Bir sevdadır Anadolu

Sadettin KAPLAN

Anadolu…

Bir türküdür Anadolu, tarihin dilinde; bittiği yerden yeniden başlar… Sürüp giden bir çağıltıdır Anadolu; bu türküyle çağıldar dereler, bu türküyü dinler dağlar-taşlar…

Ölenler değişir, sağlar değişir. Tolgalar değişir, tuğlar değişir, bahçeler değişir, bağlar değişir. Gün bir kıvılcım gibi sıçrar zamanın tunç mangalından; bir kılıç şimşeğiyle çağlar değişir…

Bir sevdadır Anadolu, engin gönüllerde; durup-durup tazelenir… Hasret ateş gibi basınca yanık sînelere, umut yelpazesiyle yelpazelenir… Bir dere serinliğiyle akar bu sevda bozkırların bağrında… Kimi zaman bir dağın göğsünde gözelenir. Gönül teline dokununca bu sevdanın mızrabı, âşığın dilinde türkülenir, şairin kaleminde dizelenir…

Bir masaldır Anadolu… Kimi zaman bir zurnanın sesine savatlanır, kimi zaman bir turna teleğinde sevdaya kanatlanır. Gâh ağu olur ah çeken ağızlarda, gâh ninelerin dilinde şekerlenip tatlanır…

Burası Anadolu’dur. Her köşesi adsız şehitlerle, bağrı yanık analarla doludur… Kavşağıdır cümle hasret yollarının, yolcuların heybesi umut doludur… Gurbet yoludur, sıla yoludur, İpek Yolu’dur, Kral Yolu’dur… Kısaca: Anadolu’dur…

Yaşlı ve yorgundur bu coğrafyanın kerevetinde tarih… Gökten üç elma düşmez çoğu zaman… Bülbülün figanı hasretin viran bağlarına yaslanır. Günün en taze anı tarihin en eski çağlarına yaslanır. Bir türkü söyler alev gibi sesiyle Türkmen yiğidi; sesi gider Tanrı Dağları’na yaslanır…

Bir ülke var, yedi denize batırılmış kınalı bir parmak boğumu gibi. O ülke Türkiye’dir. Türküsüdür Türkiye’nin Anadolu; cümle bağlamaların inleyişi o türküyedir…

Burada zaman, zamanın dışına çıkıverir kimi zaman… Bir sene bir gün sayılır; bir hafta bir çağ olur. Apansız yükselir ova, aşılmaz bir dağ olur. Bir yanı tarla ise, öbür yanı bağ olur… Çöl ile vaha, yeşil ile sarı, varlık ile yokluk, eski ile yeni, geçmiş ile gelecek, sıla ile gurbet, vuslat ile hasret bir Türkmen kilimine gönül tezgâhında kirkitlenir de, adı Anadolu olur…

Frigyalılar, Hititler, Lidyalılar, Persler, Romalılar, Bizanslılar, Helenler, gidenler-gelenler… Bir zamanlar Selçuklular soluklanmış bu coğrafyada. Onca medeniyet gelip gitmiş… Bozkır meltemleri antik çağların sıcak nefesleridir sanki. Burada zaman Yörük yiğitlerinin kara perçemlerinde, ceren gibi Türkmen kızlarının top zülüflerinde, toprak tenli dedelerin ak sakallarında, nûr çehreli ninelerin ak pürçeklerinde efildeyip eser…

Bozkırların hoyrat rüzgârlarında uçuşur al kısrakların, doru tayların yeleleri tuğlar gibi… Ak bulut sakallı Alperenlerin dudaklarından Mevlâ’ya kanatlanır dualar, kuğular gibi… Duaların peşi sıra âminleri yürür ak pürçekli ninelerin, karlı dağlar gibi…

Altlarında ejder gibi atları, üstlerinde bereket bulutları, cepkenlerinde güneşin yedi rengi, gözlerinde azim şimşekleri, yüreklerinde erkişi cesareti ve özlerinde Türk gayretiyle at sürdüler Türkmen yiğitleri yüzyıllarca doğudan batıya doğru…

Bir Türkmen kilimidir Anadolu insanının hayatı… Zaman, bu kilimin nakışlarında gösterir kendini. Bir düğüme kırk kirkit vurulur, çözülür kimi zaman seyrek atılmış bir ilmek.

Bir özge ömürdür Türkmen kilimi. Biri biter, biri başlar… Mor cepkenli ergen kızların, al yazmalı gelinlerin diz çöküp kirkit vurduğu tezgâhların başında şekillenir duygular… Renklerinde sevdanın aydınlığı, düğümlerinde sabrın semeresi, kirkit vuruşlarında zamanın nabzı vurur. Bir başkadır Türkmen kilimi… İlmeklerinde alın yazısı belirir, motiflerinde nice sevdalar delirir…

Her ilmeğinde gizli bir sevdanın çözülmez kördüğümü, her çatkısında bir umudun uzayıp giden çizgisi, her motifinde elif-elif bir ömrün yazgısı okunur. Türkmen kilimi, Türkçe dokunur…

Allı-pullu, güllü-dallı oyaların oylumunda gizlenir umutlar ve sevdalar… Her bir iş, ince bir sanattır. Mekik oyaları, iğne oyaları, danteller ve göz nûrundan eğirilmiş ibrişim ipliklere düğümlenen hasret boncukları birer özge iç çekiş, içe akıtılan gözyaşlarıdır…

Gergeflere maharetle işlenen bahar dallarında aydınlanır ebemkuşağının yedi rengi. Kınalı parmaklar güvercin kanadından düşmüş telekler gibi çırpındıkça motiflerin üzerinde, gül dudaklar motif gibi mâniler dizer gizli sevdalara… Sesinde bengisuların çağıltısı, söyleminde acı ile karışık tatlı bir sitem vardır mânilerin:

Bu sevda olmasaydı,
Gönüle dolmasaydı.
Ölüm Allah’ın emri;
Ayrılık olmasaydı…

Bir sevdadır Anadolu. Ayrılık, ezelî engelidir bu sevdanın… Ayrılıklarla tatlanır vuslat, sitemle şerbetlenir sevdalar… Bağlamanın tellerinde dokunan tezeneyle tazelenir aşk şarabı.

Mecnûn’una Leylâ’dır Anadolu… Özge bir sevdadır Anadolu…

Altına tarihi sermiş, üstüne gök kubbeyi örtmüş, uyuyan bir dilber güzelliğinde…

Bir dilber ki; Konya sarısı saçlarını Erzurum beyazı sînesine dökmüş, Amasya yanaklarında Edremit beni gamzeleşirken, Tekirdağ dudaklarıyla gülümsemekte sevdalısına… Belini üç denizden büklümlü gökçe kemeri sıkarken, dimdik Erciyes göğsünü bir bulutla örten bu dilber; her dem genç ve güzel kalan anadır, bacıdır, yârdır… Ne varsa onda vardır…