İslâm ve Müslüman
Adem SARAÇ
Mekke… Küfür bataklığında can çekişen, put istilâsı içerisinde yaşayabilme savaşı veren beldelerden bir belde…
Şehirlerin anasıydı Mekke… Beldelerin anası.
Nûr yatağıydı Mekke… Gül yatağıydı.
Ama Mekke, uzun yıllardan beri nûra da hasretti, güle de hasret.
Öylesine devran değişmişti ki, her şey alt üst olmuştu…
Müfsitler ifsat etmişlerdi güzel Mekke’yi…
Garip bir döneme girilmişti artık…
Güzel hasletler, hayatı anlamlı ve yaşanılır kılan hayat kılan faziletler, tek tek kaybolup gitmişti…
Kötülüklerin ve çirkinliklerin revaçta olduğu; kötü insanların, kötü hareketlerinin iyi zannedildiği; iyi, güzel ve faziletli hareketlerin yok olup gittiği bir dönemdi artık o dönem.
İşte böyle bir ortamda, bu dikenler arasında gül kalabilenler de vardı…
Güle hasret yaşarken, belki farkında bile olmadan, Allah’ın takdiri ile özlerinde gül özünü barındıranlar vardı.
Fıtratını yitirmeyenler, bir yerlerinde muhabbeti muhafaza edenler vardı.
Muhabbet fedaisi olabilecek kıvamda olup, bu kıvamın açığa çıkmasını bekleyen gül adayları vardı Mekke’de…
İşte böyle bir ortamda, Kâinatın Efendisi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Peygamber olarak vazifelendirildi.
İslâm güneşi, Mekke’nin karanlık ufuklarını aydınlatmaya başlayınca, gözlerini ve gönüllerini açıp ışığa koşanlar olduğu gibi, bu eşsiz nûra gözlerini ve gönüllerini kapayanlar da vardı.
Ne olursa olsun, gün doğmuştu artık… Karanlıklar sona erecekti…
Gün ile uyananlar, güneşin aydınlık saçan nûruna yönelirken, günlerini gecelere çevirenler, karanlık kuytulara doluşmuşlardı…
Şafak atmış, İslâm güneşi doğmuş, Mekke ufukları nûrla nûrlanmaya başlamıştı…
Nûra koşanlar arasında her kabileden, her yaş ve cinsiyetten insanlar vardı.
Erkekler vardı… Hanımlar vardı…
Küçükler vardı… Büyükler vardı…
Yaşlılar vardı… Gençler vardı…
Köleler vardı… Hürler vardı…
Özellikle, gül yüzlü, nûr bakışlı, canlı mı canlı çocuklar da vardı tabiî…
İslâm gelmişti artık, İslâm…
İslâm gelmiş ve her şey değişmeye başlamıştı…
İslâm; Hazret-i Âdem Peygamber’den beri gelen ilâhî dinin adıydı. Allah’ın yarattığı insanlara, Allah’ın gönderdiği hayat biçimiydi…
Peygamber; Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara getiren elçi… Bu emir ve yasakları hayatında uygulayarak tebliğ eden, anlatan, öğreten Rasûl, Nebî, örnek ve önder demekti.
Peygamber vasıtası ile; uyarıcı, kurtarıcı, davetçi ile kurtulacaktı artık herkes.
Müslüman; Hakk’a teslim olan… İnanan, inandığını yaşayan, İslâm’ı din olarak seçip, Müslüman adını alan şerefli insan…
Ama herhangi bir insan değil, Allah ve Rasûlü’ne teslim olan seçkin insandı Müslüman.
Tâbir yerindeyse, Müslüman; Allah’ın özel kuluydu…
Müslüman; İslâm esasları ile donanan seçkin insandı…
İnsanlar fıtratlarına yönelip, İslâm ile insan olacaklardı…
Çünkü insan, ancak İslâm ile insan olurdu…
Yüce Allah, Peygamber Efendimiz’e, insanları İslâm’a davet etmesini emredince, O’na ilk îman eden Hazret-i Hatice olmuştu…
Sonra da ilkler sırasıyla îman ile şereflenmeye başladılar.
İlk önce Hazret-i Hatice… İlk önce Hazret-i Ebû Bekir… İlk önce Hazret-i Ali… İlk önce Hazret-i Zeyd…
Hepsi ilk önceydi bunların. İlk Müslümanların başındaydı bunlar.
Kadınlardan, erkeklerden, çocuklardan ve kölelerden önceler, öncüler, ilkler.
İlâhî mesaj, bu ilklerle aydınlatmaya başlayacaktı gönülleri.
İlklerle ve onları takip edenlerle…
İnsanoğlunun yaratılış gayesi, Allah Teâlâ Hazretleri’ni ciddî mânâda tanımak, bilmek, bulmak; emir ve yasaklarının çerçevelediği bir hayat sürmekti.
Bunun için olsa gerek ki, ilk vahiy: “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” diye başlamıştı…
Okumak… Okumak ve anlamak… Anlamak ve yaşamak…
Ancak böyle çıkılır aydınlık günlere.
Aydınlanma süreci okumayla başlar.
Karanlıktan aydınlığa okumayla çıkılır çünkü.
İslâm, teslim olunan din; Müslüman, teslim olan insan…
Elinden ve dilinden hiç kimseye zararı dokunmayan… Herkese faydalı olan… Emîn insandır Müslüman…
İslâm, ilâhî hayat ölçüsü… Müslüman, bu ölçünün örnek şahsiyeti…
İslâm, Allah’ın en son dini… Müslüman, Allah’ın sevgili kulu…
Peygamberler sultanı da, Sevgililer Sevgilisiydi…
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem-