Benlik ve Muhâsebe BENDE NİFAK VAR MI?

YAZAR : Osman Nuri TOPBAŞ Hocaefendi

İnsanın dünya ve âhirette kendisine faydalı olacak sağlam bir karakter ve şahsiyete sahip olması, beşer eğitiminin en temel gayesidir. Çünkü ancak bu şekilde insan, kendi kâbiliyet ve gayretlerini nefsâniyete sapmadan Hakk’ın rızâsı istikametinde değerlendirebilir ve yüceliklerin seyyahı olur. Aksi takdirde nefsindeki gurur, kibir ve benliğin esiri olarak iki dünyasını da mahveder.

Bu sebeple ümmet-i Muham­med’e örnek nesil olarak takdim edilen ashâb-ı kirâmın terbiyesinde başkalarından ziyade bilhassa kendini tanımak, doğru ve yanlışlarını iyi tespit edebilmek gayreti vardır. Yani onların ömürleri, benliklerini kontrol altında tutabilmek ve kendilerini muhâsebe edebilmek terbiyesinde geçen en güzel ve feyizli numûnelerdir. Onlar bu hususta öyle hassas ve dikkatli idiler ki, koskoca Hazret-i Ömer, Hazret-i Huzeyfe’ye şöyle sormaktaydı:

“–Ey Huzeyfe! Allah için söyle, bende nifak var mı?”

Bu suâlin iki sebebi vardır. Birincisi Hazret-i Huzeyfe’nin münâfıklar hakkında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sırdaş olması. İkincisi de insanın kendi durumunu tespitte tarafgir davranmaya müsait olması. Çünkü en suçlu insanlar bile kendileri hakkında hüküm verirken en masum ve olumlu taraflarını ortaya çıkaracak şeyleri söylerler. Bu sebepledir ki, bir hâkim kendini muhâkeme edemez. Onun muhâkemesi bir başka hâkimle gerçekleşir.

İŞTE MALIM, İŞTE SIRTIM?

İnsanın kendi hâlini doğru bir şekilde tahlil ve tespit etmesinde bilhassa istifade edeceği iki ayna vardır ki, bunlar Kur’ân-ı Kerîm ve Hazret-i Peygamber’in sünnetleridir. Ashâb-ı kiramın kalbî olgunluğundaki sır buradadır. Onlar, peygamber terbiyesinde her zaman bin bir yüce düstur ile kendilerini yetiştirmişlerdir. Nitekim vefatından bir müddet önce Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sırf şu ifadesi ve tavrı bile bizim için ne büyük bir mürebbîdir:

“Ashâbım! Kimin malını (sehven/yanlışlıkla) aldıysam; işte malım, gelsin alsın! Kimin de sırtına vurduysam; işte sırtım, gelsin vursun!”

Bu ifadeleriyle Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendi şahsında şunu öğretmek istiyordu.

İnsan bazen kimin malından aldığının farkında olamayabilir. Bazen kimin sırtına vurduğunun da farkına varamayabilir. Yani beşer, bu noktalarda zaaf sahibidir. Çünkü mal ve kuvvet, herkesin elinde bulundurmak için çırpındığı ve uğrunda pek çok çamlar devirdiği ve canlar (kalp) kırdığı iki husustur. Dolayısıyla bu iki hususta Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kendi şahsında, kıyâmete kadar gelecek en alt kademeden en üst kademeye kadar herkese büyük bir mesaj vermektedir. Zira gerçekten de insan bazen kimin sırtına vurduğunu bilmez. Biraz açacak olursak, kimi diliyle incittiğini farketmez. Ya da kalabalıklar içinde kimin ayağına bastığını görmez, dikkat de etmez. Ama mutlaka birinin yanlışlıkla da olsa ayağına basması muhtemeldir. İşte bunun için Rasûlullah Efendimiz, yaptıklarımızın farkında olmamızı ve helâlleşmemizi arzu ediyor. Tabiî bu noktada benlik eğitimi içinde olmak ve kendimizi muhâsebe etmek, en birinci şart. Çünkü:

BENLİK VE TEVHİD BİR ARADA DURMAZ

Gerçekten de bir kalpte benlik varsa, orada tevhide dair husûsiyetler dumûra uğrar. Yani benlik, tevhidi zaafa uğratır. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede buyurur:

“(Ey Peygamber!) Hevâ ve hevesini ilâh edineni gör­dün mü? Şimdi Sen mi ona vekîl olacaksın?” (Furkân, 43)

Hevâ ve hevesin de en şiddetlisi ve tehlikelisi hiç şüphesiz «benlik»tir. Bunun için kelime-i tevhîde «lâ ilâhe» diye başlıyoruz. Yani önce bütün ilâhları kalpten çıkarıp reddediyoruz. Çünkü kalpten, ancak ilâhları ve nefsânî arzuları çıkarıp da «illâllâh» diyebilen kimse, cemâlî sıfatların tecellîsine mazhar olarak Cenâb-ı Hak’la itmi’nâna ulaşır, huzur bulur.

Bu kıvam, tevhidde en büyük idealdir. Çünkü benlik insanı çok zor terk eder. İnsan dâima bu benlik sebebiyle nefsinin peşinde koşar ve hep kendisini haklı görür. Bu sebeple de tevhide lâyıkıyla eremez. Onun için tasavvufun en ağır ve ciddî meselesi, insanın içindeki benliği temizleyebilmektir. Kalplerden «ben» çıkacak ki Allah zikri orada yer etsin; insan teslimiyetle: «Yâ Rabbî, Sen’sin!» diyebilsin. Bu noktada hiçlik şart. Hiçlik ve acziyet hâlinde olanlar, Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesini ve kudret tecellîlerini fark etmeye başlarlar. Cenâb-ı Hakk’a her hâlükârda şükran ve kulluk duyguları içinde olurlar.

Malûmdur ki, Barbaros Hayreddin Paşa, Preveze Zaferi’nden sonra esir düşman kadırgalarını önüne katarak muhteşem donanmasıyla Haliç’e girdiğinde Kanunî ve vezirleri de bu ihtişamlı manzarayı Sarayburnu’ndan seyretmekteydiler. Paşalardan biri heyecanla:

“–Sultanım, dünya böyle bir manzarayı acaba kaç kere seyretti? Sizler ne kadar fahretseniz (övünseniz) azdır!” dedi.

Ulu hakan Kanunî’nin cevabı ise şöyle oldu:

“–Paşa! Bize; fahretmek mi, yoksa bu muzafferiyetleri bahşeden yüce Rabb’imize hamd ile şükretmek mi düşer?!.”

Hiç şüphesiz ki Kanunî’nin dünya sultanlığından daha ihtişamlı olan bu mâneviyat sultanlığı, onun, Allah’ın has kullarından aldığı feyz ü himmetin ve benlik belâsına esir olmamasının bir neticesidir.

Fakat insan, -Allah korusun- benliğe kapılırsa, «lâ ilâhe» lâfzını mânâsına uygun yaşayamaz. İçindeki menfîlikleri, gönlüne çöreklenmiş ilâhları ve nefsânî temâyülleri bertaraf edemez. Benlik, bunları silmeye engel olur. Yani «lâ» silgisinin iş görmesi için ilk önce benlik engelinin kalkması lâzımdır. Bunun için de herkesin kendi mânevî durumunu en doğru şekilde tahlil ve tespit etmesi zarurîdir. Mevlânâ Mesnevî’sinde der ki:

“Bak, ormanda ne kadar hayvan var; onların her birinin hâlet-i rûhiye ve istidâdını insanda da görebilirsin. Meselâ; kiminde bir kurbağa istidâdı vardır. O, hep bataklığı sever. Kiminde bir tilki husûsiyeti vardır. O, hep kandırıcı olur. Kiminde sırtlan husûsiyeti vardır, parçalayıcıdır. Bundan da zevk alır, lezzet duyar. Kiminde de mûnis mahlûkun hissiyâtı vardır.”

Bu iç özellikler, dıştan kolayca görülemediği için insanlar benlik eğitiminde çoğu kere yanılırlar. Terbiye böylece daha da zorlaşır.

MÜŞKÜL MESELE…

Şeytanî vasfıyla benlik, daha ziyade sırât-ı müstakîm üzerine oturduğu için sûret-i haktan görünmek insanı kolay aldatır. Onu bertaraf etmek, akla bile gelmez. Şair Bākî ne güzel söylemiş:

Bâtıl hemîşe bâtıl u bîhûdedir velî
Müşkil budur ki sûret-i haktan zuhûr ide…

“Bâtıl her zaman bâtıldır ve boş bir şeydir. Fakat hak sûretinde görünürse, bu, büyük bir müşküldür…”

Benliğin en belirgin yönü de, karşısındakini küçük görmektir. Yani benlik sahibi kimse, başkasının kusurlarını ortaya dökerek kendine imtiyaz tanıma derdindedir. İblis misâli kibir ve ucup sergiler. Kendisini bütün kusur ve hatalardan uzak sayar ve istikamete dair ilâhî îkazlara karşı muâfiyet duygusu içinde yaşar. İlâhî ihtarların onu da içine aldığını düşünmez.

GİZLİ ŞEKER GİBİ…

Gözden kaçan özellikleri dolayısıyla benlik, pençesinden çok zor kaçılabilen bir hastalıktır. İnsan ne kadar olgunlaşsa da o, kalbin bir köşesinde saklı kalır. Sinsi bir tilki gibi fırsat kollar. Bir bakıma benlik, gizli şeker gibidir. İnsanı yatağa düşürmeden kendisini fark ettirmez. İnsan farkında olmayınca da tedbirsiz yaşar ve kolayca avlanır.

BENLİĞİN REÇETESİ

Bu hastalık, ancak ehlinin yani gönül tabibinin tahlilleri neticesinde anlaşılır. Onun tedavisi de yine gönül tabibinin feyizli mânevî sofrasında kolaylaşır. Bunun için insanın kemâlât yolunda gayret etmesi, kâmilleşmesi lâzım. Bu nasıl olacak? Bilhassa seher vakitlerini değerlendirmek, ölümü düşünmek, gönül sohbetlerinden istifade etmek sûretiyle olacak. Gönül, sohbet ve nasihat ikliminden kendisine her zaman bir reçete alacak: “Bana bu sohbette, şu nasihatte şu şu reçete olarak verildi.” diyecek. “Şu zaafımı farkettim.” diyecek. En alttan en üste kadar herkes kendisine gerekli reçeteyi almaya mecbur. Reçeteyi almazsa ne sohbetin ne de nasihatin faydası olur. Bu terbiye ikliminin temel mantığı da ortadan kalkar.

Tasavvuf, bu hususta bir gönül derinliği ister. Yani kulun güzel ahlâk ile kullukta iskeletten ve şekilden öteye geçmesini arzu eder. Yüce hakikatlerin, bir kahvehane gevezeliği gibi dinlenilip de sadece lâfta kalmasına râzı olmaz. İlâhî sırları ve ulvî mâlûmatları dinleyen her gönlün vecd ile dolup da şöyle demesini bekler:

“Bu anlatılanlardan bana ne gibi hisseler var? Bu kıymetli sözlerin iç dünyamda nasıl bir tesiri ve tecellîsi olmalı? Kalbimdeki ilâhları atabildim mi? Hasedi atabildim mi? Gıybeti atabildim mi? Sabırlı mı sabırsız mıyım? Dinlediklerimden sonra yüce Allah’a ve Hazret-i Peygamber’e bir adım daha yaklaşabildim mi? Huy ve ahlâkımda ne gibi düzelmeler oldu? Yoksa söylenen onca hakikat, mârifet, hikmet ve ibret dolu ifadeler bir kulağımdan girip diğer kulağımdan çıktı mı? Bunca öğrenip bildiklerimden sonra mes’ûliyetimin ağırlığı ne kadar arttı?”

Bu suallerin muhâsebesi için gerekli olan sır, ancak:

SAMİMİYET SIRRI…

Cenâb-ı Hakk’ın bizlerden istediği de engin bir samimiyet. O yüce Yaratıcı, kulundan her zaman ihlâs istiyor, şükür istiyor. Zaten samimiyet şükür içinde… Samimiyet olursa şükür de oluyor, sabır da oluyor, azim de oluyor. Böyle olunca Cenâb ı Hak, küçük gayretlere bile büyük mükâfatlar veriyor.

En büyük irfan, işte böyle bir hikmete ermektir. Benlikten geçip de en küçük ameli en değerli hâle getirebilmektir. Hikmet ki, aklın âciz olduğu yerde kalbi devreye sokmak ve bu şekilde sırlara âşina olmaktır. Yani diğer bir ifade ile hikmet, aklın acziyetini kavratarak insanın yüce kudrete teslim olmasını sağlar. Çünkü Hakk’a vuslat yolunda sadece akıl, hiçbir zaman kâfî değildir.

Bu itibarla Cenâb-ı Hak, Musa -aleyhisselâm-’a önce Hızır -aleyhisselâm-’ı göndermiş ve ona aklın acziyetini kavrattırmıştır. Demek ki insan hep âciz, dâima Rabb’ine muhtaç. Ancak Rabb’e yaklaştıkça, hakikatler, hikmetler, sırlara âşinalık mümkün olmaya başlıyor.

ZEHİR Mİ, BAL MI?

Hakikatler, hikmetler, güzellikler ve sohbet meclisleri, sır dolu bir suya benzer. Öyle ki o sudan arılar içer bal yapar; yılanlar içer zehir kusar. Bu bakımdan sâlihlerle beraberlikte ve hakikatlere âşina olmakta en mühim husus, bal arısı gibi olabilmektir. Bunun için kendimizi doğru bir şekilde tanımak ve her hâlükârda nefsimizi ölmeden evvel muhâsebe etmek durumundayız.

Acaba yüce Allah’ı dilden öte bir kalp lisanı ile de anabiliyor muyuz? Özümüz nereye bakıyor gözümüz nereye? Hâlimiz Allah’ı mı hatırlatıyor nefsâniyeti mi? Görüp müşâhede ettiklerimiz kalbimize tesir edip bizi tefekküre, ibrete ve hikmete mi götürüyor, yoksa fâsıklığa, nifaka ve hasede mi? Kulağımız hangi seste? Dilimiz neler söylüyor? Zikir, şükür, salevat ve güzel sözlerle mi meşgul yoksa gıybetle mi? Ağzımızdan ruhlara huzur veren ve yorgun gönülleri dinlendiren cümleler mi çıkıyor yoksa insanları zehirleyen bir yılan dili mi?

Benlik ve nefsâniyet hususunda Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri ne güzel îkaz buyurur: “Nefsâniyet bele bağlanmış taş gibidir. Onunla ne uçulur, ne de yüzülür.”

BİN BİR İMTİHAN

Bizleri ömür boyu benlik ve nefsâniyet hususunda bin bir imtihan ile terbiye eden Cenâb-ı Hak, bu hakikati şöyle ifade buyurur:

“Andolsun ki, sizi biraz korku, biraz açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ve fakirlik ile imtihan ederiz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 155)

Benliğe kapılıp da bu imtihanlarda başarılı olamamak, büyük felâket. Bu imtihanda kimi insanlar med-cezir (gel-git) içinde çalkalanır durur. Kendi kusurunu ve kalbinin âmâlığını, -Allah korusun- Hakk’a izâfe etmeye kadar götürür. Bu gerçeği Cenâb-ı Hak şöyle hatırlatır:

“Rabb’in denemek için insana iyilik edip, nimet verdiği zaman, o: «Rabb’im beni önemsedi, şerefli kıldı.» der.”

“Ama onu yine imtihan için rızkını daraltıp bir ölçüye göre verdiği zaman da bu defa: «Rabb’im beni önemsemedi, bana hor baktı.» demeye başlar.” (Fecr, 15-16)

Oysa Cenâb-ı Hak, kullarının tam bir rızâ hâlinde olmasını, varlıkta infak ile şükredici, yoklukta da hamd ile sabredici olmasını istiyor. Demek ki her zaman başımıza gelen imtihanları önce doğru okumalı ve ona göre kendimizi muhâsebe etmeliyiz.

EN BÜYÜK MUVAFFAKIYET

Hayatta en büyük muvaffakıyet, ömrümüzün hiçbir safhasında nefsâniyete mağlup olmamak. Kısaca bu dünyada ebedî imiş gibi yaşamaya kalkmamak. Yani fânilik şuuruna bürünmek. Bir Allah dostu ne güzel söylemiş: «Dünyadan ebedîlik isteme, kendisinde yok ki, o ebedîliği sana versin…» Nihayetinde bu dünyanın kendisi de infilâk edip yok olacak.

Bu itibarla Feridüddin Attar Hazretleri de şöyle îkaz eder:

“Kanaatten nasibi olmayanı, dünya malı nasıl zenginleştirsin?”

Demek ki en büyük zenginlik, en büyük lütuf, benlikten azâde bir teslimiyet içinde kanaat sahibi olarak Allah’tan râzı olabilmek. Onun huzuruna böyle bir kalb-i selîm ile varabilmek. Nitekim yüce Mevlâ, âyet-i kerîmede buyurur:

“Ey îman edenler! Allah’ın azametine göre bir takvâ sahibi olun. Ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmran, 102)

Bu ferman-ı ilâhîyi derinden tefekkür edebilmeli. Hayatımızın bir sınırı var. O sınır, yani son nefes ânı en büyük meçhûlümüz. O hâlde her nefes o ânı hayırdan ibaret kılacak bir kıvamda geçmeli. O an Azrâil’le hangi hâl içinde karşılaşacağız? Secde hâlinde mi, yoksa yanlış bir hareket ânında mı, bir öfke, nefret ve kötülük esnasında mı? Bilmediğimiz son randevu, acaba nasıl bir ahvâl ve ortamda gerçekleşecek? Dilimizin son cümlesi ne olacak? Acaba Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in: “Kimin son nefesi kelime-i tevhid olursa cennete girer.” müjdesine nâil olabilecek miyiz?

Bu müjdeye nâil olmak arzu ve iştiyâkı içinde isek, vakit varken «lâ ilâhe»yi kendimize çok telkin etmeliyiz. Gönüldeki bütün hevâ ve hevesleri, benlik ve nefsâniyeti, saplantı ve ilâhları, bu sözle tamamen söküp atmalıyız. Nazargâh-ı ilâhî olan kalbi tezkiye ve tasfiye ile pırıl pırıl hâle getirmeli, «illâllah»ın rûhâniyet ve feyziyle doldurmalıyız. İşte o zaman gönüllerde Cenâb ı Hakk’ın cemâlî sıfatları bambaşka tecellî eder.

Bunun için eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm’in idrakinde olup her an yanıbaşımızda bize tuzak hazırlayan şeytanı taşlamalıyız. Ne olursa olsun bu hususta en küçük bir gaflete bile kapı aralamamalıyız. O zaman meleklerin imreneceği güzelliklere nâil oluruz. Hazret-i Peygamber’in terbiyesinde yegâne ufuk, hep bu olmuştur. Şu hâdise bu gerçeği ne güzel yansıtır:

BEN, ŞEYTANIN OLDUĞU YERDE DURMAM!

Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- ashâb-ı kiramın arasında otururken, bir adam geldi, Ebû Bekir’e hakâret ederek onu üzdü. Ancak Ebû Bekir -radıyâllahu anh- sükût etti, adama cevap vermedi. Adam ikinci sefer aynı şekilde hakâret ederek eziyet verdi. Hazret-i Ebû Bekir sükût etmeye devam ettikçe Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onun sîmâsına nazar ile bu güzel hâline tebessüm ediyordu. Fakat adam o çirkin hâline devam edince Hazret-i Ebû Bekir bu defa adama hak ettiği cevabı verdi.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllahu aleyhi ve sellem- hemen kalkıp yürüdü.

Ebû Bekir -radıyâllahu anh- hemen arkasından yetişerek:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, yoksa bana darıldınız mı?” diye sordu.

Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem-:

“–Hayır.” buyurdu. Sonra da şöyle devam etti:

“–Semâdan bir melek inmiş, o adamın sana söylediklerini yalanlıyor, senin adına ona cevap veriyordu. Sen karşılık verip intikamını alınca melek gitti, onun yerine şeytan geldi. Bir yere şeytan gelince ben orada durmam!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 41/4896)

Bu gerçek dolayısıyla Hazret-i Mevlânâ buyurur ki:

“Câhiller karşısında kitap gibi sessiz ol!”

Çünkü Cenâb-ı Hak, mü’minlerin böyle bir kıvamda olmasını bizzat murad etmekte ve onların vasıflarını sayarken şöyle buyurmaktadır:

“Rahmân’ın kulları ki, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler, câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflar attığı zaman «selâm» derler (geçerler).” (Furkân, 63)

“Onlar yalan yere şâhitlik etmezler; faydasız bir şeye rastladıkları zaman da yüz çevirip vakarla geçerler.” (Furkân, 72)

Hâsılı ömrümüzün dünya ve âhiret bereketi, benlikten sıyrılma ve kendimizi ölmeden evvel muhâsebe etmemize bağlıdır. Bu gayret içindeki her vakit en doğru vakittir. Ancak özellikle mübârek zamanlar, daha çok gayret edilecek zamanlardır. Nitekim içinde bulunduğumuz şu günlerde rahmet ve bereket açısından değerlendirmek için elimizde büyük bir imkân var:

ÜÇ AYLAR…

Bin bir rahmet ile bizleri kuşatan üç aylar mevsimi, bu bakımdan en güzel fırsat demleridir. İçinde barındırdığı mübârek gece ve günlerinin çokluğu ve feyzi dolayısıyla üç aylar, her yönüyle mânevî eğitim aylarıdır. Cennet kazancının en kârlı zamanlarıdır. Bu demlerde, mîrac gibi, benlikten sıyrılıp da yedi kat göklere yükselmeyi ifade eden mûcizevî hâdiselerdeki hikmete râm olup bütün ibadetlerini mîrac rûhuyla yapabilenlere ne mutlu!

Cenâb-ı Hak, cümlemize böyle bir ruh ihsan buyursun! Bizleri nefsimizin ve benliğimizin şerrinden muhafaza eylesin. Hiçlik ve acziyet ikliminde yeşererek sonsuz mîraca nâil olan bahtiyarlar zümresine dâhil eylesin. Ömrümüzün bütün zamanlarını, bilhassa rahmet gölgesi üzerimize düşen üç ayları feyz ü bereket içinde değerlendirebilmeyi ihsan buyursun!..

Âmîn!..