Fezâ Çağı ve Mîrac…

M. Ali EŞMELİ

Ten ve nefs kafesinde insanın rûhu, bu dünyada toprak üzerinde akarken çamurlanan su gibidir. Fakat suyun tabiî yapısı berraklık olduğu için bu çamurlanma, onu bulandırır ve güzelliğine de, değerine de halel getirir. Onun enginliğe namzet olan bağrı da, o bulanıklığı arttıkça daralmaya başlar. Sonunda imdadına gökler yetişir. Güneşin de yardımıyla toz ve toprağın içinden süzülerek semâya yükseltilir. Böylece su, göğe yükselişle birlikte tekrar pırıl pırıl bir hâle gelir. Öyle ki tekrar yeryüzüne döndüğünde adı, «rahmet» ve «bereket» olmuştur artık.

Çünkü göklere çıkış, Allah’a yükselişi temsil eder. Bu yükseliş için ise insanın küfür, isyan, sapıklık, zulüm, riyâ ve benzeri her türlü kötülüklerden el çekmesi şarttır. Yani gönül, tertemiz bir kalb-i selîme dönüşmelidir. Nitekim Hazret-i Peygamber’in bile, günahsız olmasına rağmen mîracdan önce ilâhî bir ameliyatla göğsü yarılmış ve kalbi mânen yıkanmıştır. Bu itibarla mîrac, kir ve pas içinde perişan olunan şu dünya ikliminin dışına çıkarak bir temizlenme, kendine gelme ve yücelme mâhiyetinde bir hakikattir.

Bu gerçek, fezâ çağında sadece Mars’a kadar gidebilenlerin henüz göremediği ve sırrına eremediği bir husustur. Çünkü fezâya süzülmüş bir ruh ile çıkanlar için Mars, belki de sadece birinci adım sayılır. Fakat tozla-toprakla, kir ve pasla çıkanlar için ise o gezegen ve diğerleri, belki daha ötelere gitmeye müsaade etmeyecek birer mâniadır.

Bugün insanoğlunun ikincisine değil, daha ziyade birincisine ihtiyacı var. Çünkü fezâlarda Nemrut gibi dolaşıp da yeryüzünü bombardıman ederek yeni doğmuş bebeleri bile katletmek, hiçbir zaman göklere yükselmek sayılmaz. Zaten gökler de, bağrında lekeli ve çamurlu bir ruhla gezerek yeryüzünde taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmamak azgınlığında olanlara hiçbir zaman yücelik kapılarını açmamıştır. Onları, bir gün, hem bu dünyanın hem de cehennemin dibine kusmuştur.

Dolayısıyla göklere çıkış ve yükseliş, ancak kalbî bir seviye ile baştan sona bir ihyâ ve dirilik olduğu an gerçek mânâsını bulur, mîrac vasfını kazanmaya başlar. Bu da yeryüzünde tertemiz bir adâlet, merhamet ve hidâyet üzere yaşamanın bir neticesidir.

Yoksa dünyanın her köşesinden yükselen ve gittikçe artan mazlum feryâtları, hiçbir zaman susmaz. Çünkü mîracsız bir fezâ çağı, çılgınlıklar kaynağı ve en masumlara karşı bile zulümler çağı olabilmektedir. Oysa Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mîrac hazırlığında zâlimlere bile af ve merhamet bahşedilmiştir. O, kendisine her türlü eziyet ve işkence edenleri, taşlayanları, hakarette bulunanları ve hattâ öldürmek isteyenleri dahî rahmet kanatları altında diriltmeye çalışmıştır. Nitekim böyle bir gayretin ve sabrın ardından da Cenâb-ı Hak, O’nu mîrac ile mükâfatlandırmıştır.

Bu sebepledir ki bugün zulüm çıkmazı içerisinde tıkanan dünyayı kurtaracak en büyük hamle, işte böyle bir mîrac hamlesidir. Üstelik mîracdan önce Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- îmânî çevre ve imkân bakımından zayıf, düşman ise çok güçlüydü. Mîracın sonrasında ise zamanla bu tam tersine dönüştü. Yani neticede; sabır, sebat, merhamet ve hidâyet kazandı, kazandırdı.

O hâlde insanın yönü dâima mîrac rûhuyla yücelere doğru yönelmiş olmalıdır. O zaman insan, kendi iç âlemindeki sonsuzluğu ve yüceliği de keşfeder. Çünkü rûhu, yüceler yücesinden bu âleme gelmiştir ki, onun yegâne huzuru yine yüceler yücesine dönmektir. Fakat topraktan olan bedeni de onu aşağıların aşağısına çekmek için çırpınmaktadır. Böyle olunca kimi insanlar fezâlara da çıksa yön bakımından hep yerin dehlizlerine dönük yaşamakta, kimileri de yerde bile olsa dâima yedi kat göklerin ötelerine doğru yol almaktadırlar.

Bizim bunlardan hangi tecelliyi yaşadığımızın tek mihengi, ancak mîrac ile alâkamızdır. «Yönümüz göklere mi, yere mi?» bunu mîrac aynasında seyredersek anlarız. Yani şahsiyetli ve ufuk sahibi olabilmemiz için mîrac eğitimi şarttır.

Evet, mîrac bir eğitimdir. O daha ziyade Arş ve Kürsî’nin üzerinde bir vuslattır, ancak bu vuslatın gerçekleşmesi, hiç şüphesiz ki, büyük bir olgunluk ve kalbî seviye ister. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber’in mübarek lisanıyla: «Namaz mü’minin mîracıdır.» buyrularak o en şümullü ibadet bile bir mîrac eğitimi vasfında ifade edilmiştir. Yani günde beş kez namaz vesilesiyle ruhların yedi kat göklerin üzerine çıkması, çok müthiş bir ufuktur. Böyle bir eğitimin farkında ve ciddiyeti içerisinde olanlar için nihayetinde her şey bir Burak (mîraca çıkaran vasıta) olur. Güzel sözlerden tutun da sabır, sebat, zayıfları kollama, cömertlik, hizmet, af, merhamet, adâlet ve kâmil ahlâk misâli bütün güzel davranışların her biri, mûtenâ birer Burak hükmünde, vuslat âlemi olan semâlara götürür.

Bu mazhariyete göre yaşayan insana yıldızların üzerinde tahtlar hazırlanır. Çünkü o, meleklerin de secde ettiği bir varlık olma özelliğini korumuştur. Artık yedi kat göklerden de üstün bir gönül sahibidir. İçinde bin bir âlem gizlidir. Bu insan Arş ve Kürsü’nün üzerinde oturmaya lâyıktır.

Fakat beşerin ruh pınarı, ten ve nefs çamuruna aldanır da iblis gibi mîraca uzak yaşar ve göklere doğru bir yükselme ve orada temizlenme yaşamazsa, o sadece yerin dibine geçecek bir lokmadır. Hazret-i Mevlânâ bu gerçeğe işaretle şöyle demektedir:

“Cenâb-ı Hak; «Biz dâima gönle bakarız, su ve çamurdan ibaret olan sûrete, şekle değil.» diye buyurdu.”

“Sen; «Bende de gönül var.» diyorsun. Diyorsun ama; gönül Arş’ın üzerinde olur, hâlbuki sen, aşağılardasın, aşağılıklarda bulunmadasın.”

“Kara balçıkta da su bulunduğunu herkes bilir. Fakat o su ile abdest alınmaz ki!”

“Balçığın içinde su vardır, vardır ama, o balçığa yenik düşmüş, balçıkta kay­bolmuştur. Hâl böyleyken gönlüne; «Bu da gönüldür.» deyip durma. Çünkü se­nin gönlün kirli emellere, şehvete, hiddete, mevki hırsına, dünya isteklerine mağlûp olmuş, onlar arasında kaybolup gitmiştir.”

“Göklerden de üstün olan gönül, peygamberlerin ve sâlihlerin gö­nülleridir.”

“Onların gönülleri çamurdan, yani kirli isteklerden, günahlardan arın­mış, temizlenmiş, saf bir hâl almıştır. Mânevî neşeleri arttıkça artmış, coşmuştur. Her faydalı ve güzel işe yarar olmuştur.”

“Çünkü onlar, balçık zindanından kurtulmuşlar, Hakk’ın vuslat denizine karışmışlardır.”

Bütün mesele, rûhu bulanık hâle getiren çamurlardan kurtulmak! Bunun da yolu mîrac eğitimi. Yoksa insan, üzerindeki dağ gibi süflî arzuların altında ezilir gider. İçinden çıkamadığı çamurların arasında rûhunu çürütür.

Bunun içindir ki, bütün peygamberlerin kulluk hususunda müşterek gaye ve gayretleri, mîrac eğitiminden ibaret olmuştur. Her biri, en büyük çilelerin ve ıstırapların ortasında da kendilerini sabır, sebat, merhamet ve hidâyet coşkusu ile yaşatan yegâne enerji ve hazzı mîrac olarak ifade etmişlerdir. Meselâ;

Halîlullah (Allah’ın dostu) olan Hazret-i İbrahim, Nemrut tarafından ateşe atıldığında hususî bir gönül mîracı yaşamış ve o ânın lezzetini unutamamıştır:

Sordılar kim yâ Halîlallah digil
Niçe-y-idi hâlüñ ol dem söylegil

Didi kim ol dem baña mîrâc-ıdı
Pâdişâh nûrı başumda tâc-ıdı

Cümle perde götrülüben ol Çalap
Gözüme görnü-dururdı bî-hicâb

[Âşık Paşa, Garib-nâme]

“Sordular: Ey Allah’ın dostu İbrahim! Anlat, (ateşe atıldığın) anda hâlin nasıldı?”

“O da dedi ki: O an, benim için mîracdı ve Allah’ın nûru da başımda taçtı. Aradaki bütün perdeler kaldırılmıştı ve o yüce Allah âdeta açıkça gözüme görünmüştü.”

Bıçak altına yatan Hazret-i İsmail, balığın karnına düşen Hazret-i Yunus, binbir hastalığa dûçar olan Hazret-i Eyyûb, kuyuya ve zindana atılan Hazret-i Yusuf ve emsâli bütün peygamberler, o en dar zamanlarında dâima geniş bir gönül huzuru bahşeden mîracı yaşamışlar ve bir ömür o vuslat iksirinin peşinde koşmuşlardır. Bu sebeple Âşık Paşa der ki:

Kim Çalab’uñ dostları ne kıldılar
İbtilâdan niçe rahmet buldılar

“Bir bak Allah dostları nasıl yaşadı da onca belâ ve zahmetten nice rahmet elde ettiler.”

Tabiî peygamberler içinde Hazret-i İdris ve Hazret-i Îsâ göğe refedilerek semâvî olmuş, fakat en büyük ve gerçek mânâsıyla mîrac, Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem ’e nasip olmuştur. Âşık Paşa, Süleyman Çelebi’ye ilham ve iktibas kaynağı olan beyitlerinde bu yüce nasibi uzun uzadıya aşk coşkusu içerisinde anlatır:

Diñle imdi Mustafâ mi‘râcını
Hulleden tonı vü nurdan tâcını

Ol gice kim mi‘raca agdı Rasûl
Ne du‘â kim kıldısa oldı kabûl

“Şimdi (anlatacağım) Hazret-i Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem ’in mîracını, giydiği cennet elbisesini ve nurdan tacını dinle!”

“Mîraca yükseldiği gecede Hazret i Peygamber, ne istediyse kabul oldu.”

Geçdi vardı Hazret’e kıldı niyâz
Hakk-ıla söyleşdi bunça sırr u râz

Kābe-kavseyn oldı menzilgâh aña
Gör ne devlet virdi ol Allah aña

“Hazret-i Peygamber, yedi kat göğü geçip Allah’ın huzuruna vardı ve niyazda bulundu. Birçok sırları ve gizlilikleri Cenâb-ı Hak ile söyleşti..”.

“O’nun ulaştığı makam «kābe kavseyn» yani iki yay arası diye ifade edilen bir yakınlık oldu. Bir bak ki, böyle bir yakınlıkta Allah, O’na ne büyük dereceler, nimetler ve lütuflar bahşetti.”

Tañrı’dan emr oldı bu biş vakt namâz
Kim kıla her dem anuñ birle niyâz

Ola İslâm dîninüñ ol diregi
Hem ola cümle ibâdet yüregi

“Bu beş vakit namaz da mîrac gecesi Allah’tan ferman oldu ki: (Peygamber ve ümmeti) dâima namazla Allah’a niyaz etsin. Ve namaz, İslâm dininin direği ve bütün ibadetlerin de yüreği olsun!”

Bunlar mîracın bilinen ve anlatılan kısımlarıdır. Onun gerçek mâhiyeti ise idrakin üzerindedir. Bu noktada Âşık Paşa şöyle der:

Dost visâlin ne’ydügin kim ne bile
Kimsene bilse dahı gelmez dile

Bu işe bu kudrete ne akl ire
Söz üküşdür çün girü indi yire

“Gerçek dosta (Allah’a) vuslatın ne olup olmadığı hususunda kim ne bilebilir! Kaldı ki bir kimse bilse bile anlatamaz, çünkü mîrac söze sığmaz.”

“(Çünkü) bu yüce işe ve ilâhî kudrete akıl-sır ermez. Bu hususta söz uzayıp gider. Hâsılı o yeryüzüne (böyle bir mîrac ile) dönmüştür.”

Âşık Paşa, her hususta bizlere yegâne örnek ve rehber olan Hazret i Peygamber’in mîrac hususunda da yüce bir numûne olduğundan hareketle mîracda gerçekleşen takarrub/yakınlık mertebesini gaye hâline getirmeyi tavsiye eder:

Ol takarrubdan bulasın mertebe
Cümle dilden işidesin merhabâ

“O yakınlıktan öyle bir mertebeye ulaşasın ki (orada) bütün dillerden işiteceğin söz «merhabâ» olsun!..”

Böyle bir mertebe için yapılması gerekenleri de Âşık Paşa şöyle sıralar:

Biriküben bir olup ol Bir-ile
İşleyesin her işi takdîr-ile

Kanda dursañ durduguñ yir Tûr ola
Âlem içre devletüñ mansûr ola

“Sen bir olan Allah ile beraber olmalı ve her işi de takdir ile yani onun arzu ettiği şekilde yapmalısın.”

“Öyle ki nerede bulunursan bulun orası (Hazret-i Musa’nın Allah ile konuştuğu yer olan) Tur Dağı olsun. Böylece senin devlet ve merteben de yücelik ve başarı üzere olsun…”

Çün bu vuslat seni şuna irgüre
Cümle ölmiş dirligüñi dirgüre

Gele ol varlık seni senden al
Gide senden senlik ol varlık kala

Kurtılasın gide senden senligüñ
Gide küllî mahv ola ol benligüñ

Ol deñizde garka vara akl u cân
Ölmesüz dirlik bulasın câvüdân

“Bu vuslat seni şu noktaya ulaştırmalıdır ki, o da senin ölü hâlindeki bütün hayatını diriltmelidir.”

“O varlık, senin içine yerleşip de seni senden almalıdır. Böylece sendeki senlik gitmeli ve o varlık kalmalıdır.”

“Senliğin senden öyle gitmeli ki, sen tamamen kurtulmalısın. Yani o benliğin tamamen gitmeli ve yok olmalıdır.

“Akıl da can da o vuslat denizinde boğulmalıdır. Tâ ki sen ölümsüz ve ebedî bir hayata kavuşasın…”

Emr ü nehyi n’eydügini key bile
Bâtılı hakdan seçe kıldan kıla

Her kişi kim anda işbu rây ola
Ol hakîkat kamulardan bay ola

Anuñ-ıçun kamular muhtâc aña
Akl içinde her nefes mi‘râc aña

“Kişi ilâhî emir ve yasakları iyice bilmelidir. Bâtılı ve hakkı, doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırt edebilmelidir.”

“Her kimde böyle bir hüner ve akıl olursa hakikatte o herkesten daha zengin olur.”

“Öyle ki bu zenginlik sebebiyle herkes ona muhtaçtır. Artık akıl ve fikrinde her nefes ona mîracdır.”

İşte insana, fezâda da dünyada da lâzım olan akıl ve gönül rütbesi bu! Mîrac rûhu. Mîrac için sadece güzelliklerle yoğrulma eğitimi. Her türlü çamurdan, çamur gibi işlerden, zulümden ve yanlışlıklardan sıyrılma gayreti. Ancak bu şekilde insanlık, billur ve berrak su misâli bir rûha sahip olur. Bir bulut gibi yeryüzüne rahmet ve bereket saçar. Aksi hâlde insanlar, balçıklar içerisinde kokuşur ve ellerindeki güç ve kuvveti de sadece hastalık ve ölüm kaynağı olarak kullanır.

Bu iki gerçek, göklerde yeryüzündekiler hakkında verilen hükme tesir eden iki büyük sebeptir. Yıldırımlar ve korkunç seslerle gelen ilâhî intikam tecellileri mi, yoksa rahmet mi? Tercih insanların.

Sordu Seyrî: Şu semâdan dökülen damla nedir?

Lütfu bin bir bereket kahrı da tûfan dedi su!..

Dileriz Mevlâ’dan kahra değil, lütfa mazhar oluruz. İnşallah her nefeste bu mazhariyete lâyık bir ömür yaşarız.