Gülbaba’nın Sarı-kırmızı Gülleri

Dursun GÜRLEK

İstanbul’da her semtin ayrı ve ilgi çekici bir hikâyesi var. Ama bunların büyük bir bölümünü hiçbirimiz bilmiyoruz. Diğer bir ifadeyle yaşadığımız şehri tanımıyoruz. İşin daha da garibi, tarihî ve kültürel eserlerimize turistler kadar bile ilgi duymuyoruz. Şair:

O mâhîler ki deryâ içredir, deryâyı bilmezler

diyor. Yani balık suda yüzer, fakat suyun kıymetini bilmez. Bu şehrin sâkinleri olarak bizim durumumuz da suyun farkında olmayan balığa benziyor.

Napolyon BONAPART: “Dünya tek bir devletten ibaret olsaydı, başkenti İstanbul olurdu.” sözüyle Dersaadet’e olan hayranlığını dile getiriyor. Yahut: “İstanbul’a hâkim olan, dünyaya hâkim olur.” diyerek farkında olmayarak Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi’ni dile getiriyor. Gerçekten de doğru söylüyor. Bugün neredeyse bütün dünya «Beyaz Saray»dan idare ediliyor. Oysa bir zamanlar, hem de yüzyıllar boyu cihana «Topkapı Sarayı»ndan hükmedildi. İmzamızı kılıçla attık. Avrupa krallarının taçlarını bile biz giydirdik.

Böyle bir ihtişamın merkezi -hiç kuşkusuz- İstanbul’du. Sohbetlerimde sık sık kullandığım bir cümleyi yeri gelmişken bir kere daha tekrar edeyim: «Ankara siyasetin, İstanbul kültürün başkentidir.» Bu şehrin Bizans’tan ve Osmanlılardan kalan üç önemli meydanı vardır: At Meydanı, Et Meydanı, Beyazıt Meydanı… At Meydanı’nın bugünkü Sultanahmet Meydanı olduğunu, eski adı «Hipodrom» olan bu tarihî meydanın Doğu Roma, Mısır, Bizans ve Osmanlı eserlerinin hepsini birden sînesinde taşıdığını biliyoruz. Günümüzde «Aksaray» adını taşıyan semtin ise eskiden «Et Meydanı» adıyla anıldığını, yeniçeri kışlalarının bu bölgede bulunduğunu tarihlerden öğreniyoruz. Son zamanlarda Et Meydanı’ndan kalkan âsî yeniçerilerin At Meydanı’nda toplanıp saraydan kelle istediklerini tarihimizin hüzün yılları olarak hatırlıyoruz.

Efendim Beyazıt Meydanı da, klâsik Osmanlı mimarîsinin şâheser bir örneği olan o muhteşem camisiyle, kütüphanesiyle, imâretiyle, üniversitesiyle, sahaflar çarşısıyla, tarihî çınar ağaçlarıyla İstanbul’un göbeğine vurulan bir mühürdür. İstanbul’un orta yerini teşkil eden bu semt, bilindiği gibi adını Fatih’in oğlu II. Beyazıt’tan alıyor. Bu hükümdar belki babası Fatih ve oğlu Yavuz kadar kahraman bir padişah değildi. Bundan dolayı eleştiri oklarına mâruz kaldığı da bir gerçekti. Fakat unutmayalım ki, barış yanlısı olan Bâyezîd-i Velî zamanında İstanbul tam bir ilim, sanat ve kültür merkezi hâline gelmişti. Yahyâ Kemâl’in Frenk semtleri arasında saydığı Beyoğlu ve Galata tarafları bile onun sayesinde Türkleşmiş ve İslâmlaşmıştı.

II. Beyazıt, bir gün, avlanmak için -o zamanlar ormanlarla kaplı olan- Galata’ya gidiyor. Derken, bir bekçi kulübesiyle karşılaşıyor. Geceyi orada geçirmek istiyor. Biraz yaklaşınca kulübenin etrafının genişçe bir bahçeyle çevrili olduğunu, her tarafın sarı-kırmızı güllerle dolu bulunduğunu görüyor. Uzatmayalım, padişah geceyi bu kulübede geçiriyor. Sabah olunca bekçi babaya: “Bir isteğin var mı?” diye soruyor. Adamcağız: “Devletlü hünkârım, buraya bir mektep yaptırırsanız, hem sarayınıza kaliteli eğitim almış gençler yetiştirirsiniz hem de insanların duasını almış olursunuz.” diyor. Bunun üzerine II. Beyazıt derhâl bir emir veriyor ve bugün «Galatasaray Lisesi» diye bildiğimiz, tarihî okulun temeli atılıyor. Eski adı «Mekteb-i Sultanî» olan bu eğitim kurumunun mâzisi görüldüğü gibi bu kadar eski bir tarihe dayanıyor.

Bu vesileyle belirtelim ki, padişahı bir geceliğine misafir eden, bahçesini sarı-kırmızı güllerle süsleyen bekçi baba görünümündeki adam ise, o devrin dervişlerinden ve ermişlerinden olan bir gönül sultanıdır. Adı ise «Gül Baba»dır. Galatasaray’ın amblemi de ilhamını, Gül Baba’nın sarı-kırmızı güllerinden almaktadır. Bir kere daha tekrarlayalım ki, Galatasaray Lisesi’nin asıl kurucusu «Gül Baba»dır. Türbesi de adı geçen lisenin hemen yanı başında, Tophane’ye inen sokağın içinde yer almaktadır. Rahmetli üstâdımız Ziyad Ebüzziyâ’nın «Galatasaray Tarihçesi» adındaki hacimli ve son derece değerli eserinde konumuzla ilgili önemli ve ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır.

Başta Galatasaraylı okuyucularım olmak üzere, bütün İstanbul âşıklarını Gül Baba’nın güllerini dermeye, etrafına gül kokuları saçan türbesini görmeye ve onun gönül dünyasına girmeye davet ediyorum.