Âh Be Oğlum!

İrfan ÖZTÜRK

Küçük yaşta anne ve babasını kaybeden Ali bir evin bir oğlu idi. Üç yaşında olan Ali’nin bakacak kimsesi yoktu. Annesi vefat ederken kardeşi Cemil’i çağırmış, Ali’nin bakımını üstlenmesini ve ona iyi bakmasını vasiyet etmişti. Cemil Bey bunu bir görev kabul ederek ablasının vefatından sonra Ali’yi yanına almıştı. Aslında Cemil Bey, nüfusu kalabalık bir aile reisi idi. Beş evlâdına bir de Ali’yi katınca altı çocuk başı olmuştu.

Cemil Bey, çalışıp kazandığı ile geçinen bir köylü olmanın yanında, çalışkan, edepli, iyi bir aile reisi idi. Küçük Ali ise anne ve babasının yokluğunu hissediyor, ağlıyordu. Onu dayısı Cemil Bey’den başka kimse teskin edemiyordu. Bir gün ağlayan Ali’nin gözlerinden öperek: “Yavrum ağlama, bundan sonra baban benim!” diyerek onu bağrına bastı. Bundan sonra küçük Ali de dayısı Cemil Bey’i babası olarak kabul etmiş ve onu çok sevmişti.

Cemil Bey, yeğenini esen rüzgârdan koruyor, herhangi bir şekilde ona zarar gelmemesi için çok dikkat ediyordu. Onu kendisinden hiç ayırmıyor, tarla, bağ, bahçe, harman hep yanında gezdiriyordu.

Zaman hızlı bir şekilde ilerlemiş, Ali büyüyüp okul çağına gelmişti. Dayısı onu mahalledeki mektebe kaydettirdi. Ali artık öğrenci idi. Bir gün dalgın bir hâlde otururken gözleri yaşlarla dolmuş Ali’ye öğretmeni sordu:

“–Oğlum, herkes dersine çalışıp dururken sen neden ağlıyorsun?”

“–Öğretmenim, ben onlar gibi değilim, onların anne ve babaları var, benim yok da ondan.” dedi. Öğretmeni onu teselli etti.

Ali, yetimliğine rağmen yine de çok çalışkandı. Okuduğu bütün okulları birincilikle bitirdi. Girmiş olduğu üniversite imtihanında da çok yüksek puan alarak arzu ettiği bölüme yerleşti. Kendisi ile beraber aynı bölümü kazanan arkadaşları vardı. Dayısı, iki arkadaşı ile birlikte kalmak üzere bir ev kiraladı onlara. Cemil Bey, köyde bin bir türlü zorluklarla kazandığı paralarla yeğeni Ali’nin bütün ihtiyaçlarını karşılıyordu. Üşütme sebebiyle hastalanıp, hastaneye yattığında bir hafta uyumadan yeğeninin başucunda beklemişti.

Günlerden bir gün Cemil Bey’e üniversiteden bir yazı geldi. Yazıda yeğeni Ali’nin üniversiteyi birincilikle bitirip ziraat mühendisliği diplomasını almaya hak kazandığı bildiriliyor ve diploma töreninde diplomasının dayısı Cemil Bey tarafından verilmesi isteniyordu. İşlerinin çokluğuna rağmen bu mutlu güne katılan Cemil Bey, sevinç gözyaşları içerisinde yeğeninin diplomasını kendi elleriyle ona verdi. Cemil Bey bugüne kadar böyle bir mutluluk yaşamamıştı. Herkese teşekkür etti ve sonra köyüne, işinin başına döndü.

Cemil Bey’in artık devlet dairesinde, devlete hizmet eden bir yeğeni vardı. Köylülere karşı onunla övünür, gurur duyardı. Artık bundan sonra ziraat işlerini yeğeninden öğrenip daha verimli çiftçilik yapacağını düşünüyordu.

Günler, aylar ve mevsimler birbiri ardınca geçip gidiyordu. Fakat nice zamandır Ali’den hiçbir haber yoktu. Meraklanan dayısı bir gün kış-kıyâmet demeden yollara düştü ve yeğenini ziyaret edip durumunu öğrenmek için, kilometrelerce yol teperek kasabaya vardı. Ayağında çarık, üzerinde yıpranmış bir ceket olduğu hâlde sokak sokak yeğenini aramaya başladı. Tam o sırada üç arkadaşı ile mesaîden çıkan Ali, köylü kıyâfeti ile dayısının kendilerine doğru geldiğini gördü ve tanımazdan gelerek hemen yolunu değiştirdi. Arkadaşlarının:

“–Ali Bey, ne oldu? Neden yolunu değiştirdin?” sözlerine:

“–Dilenci geliyor, ona verecek param yok.” diyerek göz ucuyla uzaktaki dayısını işaret etti. Dayısı da onu görmüş ve:

“–Ali, oğlum Ali!” diye heyecanlı bir şekilde seslenmişse de beriki hiç duymazdan gelerek hızlı adımlarla evinin yolunu tutmuştu.

Sokak ortasında kalakalan dayısı, Ali’nin bu tavrı karşısında âdeta yıkılmıştı… Âniden tansiyonu yükseldi ve sendeleyerek zar-zor bir evin duvarına yaslandı. Dünyası başına yıkılmıştı. Uzun bir müddet bakışlarını bir noktada sabitleyerek düşünceye daldı. Daha sonra birden irkilip kendisini toparlamaya çalıştı. Yavaşça oturduğu yerden doğruldu ve sokak boyu yürümeye başladı. Güneş yenice batmış ve etraf kararmaya başlamıştı.

Akşam olmasına rağmen kasabada bir an bile durmayıp köyüne dönmeye karar verdi. Karanlıkta yola koyuldu ve bitkin bir vaziyette nihayet köyüne vararak evinin kapısını vurdu. Eşi Nefise sabırsızlıkla onun yolunu bekliyordu. Hemen kapıyı açtı. Karşısında bitkin ve perişan bir yüz vardı. Bu güne kadar kocasını hiç bu hâlde görmemiş olan kadıncağız müşfik bir sesle sordu:

“–Hayrola bey? Nedir bu hâlin, ne oldu sana?”

“–Hiç sorma hatun. Bizim Ali’yi buldum, buldum ama Ali bizim Ali olmaktan çıkmış. Hâline ve durumuna çok çok üzüldüm.” deyip olanları bir bir anlattı. Nefise Hanım, Cemil Bey’in bu anlattıkları karşısında şaşkınlıkla hiddet arasında bir hâlete büründü. Sonra diz üstü çökerek şöyle dedi:

“–Cemil Bey, Cemil Bey! Kabahat Ali’de değil, sende!..”

“–Hatun böyle söyleyip bir de sen beni üzme. Çocuğa iyilikten başka ne yaptık? Kol-kanat gerip sahiplenmedik mi?”

“–Evet ama, kabahat yine sende. Çünkü Ali’nin eline üniversite diplomasını kendi ellerinle verdin ama onun gönlüne îman ve Kur’ân diplomasını koymadın. Şimdi ağlayıp, üzülmemizin hiç faydası yok. Yazık oldu çocuğa!”

Cemil Bey bu hadiseden sonra daha sakin bir hayat yaşamaya başladı. Ama yeğenine iyi bir ders vermek ve böylece onun kendisine gelmesini sağlamak istiyordu. Bir defasında onu köye davet etti. Ona: “Artık mühendis oldun, köylümüzün senin bilgine ihtiyacı var. Hem burada avlanmayı, silâh kullanmayı, ata binmeyi öğrenirsin. Gelirken de bir tay al ve istersen birkaç arkadaşını da davet et. Birkaç hafta sizi evimde misafir edeyim.” diye haber yolladı. Dayısının davetini kabul eden Ali, arkadaşları ile birlikte yanlarına bir tay birkaç da silâh alarak köye geldi. Cemil Bey, onları misafir etti ve bir haftada hepsine ata binmeyi ve silâh kullanıp avlanmaya öğretti.

Cemil Bey, bir gün:

“–Bizim harmana bir domuz dadanmış, bütün ekinlerimizi yedi. Gelin bu akşam bekleyelim, onu vuralım.” dedi. Hepsi heyecanla yerlerinden fırladılar ve harmana gittiler. Cemil Bey, onların her birini bir yere dikerek beklemelerini ve iyice emin olmadıkça ateş etmemelerini tembihledi. Yeğenine:

“–Sen de burayı iyi bekle. Domuz daha çok şuradan geliyor.” deyip orada beklemesini söyledi. Herkes bulunduğu yerde nöbet beklerken Cemil Bey gizlice tayı bağlı olduğu yerden alıp, Ali’nin bulunduğu tarafa doğru yönlendirdi ve hızlı adımlarla yeğeninin yanına vardı. İleriden gelen sesi duyan Ali, dayısına dönerek:

“–Dayı, domuz geldi!” diye fısıldayınca dayısı:

“–Oğlum, iyi bak, bir yanlışlık yapma… Dikkat et, başka bir hayvan falan olmasın.” dedi. Ali:

“–Yok yok, domuz geldi!” diyerek hemen silâha sarıldı ve tetiği çekerek avını yere yıktı.

“–Vurdum, vurdum!” diye bağırınca herkes oraya toplandı ve bakınmaya başladılar. Ali de baktı baktı ve bir anda feryât etmeye başladı:

“–Eyvah! Tayımı öldürmüşüm, tayımı öldürmüşüm!..” Sessizce yanına gelen dayısı şöyle dedi:

“–Ah be oğlum, o kadar tahsîline ne demeli bilmem ki!..

Kasabaya gidince, dayını tanımadın;
Köye gelince, yazık, tayını tanımadın.”

[Gülzâr-ı İrfan]