Batı Eğitimi Çöküyor mu?

Doç. Dr. Ahmet KAVAS

İlimle meşgul olmak eski devirlerde sınırlı sayıda insana nasip olurdu ve onların da çok azı fırsat bularak bu yolda ilerlerdi. Son iki asırda okullaşmanın bütün toplumlarda yaygınlaştırılması için gayret gösterilmesi bu yola girenlerin sayısında büyük artışa sebep oldu. Açılan okullardan mezun olanların büyük çoğunluğun ilimle, irfanla mutlaka irtibatının devam edeceği zannedildi. Bu sebeple de gelişmiş toplumlarda, hattâ gelişmekte olanlarda bile okul çağındaki her çocuk belli yaşlara kadar mecburî eğitime tâbî tutuldu. Günümüz devletleri hakkında genel bilgi verilirken okuma-yazma oranlarını belirtmek sıradan bilgi hâline geldiyse de okuyan bu insanların bir kısmının zamanla câhilleştiği, hattâ okuma ve yazmayı dahî unuttukları gözden kaçmaktadır. Artık gelişmiş kabul edilen ülkeler bu konuda sıkıntı yaşadıklarını açıkça itiraf etmekten çekinmiyorlar. Meselâ İtalya’da her üç kişiden birinin hiç okula gitmemiş kimselerin seviyesine gerilediği, yakın gelecekte bir o kadarının daha aynı konuma geleceği ifade edilmektedir. Yine Amerika Birleşik Devletleri’nde okuma-yazma melekesini değişik sebeplerle kazanamayan veya daha önce okula devam ettiği hâlde şu anda hiç gitmeyenlerle aynı seviyeye gerileyen insan sayısının 60 milyon civarında olduğu hesap edilmektedir.

İktisadî mânâda gelişmiş devletler mevcut zenginliklerinin önemli bir kısmını gelişmekte olan veya geri kalmış bölgelerden elde ettikleri gibi; eğitim konusunda da sadece kendi menfaatlerini ön plâna aldıklarını dâima gösterdiler. Hattâ eğitimi gelecekte sahip oldukları güçlerini devam ettirmek için bir silâh olarak kullandılar. İlmin bu duruma düşürülmesi ise toplumlarda ilim adamına güveni giderek azalttı.

Geçmiş asırlarda dünyanın pek çok yerinde büyük âlimler yetişir ve onların eserlerini okuyan herkes istifade ederdi. Bunlar sadece ilimle meşgul oldukları için, kısaca «ilmin adamı» idiler ve hep kendi çevrelerinde talebe yetiştirirlerdi. İçlerinden bazıları vakitlerini ömürlerinin sonuna kadar eser yazmakla geçirirlerdi.

Ortaçağ’da ilmi devrin iktidarları eliyle müesseseleştirmek için kurulan üniversiteler, uzun zaman batı toplumlarında kendilerine itibarlı bir yer edinebilmek için uğraştılar. Nihayet Napolyon’un başlattığı eğitim reformu sayesinde devlet eliyle desteklenen üniversiteler giderek güçlendiler. Ardından devletin hizmetine girmeyen ilim adamlarına fazla hayat hakkı tanınmayan bir döneme girildi. Bu arada Batı devletlerinde 19 ve 20’nci asırlarda kurulan resmî ve diğer araştırma kurumları için gerekli araştırmacılar da sadece üniversitelerde yetiştirilir hâle geldi. Bunlar farklı müesseselerde istihdam edildiler. Kısa vadede bu yeni yapılanma sadece Fransa’nın değil bütün Avrupa’nın geleceğini etkiledi. Her ilmî buluşu ve elde ettikleri bilgileri kullanarak dünyada sahip olamayacakları yer bırakmadılar. Âdeta önlerine çıkan bütün güçleri ezip geçtiler ve ne buldularsa sadece kendi gelecekleri için kullandılar.

Zenginliğin kısa zamanda Avrupa gibi son derece sınırlı bir coğrafyada dengesiz bir tarzda toplanması ile birlikte pek çok alandaki ilmî çalışmalar sadece sayılı ülkelerin dünyaya hükmetmesine yarar hâle geldi. Böylece başkalarını sömürmeyi huy edinen devletler, askerlerinin bilek gücüyle düşmanlarına üstün gelme dönemini geride bırakıp ilimle uğraşanların katkılarıyla ürettikleri en öldürücü silâhlarla güç gösterilerine girdiler. Tarih, felsefe, sosyoloji gibi ilim dallarında yazılan eserler, hattâ dinî alandaki ilmî faaliyetler bile güçlü devletler elinde en ateşli silâhtan daha etkili bir şekilde kullanıldı.

Geleneğine bağlı doğu toplumları kendi değerlerini terk ederek bu temayüle hızlı veya yavaş ayak uydurdular ve artık üniversite eğitimiyle tamamlanan eğitim sistemi dünyanın her yerinde geçerli hâle geldi. Fakat genelde bu işin hamallığını yapmanın dışında dünyada ses getiren çalışmalara pek imza atamadılar. Ama: «Üniversitesiz kalkınma olmaz.» düsturu gereğince 21’inci asra kadar üniversite eğitiminden mahrum bırakılan pek çok Afrika ülkesi bile kendilerini en azından bir üniversite açmaya mecbur hissetti.

20’nci asrın ortalarına kadar pek çok alanda eğitim alan genç kuşaklar lise eğitimini tamamladıklarında rahatça meslek sahibi olabiliyorlardı. Kısa süren bu dönemin ardından en az üniversite mezunu olma şartı aranır hâle geldi. Özellikle batı ülkelerinde 1960’lı yıllarda yüksek lisans eğitimini tamamlayabilenler son derece kıymetli konuma geliyorlardı ve iş çevreleri onları hemen istihdam etmekteydiler. 1970’li yıllara gelindiğinde artık doktora yapmanın revaçta ve hattâ mecbûriyet arz ettiği bir döneme girildi. Çünkü doktorasını tamamlayan gençler ülkelerinin kalkınması için en değerli beyinler olarak takdim ediliyorlardı.

Her alanda hızlı bir tüketime dönüşen dünyadaki gelişmeler ve değişimler artık doktora eğitimini de yeterli görmemeye başladı. Gençlerin doktora tezlerini savunmalarının ardından yaptıkları çalışmaları dikkate alınır oldu. Bu dahî kâfî gelmedi ve hem üniversitelerde hem de diğer araştırma kurumlarında mutlaka doçentlik seviyesinde bir unvana sahip olunması istendi. Öyle ki o basamakları vaktinde tamamlamayan ilim adamları yazdıkları kıymetli eserlerine bakılmaksızın derhâl gözden düştüler ve yerlerini -o güne kadar herhangi bir ciddî eser vermemiş olsa bile- unvan sahibi kişilere terk etmeye zorlandılar. Keyfiyetin iyice gözardı edildiği günümüz akademik dünyasının son basamağı olan profesörlük unvanı dışında bütün basamaklar bir yerlere tayin olabilmek için tüketildi. Kısacası çok yakın gelecekte ilmî alanlarda bir göreve tayin olmak için profesör olma şartı aranırsa şaşırmamak gerekir. Günümüzde ilmî faaliyetlerin % 80’inin gerçekleştiği üniversite ortamında profesörlük basamağındaki aşırı yığılma yüzünden bu sefer alt kademelere yeni aday bulma zorlaştı. Çünkü fakültelerde, enstitülerde, araştırma kurumlarında artık asistandan çok profesör görev yapar hâle geldi. Hâliyle ilk basamaktan son basamağa kadar olan kısımlardaki boşluklar doldurulmadığı takdirde ileride büyük sıkıntılar yaşanacaktır. Çünkü emekliliği gelenlerin yerlerini doldurmak için ara kadroların mutlaka istihdamı gerekmektedir.

Avrupa ülkeleri ilim dünyasına bu derece fazla müdahale etmeye devam ederlerse bunun acı sonucunu 21’inci yüzyıl içinde görecekler. Zaten henüz başında olduğumuz bu asırda bile pek çok gelişmiş ülkede yetişen yüz binlerce doktoralı gence mesleklerine uygun iş imkânı verilememektedir. Batı ülkelerinde hâlen çalışan on binlerce gencin tezlerini verip doktoralarını bitirmeleri ve gelecek on binlere yeni istihdam alanları açmak neredeyse imkânsız görünmektedir. Sadece Fransa’da bile 66.500 araştırmacı ve üniversite öğretim üyesinin görevde olduğu bir dönemde her yıl en az 15 veya 20 bin kişinin tezlerini savunarak görev talebinde bulunmaları ülkeleri ciddî ciddî düşündürmektedir. Bütün üniversiteler ve özel kuruluşlar sınırlı sayıda genci istihdam ederken her birinin yetişmesi için yüz binlerce avro harcayan Fransa, Almanya, İtalya ve İngiltere gibi ülkeler bu gençlerini ABD’ye, Japonya’ya ve Kanada’ya kaptırmaktadırlar. Anaokulundan doktora eğitimini tamamlayana kadar Fransa’nın her birine yaklaşık 130 bin avro masraf yaptığı genç araştırmacıları için iş bulamadıklarından yurt dışına gitmekten başka çare bulunmamaktadır. Avrupa Birliği’nin üye ülkelere araştırma için tahsis ettikleri bütçeleri giderek kısmaları yönündeki baskısı bu alanlarda yetişmiş kimseleri daha da işsiz kalma tehlikesiyle yüz yüze bırakacaktır.

Şimdilerde «araştırma tehlikede/la recherche en danger» diye feryât eden bir Fransız aydın kitlesiyle karşı karşıyayız. Dernekler kurarak seslerini duyurmak isteyenler «araştırmayı kurtaralım/sauvons la recherche» sloganı etrafında kümelenmeye başladılar bile. Büyük emek vererek yetiştirdikleri genç araştırmacılarının diğer Avrupa ülkelerinde ve dünyanın uzak memleketlerinde çok düşük ücretlerle çalıştırılmasına gönülleri râzı olmuyor.

ABD her alanda olduğu gibi ilim alanında da yetişmiş herkese kapılarını açarak dünyanın her tarafından beyin göçünü aralıksız devam ettirmektedir. Zaten Avrupa’da yetişen genç araştırmacılardan 400 bin kadarını 2000’li yıllara kadar istihdam etti. 2010 yılına kadar yaklaşık 700 bin Avrupalı araştırmacıya daha yeni iş imkânı vereceği ileri sürülmektedir. Şimdiden bu gidişi durdurmak isteyenler, yetiştirdikleri genç kuşakların ellerinden kaymasına veya mesleklerini terk etmesine seyirci kalmak istemeyip mücadele yolunu seçtiler.

Son dönemde yazdıklarıyla dünyada ses getirecek âlimler yetiştiremeyen Avrupa ülkeleri yine de bütün umutlarını doktoralı genç araştırmacılara bağladılar. Fakat onları insanlık için ilim yapma zihniyeti yerine daha işin başında maddî imkânı bol iş bulma mantığıyla yetiştirdikleri için düşük ücretle çalıştıramıyor. Hâliyle parayı veren ülke Avrupa’da yetişen genç beyinleri alıp götürüyor. Bir zamanlar doğunun genç beyinleriyle gücüne güç katan Avrupa 1970’li yıllarda kapadığı bu kapıyı şimdilerde yeniden açmak zorunda kaldı. İş gücüne hemen hemen hiç ihtiyacı kalmayan Avrupa artık dışarıdan gelecek işçi göçünü tamamen durdururken araştırmacı göçü için herhangi bir sınırlama getirmemektedir. Sınırlı sayıda sağlık personeline sahip Afrika ülkelerinden doktor ve hemşire dahî kabul eden gelişmiş ülkeler sadece kendi menfaatleri uğruna gelişmekte olan ülkeleri iyice yok olmaya mahkûm etmektedirler.

1-Jean-Pierre Velis, «La France illettrée»; Editions du Seuil, Paris 1988. Bu kitabın yazarı geçmişte farklı seviyede okullara devam ettikleri hâlde Fransız toplumunda her geçen gün okuma yazma melekesini kaybedenlerin sayısının giderek arttığına işaret ediyor. Araştırmaya dayalı kitabının adını «Okuma-yazma bilmeyen Fransa» olarak koymasına rağmen mesele aslında her ülke için geçerlidir.

2-Liliane Lurçat, «La destruction de l’enseignement élémentaire fait partie de la destruction du monde: İlköğretimin kaldırılması, dünyanın bozulmasıyla eş anlamlıdır.» başlığıyla Paris Sorbonne Üniversitesi’nde 19 Mayıs 2001’de verdiği konferansta bütün dünyada eğitimin her geçen gün nasıl çöküşe gittiğini örnekleriyle ortaya koymaya çalışmıştı.