduklarını annesine anlattı. Kalbi îman nûru ile dolu olan Şerife hanım şefkatle uzun uzun baktıktan sonra: “Oğlum! Gün gelir dünya işlerine dalar, şeytana ve nefsine mağlûp olur, bu güzel dini ve öğrendiğin Kur’ân’ı unutursan ben de annelik hakkımı helâl etmem! Çünkü bizim her şeyimiz Kur’ân’dır. Çünkü biz Müslümanız yavrum.” dedi.

Vakti gelince Selim, gerekli bilgilerle mücehhez olarak medresede «aliyyü’l-a’lâ» diye derecelendirilmiş diplomasını (şehâdetnâme) alarak babasının elini öptü. Babası, meşhur sözünü tekrar etti ve oğluna başarılar diledi.

Selim, sevinçle diplomasını annesine göstermek için, eve gitmek üzere hemen dışarı çıktı. Heyecanla kapıya geldi ve kapının tokmağını vurdu. Fakat eve her gelişinde Selim’i kapıda karşılayıp kucaklayan anneciği kapıya çıkmıyordu. Tekrar tokmağı vurdu. Tekrar vurdu. Yine cevap gelmedi. Selim telaşlandı ve açık bulduğu pencereden içeri girip hemen merdivenlerden çıktı: «Anne, anne!» diye seslenerek odaya girdi. Annesi namazda secde hâlinde idi. Sevindi. Selim terlediği için elbiselerini değiştirmek üzere odasına gitti. Abdestini alarak tekrar annesinin odasına girdiğinde annesi hâlâ secdedeydi. Dikkatle baktı ve “Anne!” diye bağırdı. Anneciği, son nefesini vermek üzereydi. O şefkatli anne, son defa hasretle Selim’e baktı ve kelime-i şehâdet getirerek rûhunu teslim etti. Şerife hanım, oğlunun mürüvvetini göremeden ebedî yolculuğa çıkmıştı.

Selim beklemediği bu ânî hadise karşısında şaşkına döndü ve derin bir üzüntüye gömüldü. Artık öğrenciler arasında “Öksüz Selim” olmuştu. Babası da, eşinin ölümüne çok çok üzülmekle beraber büyük bir metânetle “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” diyordu.

Daha sonra Selim, doktorluğa merak salıp tıbbiyeye kaydoldu. Hâliyle memleketinden ayrı olarak okumaya devam edecekti. Uzak şehirde olduğu için de yaşlı babasının yanına sık sık gidemiyordu. Derken bir sabah erken saatlerde amcası geldi. Babasının vefat ettiği haberini getirdi. Havaların bozuk, ulaşımın mümkün olamaması sebebiyle kendisine vaktinde haber veremediklerini, babasının vefatı üzerinden kırk gün geçtiğini, şimdi yapılacak bir şeyin olmadığını, bundan sonra öğretime devam ederse bu işi kendisinin üstleneceğini söyledikten sonra yeğenine moral vermeye çalıştı. Selim’in bir kez daha dünyası karardı ve gözyaşları içerisinde bir kenara yığıldı. Şimdi Selim hem öksüz hem yetim kalmıştı. “Allah’ım! Bana Sen yardım et!” diye yalvardı.

Günler geçti, seneler geçti. Selim, hayatın akışı ve telâşına kendisini tamamen kaptırmıştı artık. Öyle ki anne ve babasının acısını, hattâ her zaman tekrarladıkları nasihatleri de unuttu. Arkadaş çevresinde iyi kötü ayırt etmedi. Sonra yavaş yavaş hassasiyetlerini kaybetti. Derken kötü alışkanlıklara da kendisini kaptırdı. Kötü arkadaşları yüzünden içki, kumar gibi kötü işlere de bulaşmaya başladı. Artık Selim, önceki Selim olmaktan çıkmıştı, amcası da harçlık vermekten başka hiçbir şeyle meşgul olmuyordu.

Gittikçe eski hâlini yitiren Selim, bu şekilde tıbbiyeyi bitirdi. Sonra göz üzerine ihtisasını yapmak için Fransa’ya gitti. Oradayken tanıştığı bir Fransız kızla da evlendi.

İki sene sonra Dr. Selim Bey’in bir oğlu dünyaya geldi. Eşiyle oturup isim koymak için kafa yormaya başladılar. Selim’in eşi: “Çocuğuma babamın ismi olan Agop’u koyacağım.” dedi. Dr. Selim ise ancak o zaman yıllardır unuttuğu babasını hatırlayabildi ve: “Hayır hayır, oğlumun ismi Hayri olacak!” dedi. Eşi de, işi pişkinliğe vurarak “O zaman «Agop Hayri» olsun.” dedi ve böylece çocuğun adı Agop Hayri olarak kondu.

Aslında Selim’in hanımı, evlenirken Müslümanlığı kabul etmişti; ama Selim’in yaşayışı Müslüman yaşayışı olmadığı için hayatında değişen bir şey olmamıştı.

Hayat böyle devam edip giderken bir Cuma günü arabayla yanlarından geçtikleri camiden duyduğu ezan sesi ile Dr. Selim Bey’in gönlüne bir hüzün çöktü. Eve vardığında uzun yıllardır bastırdığı îman duyguları ve küllenmiş tatlı hâtıralar canlanmaya başladı. Gözleri doldu. Derin bir iç çekti. Zâhiren yükselirken mânen nerelerden nerelere düşmüştü. Ellerini başının arasına aldı, içli bir «âh» çekti. Pişmanlığa ilk defa bu kadar kendini bırakmıştı. Daha evvel ne zaman nedâmet duysa, bastırırdı. Bu sefer gücü yetmedi. «Ben ne yaptım, ben ne idim ne oldum?» diye hıçkırdı. Yanında oturan eşi, onun hâline şaşkın şaşkın bakıyordu. Derken Dr. Selim’in ağlayış ve feryâdı arttı. Daha önce en sevdikleri olan yegâne şahsiyetler hâtırasında canlandıkça onlara seslenmeye başladı: “Yetiş Yâ Muhammed! Selim yok olup gidiyor! Yetiş ey babam, evlâdın perîşan! Yetiş ey annem, hâlim harap oldu!”

Bu nedâmet ve feryât, öze dönüş ışıklarıyla gönlünü tekrar nurlandırıyordu âdeta. Dr. Selim içinde bir ferahlık hissetti. Nasıl olduysa hanımı da aynı ferahlığı hissetmişti ki, onun da gözleri nemlenmişti.

Dr. Selim îman tazelercesine derin bir «Lâilâhe illallah Muhammedü’r-Rasûlullah» derken içeriye oğlu küçük Agop girdi. Hayretle babasına bakıp: «Babacığım, nedir o söylediğin? Geçen akşam bana dedem olduğunu söyleyen sakallı bir dede onu söyleyip de: «Yavrucuğum, bu sözü unutma! Buna devam et!» demişti. Hatırımda kalmadığı için size anlatamamıştım.” dedi.

Dr. Selim, gelişen bu hâdiseler ve içinde parlayan tevbe kıvılcımları ile ailece az evvelki caminin yoluna düştü. İçeri girdiklerinde ilk iş olarak eline bir Kur’ân-ı Kerîm alıp doya doya okumak istiyordu. Camiye girdiklerinde orada yaşlı bir zatla karşılaştılar. Dr. Selim, ondan bir Kur’ân-ı Kerîm istedi. Fakat açıp baktığında okuyamadı bir türlü. Bazı harfleri bile unutmuştu maalesef. Yaşlı zat: “Okumasını herhâlde biliyorsunuz. Biraz okur musunuz?” deyince Dr. Selim boynunu büktü:

“Hayır, okumasını bilmiyorum.” diyebildi.

Bunun üzerine yaşlı zât mahzun mahzun bakıp acı konuştu:

“Oğlum! Üniversiteyi bitirip doktor olmuşsun ve aynı zamanda Müslümansın, ama Kur’ân okumayı bilmiyorsun. Doğrusu bu ayıp sana yeter!”

Bu cümle Dr. Selim’in içinde şöyle yankılandı:

Müderris’in torunu olursa Agop Hayri,
Doktor Selim Kur’ân’ı elbet unutur gayri.

Yaşamayıp dinini oldun gâvurdan beter,
Başka ayıp arama bu ayıp sana yeter!
[Gülzâr-ı İrfan.]

Sonra yaşlı zâtın ellerine sarıldı:

“Bilmiyorum, ama ailece öğrenmek istiyorum…”