Hasırcızâde Mehmet Ağa’dan Nükteler NE TAŞIYMIŞ BU?

Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK

XIX. yüzyıl şairlerinden Hasırcızâde Mehmet Ağa, Fuat Paşa ile çeşitli meclislerde sık sık bir araya gelirdi. Yine bir mecliste birlikte sohbet ederlerken Paşa’nın yüzüğü dikkatini çekmişti. Yüzük, o zamana kadar gördüklerinden çok farklıydı, göz kamaştırıcı güzellikteydi. Paşa durumu fark edince Hasırcızâdeye sordu:

–Yüzüğüme mi bakıyorsunuz?

–Evet paşam.

–Çok mu hoşunuza gitti?

–Taşını merak ettim!

–Elmastır.

–Görünüşü güzel, fakat ne işe yarar?

–Bir işe yaraması mı gerekir?

–Yani size bir kazanç sağlar mı?

–Hayır.

–Üzüldüm. Bende de babamdan kalma bir çift taş var ama bana senede 50 altın getirir.

–Amma attın ha! Ne taşıymış bu?

–Ne olacak değirmen taşı!

Bu nüktedan şair XIX. yüzyıl Gaziantepli şairlerden olup Hasırcızâde Hâfız Mehmet Ağa olarak bilinirdi. Gaziantep, Halep, Şam ve Mısır’da eğitim görerek kendini iyi yetiştirmişti. Şiire özel merakı ve kâbiliyeti vardı. Konuya uygun irticâlen vezinli ve kâfiyeli beyitler söylemesiyle tanınırdı.

ŞEHÎD OLDU İKİ GAZİ

Hasırcızâdenin de bulunduğu bir mecliste yeni Müslüman olmuş birisine yardım toplanıyordu. O da iki altın uzattı. Bu esnada dilinden şu mısralar döküldü:

Müselman oldı bir kâfir
Şehîd oldı iki gâzî

“Bir kâfir Müslüman olurken iki gazi şehîd oldu.” anlamındaki bu mısralarda Hasırcızâde’nin duygularını bulmak mümkündür. Gazi, o dönemde üzeri «gazi» yazılı altının ismi idi. İki altının şehîd olması altınlarının gittiğini ancak Allah yoluna gittiğini anlatmaktadır. Üzüntü ve sevinci bir arada başka türlü ifade etmek mümkün müdür bilmem. Şairlik böyle söz kuyumculuğu gibi bir şey olsa gerek.

HASIRCIZÂDE İLE KEÇECİZÂDE BİR ARAYA GELİRSE

Hasırcızâde’nin bir ara yolu İstanbul’a düşmüştü. Fırsat bulup Keçecizâde Fuat Paşa ile görüşmeye gitti. Huzura girince şairâne bir şekilde:

Hâk-i pâye ferş-i rû etmek için âmâdeyim
Muktezâ-yı tıynetimdir ben Hasırîzâdeyim.

“Ayağının bastığı toprağa yüzümü sürmek için hazırım.” diyerek kendini tanıtmış, sonra aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir:

–Hoşgeldiniz!

–Hoş bulduk!

–İşittiğimize göre İstanbul’a geleli 40 gün kadar oluyormuş.

–Doğrudur efendim.

–Keçe-hasır münasebetiyle de bir yakınlığımız olduğu hâlde bu ziyaret niçin bu kadar gecikmiştir? Kabahatiniz büyüktür, af olacak gibi değildir…

şeklinde sözlerle paşanın, üzerine geldiğini gören şair vaziyeti kurtarmak için yine sözün büyüsüne sığınır. Paşaya şunları söyler:

–Paşam! Allah size uzun ömürler versin, rızkınızı ziyadeleştirsin. Görüyorum ki, siz keçeyi sudan çıkarmış, rahata kavuşmuşsunuz. Ancak ben henüz hasırı, havuzun çamurundan çıkaramadım, hâlâ çamurlu ve yerde sürünmektedir. Bu yüzden ayağınıza yüz sürerek bu hasırın ayağınızı kirletmesine gönlüm râzı olmadı.

BİR KAYMAK HİKÂYESİ

Bu nüktedan şair Hasırcızâde daha önce de ifade edildiği gibi Gazianteplidir. Antep deyince günümüzde hepimizin aklına elbette baklava ve benzeri tatlılar gelir. Baklava da kaymakla daha hoş olur. Kaymak sabah kahvaltılarının da vazgeçilmezlerindendir.

Rasim Paşa bir sabah şair Hasırcızâdenin de içinde bulunduğu şehrin nüktedanlarını kaymak yemeğe davet eder. Gün gelir, davetliler bir bir toplanırlar Rasim Paşa’nın selâmlığında. Selâmlaşma ve hâl-hatır faslı tamamlanmış fakat Hasırcızâde henüz gelmemiştir. Konuşmalar devam ederken: «Açın gözü, ekmek teknesinde olur.» atasözünü doğrularcasına davetlilerin gözü kaymak tabaklarından ayrılmaz olmuş. Sabırlar tükenmeye başlarken: «Herkes geldi yalnızca bir eksik var, o da gelince yer. Biz yemeye başlayalım.» demişler. Ayrıca: «Tabakta kaymak beklemez.» diye sudan bir bahane de uydurup yumulmuşlar kaymağa. Derken Hasırcızâde çıkagelmiş. Bakmış ki tabakların dipleri görünüyor, üzülmüş ve Paşa’ya:

Deli Mart sanki bahardan sayılır,
Mîr-i Râsim de kibardan sayılır.

demiş ve dönüp gitmiş.