Prof. Dr. Namık AÇIKGÖZ ile mülâkat…

RÖPORTAJ

Sonsuzluğu Aşan Bir Vuslat Yolculuğu: Mîrac

Namık AÇIKGÖZ Kimdir?

15.07.1956 tarihinde Manisa’da doğdu. İlk-orta ve lise tahsilini Manisa’nın Turgutlu ilçesinde, üniversite tahsilini ise 1980 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Eski Türk Edebiyatı Kürsüsü’nde tamamladı. Yüksek Lisansını, aynı kürsüde,  Prof. Dr. Hasibe MAZIOĞLU’nun danışmanlığında hazırladığı  «Riyazü’ş-Şuarâ (Metin-Dizin)» adlı teziyle, 1982 yılında bitirdi. Bu arada Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Tapu Arşiv Dairesinde tetkik memuru olarak çalıştı.

1982 yılında Fırat Üniversitesi (Elazığ) Osmanlıca Okutmanlığı görevine atandı. 1986 yılında, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde, Prof. Dr. Hüseyin AYAN’ın danışmanlığında, «Riyâzî, Hayatı, Eserleri, Edebî Şahsiyeti, Dîvân, Sâkinâme ve Düstûrü’l-Amel’in Tenkitli Metni» adlı teziyle doktorasını tamamladı. 1987 yılında aynı üniversitenin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne yardımcı doçent olarak atandı. 1992 yılında bu görevdeyken doçent oldu.

1994 yılında Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kurucu bölüm başkanı olarak atandı. Aynı zamanda Sosyal Bilimler Enstitüsü müdürlüğü görevini 1997 yılına kadar üstlendi. «Kahve-nâme» adlı profesörlük takdim tezi ile 1998 yılında profesör oldu. Aynı yıl Muğla Üniversitesi Rektör Yardımcılığı görevine atandı ve bu görevde 2002 yılına kadar çalıştı.

Hâlen Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.

Açıkgöz, evli ve bir çocuk babasıdır.

Namık AÇIKGÖZ’ün «Riyâzî Dîvânından Seçmeler», Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1990; «Fuzûlî», İstanbul, 1998; «Hayâlî», İstanbul, 1999; «Nef’î», İstanbul, 1999; «Kahve-nâme», Ankara, 1999; «Ahmet Paşa», İstanbul 2001 ve «Datça Mezar Taşları ve Kitâbeleri», Datça 2006 adlı kitapları ve 100 civarında ilmî makale, bildiri ve genel dil ve edebiyat yazısı yayımlanmıştır.

Yüzakı: Üç aylar yaklaşıyor. Recep ayı içerisinde yer alan mübârek kandillerden birisi de mîrac kandili… bu sebepten bu ay Yüzakı Dergisi olarak mîrac-nâmeleri konu almayı düşündük.

İlk önce genel bir giriş yaparsak, mîrac ve mîraciye terimlerini biraz açmanız mümkün mü?

Namık AÇIKGÖZ: Mîrac, kökeni itibarıyla Arapça bir kelimedir. Arapçada «arece» kökü «çıktı, yükseldi» demektir. Buradan mi’rac kelimesi türetilmiş. Mif’al vezninden ism-i âlet olarak kullanılıyorsa da artık İslâmî terminolojide bu; Peygamber Efendimiz’in yeryüzünden, gökyüzüne yükselmesi, «İsrâ» ile de gece yolculuğu yapması mânâsını kazanmış bir terimdir. Bunu anlatan metinlere yani Peygamber Efendimiz’in yeryüzünden Allah katına yükselmesini anlatan metinlere ise mîrac-nâme deniyor. Mîraciyeyi sadece bu metinlerin besteli şekilde okunması için kullanırsak, terim plânında, dilimizi daha da zenginleştirmiş oluruz.

Mîrac hâdisesi Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mûcizelerindendir. Ama diğer mûcizelerden farklılık arz eden bir yöne sahiptir. Zira diğer mûcizeler insanın beş duyusuyla his ve idrak edebildiği hâdiseler cümlesindendir. Meselâ; şakku’l-kamer (ayın ikiye yarılması), parmaklarının arasından su çıkması, gölgesinin asla yeryüzüne düşmemesi gibi mûcizeler, gözle görülebilen hâdiselerdir. Ama mîrac hâdisesi öyle değildir. Beşerî plânın çok çok fevkinde, normal beşer muhayyilesi ve beş duyusu ile algılanamayacak olan fevkalâde bir olaydır. Bu yönüyle ayrı bir husûsiyet ve değere sahiptir.

Yüzakı: Mîrac nasıl bir vak’adır? Değerinin büyüklük sebebi nedir?

Namık AÇIKGÖZ: Mîrac, bir «göğe yükselme» vak’asıdır. İnsanlık çok eski tarihlerden bu yana gökyüzüne çok fazla ilgi duymuştur. Yani gökyüzü, devamlı insanlığın temel arzularından birisi olagelmiştir. Hangi birimiz bulutsuz gökyüzüne baktığımız zaman heyecanlanmıyoruz ki? Ben çobanlıktan geldim. Akşamüstü oğlakları yaydığımız zaman sırtüstü yatar ve gökyüzünü seyre dalardık. Birazdan güneş batıp yıldızlar ışıl ışıl belirmeye başlayınca da diğer çocuklarla o yıldızlara sahip olma oyunu oynardık. «O yıldız benim, şu yıldız senin… Hayır o, senin değil benim!..» diye konuşur dururduk. Bedenlerimiz çimlik-çimenlik harman yerinde olurdu ama ruhlarımız, hayallerimiz gökyüzünün derinliklerinde gezerdi saatlerce. Gökyüzüne hâkim olma düşüncesi hemen hemen hepimizin hayallerini süslemiştir. Hangi birimiz rüyâda uçtuğumuzu görürüz de oradan yere konmak isteriz?.. Çünkü yükselmek, insandaki hâkimiyet hissini kuvvetlendiren bir vasfa sahiptir. Bu sebepten insanoğlunun bütün tarihi gökyüzüne, yani fezâya ve kâinatın bütününe hâkim olmaya çalışmakla geçmiştir. Tarihe doğru uzandığımızda bu hissin günümüze ulaşan ilk izlerini Mezopotamya kültüründe görebiliyoruz. O meşhur Mezopotamya gökbilimcilerinin, ast­rologlarının uğraşları hep gökyüzüne hâkim olmak üzerine yoğunlaşmıştır…

Bu konuda İslâmiyet öncesi semâvî dinlere baktığımızda da insanların gökyüzü ile, fezâ ve kâinat ile topyekûn bir uğraşı olduğunu görüyoruz. Ayrıca «urûc» yani «göğe yükselme» diğer bazı peygamberlerin de yaşadığı bir hâdisedir. Meselâ Hazret-i İsa da urûc yaşamıştır. Allah katına yükselmiş ama rivâyete göre, üzerinde bu dünyaya ait bir iğne olduğu için Cemâlullah’tan (hüsn-i mutlak’tan) ve Allah’la konuşmaktan mahrum kalmıştır. Ama Rasûlullah Efendimiz’in yaşamış olduğu mîrac hâdisesi çok ayrı bir yere ve değere sahiptir. Bu değere ilâveten mîrac hâdisesi, bir yönüyle de insanların binyıllardan beri gökyüzüne hâkim olma düşüncesinin Peygamber Efendimiz hüviyetinde ve en üst seviyede tezâhür etmesidir.

Yüzakı: Mîrac hâdisesini kaleme alma geleneğinin tarihî geçmişine gidecek olursak, bu gelenek hangi tarihlerde başlamış ve nasıl bir tarihî seyre sahip olmuştur?

Namık AÇIKGÖZ: Mîrac hâdisesinin uzun uzun anlatılmasına, ilk olarak siyer ve hadîs kitaplarındaki mîrac bölümlerinde rastlıyoruz. Daha sonra, siyer kitaplarından türeyen edebî gelenek olan, mevlid metinlerinde mîrac hâdisesinin, teferruatıyla anlatıldığı görülmektedir. Genel bir tasavvufî öğreti kitabı olan Âşık Paşa’nın Garib-nâme’sinde de mîrac bahsi oldukça geniş bir yer kaplar. Ama mîrac-nâme dediğimiz bağımsız metinlerin müstakil bir tür olarak ortaya çıkışı daha sonraki dönemlerde olmuştur. Bunun ilk örneklerini Arap ve Fars edebiyatlarında görüyoruz. Daha sonra bu tür, Türk edebiyatına da girmiştir. Ayrıca diğer İslâm milletlerinin edebiyatlarında da mîrac-nâmelere rastlamak mümkün. Malay diliyle bile mîrac-nâme yazılmıştır.

Anadolu sahasına intikal ettiğimizde ilk müstakil mîrac-nâmelerin 14’üncü yüzyılın sonu ile 15’inci yüzyılın başında yazılmış olduğunu görmekteyiz. Bu devirde yazılmış iki mîrac-nâme Süleymaniye Kütüphanesi Lâleli Bölümü’nde kayıtlıdır. Ancak müellifleri belli değildir.

Elimizdeki bir diğer eser, 15’inci yüzyılda Abdulvâsî Çelebi’nin mîrac-nâmesidir. Yine 15’inci yüzyılda yazılmış olan Ârif’in mîrac-nâmesi ise bu konudaki en uzun manzûm eser olup 1855 beyitten oluşmaktadır. Bunlara ilâveten İsmail Hakkı Bursevî’nin ve Nâyî Osman Dede’nin de birer eseri vardır. Osman Dede’nin mîraciyesi 18’inci yüzyılda yazılmış olup 102 beyitten oluşmaktadır. Ayrıca yine bizzat kendisi tarafından bestelenmiş ve notaya çekilmiş hâliyle günümüze kadar ulaşmıştır. Diğer mîraciye müellifleri ise Mevlevî Süleyman Nahîfî, Vecîdî, Hâfız Ömer Yenişehirli, Abdulbâkî Ârif Efendi, Seyyidî, Muhammed Fevzî ve Recep Vahyî olup bu isimlerle 19’uncu yüzyıl geleneğinin oluştuğunu görmekteyiz. Daha sonraki devirlerde de Orhan Kemâlî, Enver TUNÇALP, Ali Gencelî, Mehmet Âsım KÖKSAL, Mahmut KAYA gibi zevât da mîraciye yazarak bu geleneği günümüze kadar devam ettirmişlerdir. Hâsılı, müstakil mîrac-nâme olarak baktığımızda 40 civarında bir eserle karşılaşmaktayız. Bunlar genelde mesnevî tekniğiyle yazılmıştır. Bunların bir kısmı sadece olayları anlatırken hacimli olanlar hâdise içerisinde yer alan her unsuru bir bir tasvir etmektedir. Meselâ Burak’ı ayrı, Refref’i ayrı, 7 kat gökleri ayrı bir şekilde uzunca anlatmaktadır.

Bağımsız mîrac-nâme metinleri yanında, şairlerin dîvânlarında, sadece mîrac hâdisesini işleyen kasideler de bir hayli fazladır.

Mîrac-nâme yazımının tarihî gelişimini daha teferruatlı bir şekilde merak eden değerli okuyucularımız, Metin AKAR Hocamızın 1980 yılında doktora tezi olarak yayınladığı «Türk Edebiyatında Manzûm Mîrac-nâmeler» isimli kitabından gerekli tarihî bilgiyi alabilirler.

Yüzakı: Mîrac hakkında yazılmış olan bu eserler hangi usûl ve şekillerde yazılmıştır?

Namık AÇIKGÖZ: Mîrac konulu eserler hem mensur hem de manzûm olarak yazılmıştır. Ancak müstakil olarak yazılan mîrac-nâmelerde nesirden çok nazma rağbet gösterilmiştir. Manzûm eserlerin daha etkili bir telif tarzı olması şüphesiz bu tercihte önemli bir rol oynamıştır. Mîrac hâdisesi fevkalâde heyecan verici bir hâdise olduğu için böylesine heyecan yüklü bir olayın nesirle değil de, âhenk ve ritmi de içinde barındıran ve belâgat değeri de yüksek manzûm metinlerle anlatılması daha münasip ve güzel görülmüştür. İşte bu sebepten mîraciyelerin manzûm olanları edebiyat tarihinde fevkalâde büyük bir yer tutmuştur.

Yüzakı: Peki, mîrac hâdisesinin bizzat kendisine gelecek olursak, bu hâdisenin tahlili sadedinde neler söylemek istersiniz?

Namık AÇIKGÖZ: Mîrac hâdisesinde Allah’la mülâki olup O’nunla konuşma vardır. Aslında hâdisenin özüne indiğimiz zaman şunu da görürüz: Mîrac hâdisesiyle kıyas kabul etmeyecek derecede keyfiyet ve seviye farkı olmakla beraber, Allah Teâlâ, aslında bizimle her zaman konuşuyor. Biz de O’nunla her zaman konuşuyoruz? Çünkü her varlık gibi biz de dâima bir oluş ve yaratılış içindeyiz. Her şey: «Kün fe-yekün: Ol, (dedi;) hemen oldu.» sırrına mazhar ve her an bu emri duyup ona ittibâ ile bir oluş içerisinde. Bu oluşun devam edişi hâlâ bir konuşmanın olduğunu ifade eder. Ama bu her an oluşun içinde özellikle üç konuşma vardır ki, günümüzün tâbiriyle «kayıtlara geçmiştir.» Yani bu konuşmanın sağlam ilâhî belgeleri elimizdedir:

1. Elest bezmi’nde (bezm-i elest’te) Allah Teâlâ “Elestü bi-Rabbiküm: Ben sizin Rabbiniz, değil miyim?” diye sordu. Biz kulların ruhları o an Cemâlullah yani hüsn-i mutlak ile rû-be-rû/yüz yüze idik. “Kâlû: Belâ” yani: “Evet!” dedik. Bu kayıtlara geçen ilk konuşmadır.

2. Allah Teâlâ’nın nûru Tur Dağı’nda bir ağaçta tecellî etti. Dikkat buyurun, Allah’ın nûru orada tecellî etti ve Hazret-i Musa Allah ile konuştu ama o ulü’l-azm peygambere: “Len terânî: Sen beni göremezsin!” dendi. Bu konuşma sebebiyle Hazret-i Musa’ya «Kelîmullah» denildi.

3. Hazret-i Muhammed Mîrac’ta rû-be-rû cemâlullah ile hemhâl oldu. O’nun bu yüce mazhariyeti mîrac hâdisesiyle gerçekleşti. İşte bu da kayıtlara geçmiş olan konuşmaların üçüncüsü ve en üstünüdür.

Tasavvuf ehli, «elest bezmi»nde Cemâlullah’a mazhar olup daha sonra ondan ayrılarak bu mazhariyetten uzak ve mahrum kalışı insandaki en büyük hicran yarası ve ıstırabı olarak îzah eder. Bu dünyada tattığımız bütün hazları ise o hüsn-i mutlaktan aldığımız hakikî hazzın bir mecâzı olarak yorumlarlar. Bu sebepten insan rûhu en saf hâliyle tekrar Cemâlullah’a kavuşma iştiyâkı ile dopdoludur. Mevlânâ’nın Mesnevî-i Şerîf’teki ilk 18 beyti de bu hakikati terennüm etmektedir. Oradan ayrıldık, ıstıraba düştük. Oranın hasreti ile yanıp tutuşuyoruz. Ney, bunun için inliyor, ney, bu ayrılığın hikâyesini anlatıyor… İşte mîrac bu sebepten çok büyük bir değere sahip ve insanlara fevkalâde heyecan veren bir hâdisedir. Bu hâdisede ruhların gerçek arzusu olan hakikî vuslat neş’esi en üst mertebede ifadesini bulur.

Mîracın bu fâikiyeti, üstünlüğü, mümtaziyeti sebebiyledir ki Müslümanlar mîrac hâdisesine pek ziyade önem vermiş ve bu heyecanı bütün yönleriyle en güzel sûrette anlatmaya çalışmıştır. Geleneğin bu kadar yoğun olarak yaşaması, bu yaşamanın insan rûhunda uyandırdığı derin heyecanların hâlâ sürekliliğini devam ettirmesi, bu olayın öneminden kaynaklanmaktadır. Klâsik şairler bu heyecanı metinlerine yansıtmışlardır.

Fuzûlî, meşhur «Su Kasîdesi»nde:

Sensin ol bahr-i kerâmet kim Şeb-i Mi’râc’da
Şebnem-i feyzin yetirmiş sâbit ü seyyâre su

diyerek, mîrac heyecanını dile getirmiştir.

Ganîzâde Nâdirî, Mîrac Kasîdesi’nde, o geceyi, grafik çarpıcılığı olan siyah-kırmızı-sarı renk ile beraber, gece, yıldızlar ve şafak vakti kızıllığı zemininde, el yazması bir Kur’ân-ı Kerîm sayfasına benzeterek, fevkalâde uyumlu bir şekilde kullanmakla ve pitoresk bir anlayışla âdeta bir tablo gibi şöyle ifade etmektedir:

Sevâd-ı sûre-i ve’l-Leyl ana zerrîn nikât encüm
Şafak ser-sûredir kim eylemişler sürh ile imlâ

Benzer tabloyu, Riyâzî Muhammed Efendi de, aynı dil zenginliği ile şöyle tasvir eder:

Olupdur zer-müşebbek anberîne bûy-ı pâkinden
Sipihr-i pür-kevâkible bu kûy-ı tûde-i garbâ

Zamâne âsumânî kâğıd üzre itdi sîm-efşân
Utârîd ide tâ kim midhat-i Peygamber’i imlâ

Mîrac metinlerinde en fazla işlenen anlardan birisi, Peygamber Efendimiz’in Sidretü’l-Münteha’da Refref’e binip Allah’ın huzuruna çıkmasıdır. Bu ânın, çok işlenmesinin iki sebebi vardır. Birisi, Hazret-i Muhammed’in bu andan itibaren Cemâlullah’a mazhar olması. İkincisi de, Refref’in büyülü, bilinmez ve müphem özelliğidir. Nahîfî, Mîrac-nâme’sinde, bu ânı şöyle anlatır:

Eyledi ikrâm ile Refref nüzûl
Ana süvâr oldı cenâb-ı Resûl

Refref’in evsâfın iden râviyân
Eylediler bu sıfât üzre beyan

Refref o dîbâce-i matbû’ ola
Sun’-ı dil-âvîz ile masnû’ ola

Aslı olup ya’nî ki dîbâ vü hâz
Sun’-ı amelde ola gâyet e‘az

Nakl ü beyân itdiğimiz bu sıfât
Oldu nümâyende-i ehl-i lugât

Refref-i Cennet’de velîkin kıyâs
Müttakiynin içün ola bir libâs

Hüsn ü letâfetde olup sebz-reng
Ehl-i cinân ideler anda direng

Sûre-i Rahmân’da didiler bazılar
Refref’i tefsirde verdi haber

Aslını tasdîk ideriz Refref’in
Şekli hafî ol sıfat-ı eşrefin

Mîrac’ın en önemli ânı, şüphesiz Peygamber Efendimiz’in Cemâlullah’a mazhar olduğu andır. Bunu Şeyh Gâlib, “İki yay arası kadar birbirlerine yakın oldular” âyetini de zikrederek şöyle anlatır:

Pehlevân-ı Kâbe Kavseyn mâh çevgân mihr gûy
Ol ki rahşı Sidre’de cevlân eyler rûz u şeb

Aynı sahneyi Riyâzî de, gene Kur’ân-ı Kerîm’den iktibaslar yaparak şöyle ifade eder:

Hemân-dem Refref-i ferhunde-pey hidmet-güzâr oldu
Makâm-ı kurbe irdi levh-i hân-ı râz-ı mâ evhâ

Varıp bir perde-i nûra o dahi kaldı hidmetden
Makâmı oldu ol dem evc-gâh-ı kurb-i ev ednâ

Görüp gûş etdiği güftâr u dîdârı o hâletde
Ne hergiz gûş etmişdir ne görmüşdür dîde-i bînâ

Gelip ol hâce çün kim açdı bârın mülk-i sûretde
O dem ashâb-ı rahmetden Hüdâ’ya eyledi ihdâ

Yüzakı: Peygamber Efendimiz’in ihsanı tarif ederken: “Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmek…” tarifi de oradan alınan hazzın tecellîsi olarak görmeye doğru bir yönlendirmedir diyebilir miyiz?

Namık AÇIKGÖZ: Elbette diyebiliriz. Mîrac esnasında, Peygamber Efendimiz’de, hüsn-i mutlak da dediğimiz Cemâl-i Mutlak’a mazhar olmanın getirdiği ilâhî haz ve heyecan tecellî etti. Peygamber Efendimiz bunun heyecanı ile yaşadı.

Bir de şu var: Malûm, tasavvuf sistemini anlatırken, kavs-i nüzûl, kavs-i urûcdan bahsediyoruz. Kavs-i nüzûl yani iniş seyri, elest bezmiyle başlar; kullukla yani kesretle dibe vurur. Daha sonra kavs-i urûc yani yükseliş seyri başlar. Kavs-i urûcun uc noktası yani mîrac, yani şeb-i vuslat (kavuşma gecesi), şeb-i vahdet (bir olma gecesi)tir. Yani tekrar kesretten vahdete yükselme vardır. Bu klâsik tasavvuf geleneğinde nefsin arınıp rûhun yücelmesinin temeli Cemâlullah’ı görüp O’na ulaşmaya duyulan iştiyaktır.

Burada şu hususa da işaret etmemiz gerekiyor: Biliyorsunuz, namaz mîracda farz kılınmıştır. Bu sebepten bahsettiğiniz ihsan hadîsini: “Namaz, mü’minin mîracıdır.” hadîs-i şerîfiyle birlikte düşünmemiz gerekiyor. Namaz, Allah Teâlâ’yı ibadet ânında bizzat görebiliyormuş gibi olabilme hâlidir.

Yüzakı: Bu noktada belki de görmek en üstün ilâhî nimettir. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de cennet ehlinden bahisle: “Vücûhun yevme-izin nâdırah, İlâ rabbihâ nâzırah: O gün pasparlak yüzler Rabb’lerini seyredicidir.” buyrulur. Bununla irtibatlandırarak neler söyleyebiliriz?

Namık AÇIKGÖZ: Görme hassesi mîrac-nâmelerde hiç tartışılmadan üst bir hasse olarak zikredilmiştir. Çünkü insan beyninin bir nesneyi zihninde canlandırabilmesi için görmesi şarttır. Bana şu anda Jamaika’yı istediğiniz kadar anlatın. Ben Jamaika’yı görmezsem anlattığınızı görmüş olduğum bir başka şeye benzeterek zihnimde canlandırırım. Görme hassesi insanlığın ezelî ve ebedî en önemli hassesidir Zaten mîracı zikrini ettiğimiz diğer konuşmalardan ayrı kılan da esasen konuşma görme unsuruyla birlikte oluşudur. Mîrac kitaplarında, mîrac gecesine şeb-i vuslat ve şeb-i vahdet denildiği de vâkîdir. Çünkü aslolan orada vuslattır. Vuslat da bizzat görerek olur.

Şeb-i vuslat ifadesi bize hemen Mevlânâ’nın da şeb-i arûsunu hatırlatmaktadır. Nitekim fenafillah makamına erişmiş bir ârifin ölümü de ruhun mîracı olarak değerlendirilebilir.

Yüzakı: Peki, bu geleneğin güzel sanatlardaki yansımalarına geçecek olursak, nelerden bahsetmemiz gerekiyor?

Namık AÇIKGÖZ: Mîrac-nâme, metin olarak edebiyatta, beste olarak da mûsıkîde işlenmiştir. Bunlara ilâveten nakış sanatı olan minyatürler içerisinde de mîrac konulu eserlerin büyük bir yeri ve önemi vardır. Osmanlı’da mîrac hâdisesinin hemen hemen her ânı minyatürlerde son derece zengin bir şekilde resmedilmiştir. Topkapı Sarayı’nda mîrac konulu zengin siyer koleksiyonları vardır. Yurt dışında da minyatürlü siyer kitapları bulunmaktadır. Bunların birçoğu minyatür sanatının zirvesi diyebileceğimiz bir vasfa sahiptir.

Bu minyatürlerde Mescid-i Aksâ’da geçen hâdiseler, Peygamber Efendimiz’in, yüzü kapalı bir sûrette Burak’ın üzerinde oluşu, başının üzerinde nûr alevinin bulunuşu, Burak’la gökyüzüne doğru yükselişi, gece atmosferinde kanatlı meleklerin uçuşu gibi sahneler resmedilmiştir. Bu sanat şâheserleri renk, kompozisyon ve ifade açısından son derece zengindir.

Yani mîrac etrafında hem duymaya hem de görmeye yönelik bir sanat zenginliği oluşturulmuştur. Bunlar bizim için çok büyük kültürel hazinelerdir.

Yüzakı: Mîrac hadisesi, mûsıkîmizde hangi eserlere konu olmuştur?

Namık AÇIKGÖZ: Geleneğimizde yer alan hemen hemen her mesnevîmiz belirli bir tegannî ile okuna gelmiştir. Meselâ Mevlid-i Şerîf de bir mesnevîdir ve hâlâ belirli makam ve usûllerle okunmaya devam etmektedir. Aynı şekilde Anadolu dışından bir örnek olarak Manas Destanı da bir enstrüman eşliğinde ezgili olarak okunur.

Üçüncü bir örnek olarak kasîde ve gazel okuma geleneğini de zikredebiliriz. Bu gelenek maalesef 1960’lardan sonra ciddî bir azalmaya uğradı. Rahmetli Münir Nurettin SELÇUK’un okuduğu gazelleri burada zikredebiliriz. Bunun biraz folklorik bir biçimi de Şanlıurfa ve civarında icra edile gelmiştir. Merhum Kazancı Bedih de bunun son mahallî temsilcilerindendir. Zaten bu gazel okuma geleneği de mesnevî okumalarının içinden doğmuştur. Mesnevî kısa vezinlerle yazıldığı için ezgili bir şekilde okunmaya başlandıktan bir müddet sonra yeknesaklığa düşüp dinleyiciyi usandırabiliyor. İşte tam o anda okunan bir gazel bu tekdüzeliği kırarak dinleyiciyi usanmaktan kurtarıyor.

Mîrac-nâmelere gelecek olursak… Bunlar da tegannî ve mûsıkî eşliğinde okunmuştur. Buna örnek olarak Abdülbâkî Çelebi’nin eserini verebiliriz. Ama en meşhur örneği 17’nci yüzyılın sonu, 18’inci yüzyılın başında yaşayan Nâyî Osman Dede’nin mîraciyesidir.

Nâyî Osman Dede’nin mîraciyesi tevşihlerle beraber, bazı nüshalarda 102, bazı nüshalarda ise 108 beyittir. Osman Dede, eserini kendisi bestelemiştir ve bu mîraciyenin mûsıkî değeri çok yüksektir. Eser yüz küsur beyitte 30 ayrı makam ve sayısız geçki ile zenginleştirilmiştir. Makam ve geçkilerle beraber usûller de değişiklik arz etmektedir. En fazla olarak «darb-ı Türkî» ve onun tamamlayıcısı olarak sayabileceğimiz «hüseynî» kullanılmıştır. Bütün bu zenginliğini ifade sadedinde Yılmaz ÖZTUNA’nın bir değerlendirmesini burada nakletmek istiyorum. Öztuna şöyle der: «Elimizde bulunan 25 bin klâsik bestenin içinde, en mutantanı, en zengini, en büyüğü Nâyî Osman Dede’nin mîraciyesidir.»

Suphi EZGİ bu mîraciyenin notalarını derlemiş, toparlamış ve yayınladığı «Mûsıkî Ansiklopedisi»ne koyarak günümüze kadar ulaşmasını sağlamıştır.

Bundan ayrı olarak Abdulbâkî Ârif Efendi’nin eseri de bestelenmiştir. Bu mîraciye, Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin türbesinde okunurmuş. Aynı şekilde Muhammed Fevzi Efendi’ninki de bestelenmiş, ama bestesi unutulmuş.

Mîraciyeler hem mîrac gecelerinde hem de diğer gecelerde genellikle yatsı namazlarından sonra, iki saat kadar süren bir merasimle okunurmuş. En fazla mîraciye okunan yer Aziz Mahmud Hüdâyî Külliyesi imiş. Ayrıca Mevlevî geleneğinde de mîraciyeler büyük bir yer tutar. Galata ve Yenikapı Mevlevîhaneleri’nde mîraciye okuma geleneği, son demlerine kadar sürdürülmüştür. Minareden de mîraciye okunduğu olurmuş. Hattâ Elâzığ’da minareden mîraciye okuduğunu söyleyen ve halk arasında Nazlı Hoca diye bilinen Abdullah NAZIRLI ile tanışmış ve kendisiyle yaptığım bir röportajı 1987 yılında bir gazetede yayımlamıştım. Metin AKAR Bey kitabında, geleneğin son temsilcilerinden Şakir ÇETİNER Bey’in son mîraciyeyi 21 Haziran 1979 günü Bursa Mahkeme Camii’nde okuduğunu nakleder.

Günümüzde artık maalesef mîraciye okunmuyor. Çünkü mîraciye okuma ve dinleme geleneği çok daha üst bir bilgi ve zevk terbiyesi gerektiriyor.

Yüzakı: Burada mîraciye besteleyip okuma geleneğinin eğitim yönüne de temas etmemiz mümkün mü? Bu, aynı zamanda dinleyenlere yönelik bir ruh ve duygu eğitimi olarak kullanılmış mıdır?

Namık AÇIKGÖZ: Önceden tekkeler, zâviyeler, âsitaneler ve dergâhlar geleneğin hem edebî metin boyutuyla hem de mûsıkî olarak yaşatıldığı bir yerdi. Buralarda mûsıkî ve edebiyat etkili birer eğitim aracı olarak kullanılırdı. Zaten aşkı temel alan her sanat dalı rûhu terbiye edici bir vasfa sahiptir.

Mîrac eğitiminin temelinde kesretten temizlenmek vardır. Kesretten temizlenmenin yolu da rûhun yücelmesi, urûc etmesidir yani mîracıdır. Ruh bu dünyanın ağırlıklarından arındıkça yücelmeye başlar. Mevlânâ’nın çok güzel bir beyti vardır. Günümüz Türkçesiyle ifade edersek: «İnsan bir gemi, dünya bir deniz. Bu geminin yüzmesi için suyun geminin altında olması gerekir. Su, geminin altında olursa dünya yüzer. Ama su geminin içinde olursa, o gemi batar.» der. Yani dünya insanın içinde olursa insan batar. Gönüllerde sonsuzluğa can atan mîrac aşkı olduğu zaman gemi selâmete ulaşır.

Yüzakı: Mîracın yücelip, yükselme anlamına gelişinden bahsettik. Bu noktada asrımızın fezâ yolculuklarına da değinecek olursak nasıl bir değerlendirme de bulunabiliriz?

Namık AÇIKGÖZ: Son birkaç asrın ilmî seyri Hıristiyan batının elinde dünyevîleşme sûretinde cereyan etmiştir. İnsanoğlu kesret dünyasının kalabalığında boğuldukça buhranına bir çıkış yolu aramış ve belki de son bir ümitle fezâyı hedef almıştır. Tahakküm sahasını genişlettikçe kendisinin de genişleyeceğini zannetmiş ve böylece kendini ihtiraslarının pençesine daha fazla mahkûm etmiştir. Fezâya çıkmaya muvaffak olmuşsa da materyalist zihniyet ve his dünyasından arınamadığı için ruhî sefaletinden ve buhranından kurtulamamıştır.

Hâsılı, bugünkü uzay yolculuklarını 19’uncu yüzyılın kaba pozitivizmi şekillendirmiştir. Ama bu felsefeyle en fazla Ay’a veya Mars’a gidebilirsiniz. Bu felsefe bir noktada tükenmeye mahkûmdur. Zira beşerî olan ve sadece beş duyumuzla algılayabildiğimiz her şeyin bir sınırı ve tükenme noktası vardır. Ama yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi, mîrac, beş duyunun çok çok fevkinde bir hâdisedir. Bu yüzden, pozitivist zihniyetin algıladığı fezâ ile mîrac heyecanını duyanların fezâsı aynı olamaz.

Sonsuz fezâya nispetle düşündüğümüzde Ay’a seyahat etmek bir odadan yan odaya geçme hâdisesinden pek farklı değildir.

Ama Cemâlullâh’a doğru seyreden bir ilim zihniyetinin asla tükeniş noktası yoktur. İnsanlık kesretten kurtulup kendini vahdete raptedebildiği ölçüde sonsuzluğa ve gerçek huzura yakınlaşmış demektir. Elest bezminde verdiğimiz söze sâdık kalıp tekrar O’na dönebilme aşk ve iştiyâkı hem ilim hem de sanat tasavvurlarımızın en üst gayesi olmalıdır. Bu da ancak mîrac aşkı ve şuuruna sahip olmakla mümkün olabilecek bir keyfiyettir.

Yüzakı: Bu konuda son olarak eklemek istedikleriniz nelerdir?

Namık AÇIKGÖZ: Mîrac geceleri şükür ki halkımız arasında bir şekilde hâlâ ihyâ edilmeye devam ediyor. Ama bizim bu gecelerde mîraciye okuma geleneğini de canlandırmamız gerekmektedir. Mevlid kandillerinde Mevlid-i Şerîf okuduğumuz gibi mîrac gecelerinde de mîraciye okutmalı ve bunu televizyonlardan naklen yayımlamalıyız. Suphi EZGİ’nin tespit ettiği notalar elimizde mevcut… Alıp müzikologların denetiminde tâlim edelim ve bu geleneği yeniden canlandıralım. Mûsıkî erbabı ve diyanet camiası bence bu işe bizzat önayak olmalıdır.

Yüzakı: Hocam, çok teşekkür ediyoruz, dilinize, gönlünüze sağlık.

Namık AÇIKGÖZ: Ben teşekkür ederim efendim.