Bizi Unutmayın!

Ayla AĞABEGÜM

Otobüste, dolmuşta, trende, vapurda veya yürürken çevremize dikkatle bakarken yıllar öncesini hatırlamaya çalışırız, neler, nasıl değişmiştir. Değişimde olumlu olan her güzelliğin başka yerlerde de yaşamasını isteriz, bu konuda plânlar yaparız. Zaman zaman da geçmişteki güzelliklerin yok oluşunu görmenin ve düşünmenin hüznünü yaşarız. Hüznün yaşandığı anlar yorucudur, kolay olan, hâtıralardan, geçmişten, düşünmeden uzaklaşmak, unutmaya çalışmaktır, ferdî plânda kurtuluşu seçmektir. Oysa hüznü yaşamak, enerji toplamaktır, yeniden ve daha canlı düşünmeye başlamaktır. Yaratılanların muhteşemliğini idrak edip, Yaratan’dan yardım istemektir. Bu coşkulu ânımızda kendimizi yetkililerin yerine koyup çareler aramaya başlarız. Bulduğumuz her güzel fikri yerine ulaştırmakla görevli olduğumuzu hissederiz. Yazarak, anlatarak, kendimiz çalışarak olumsuzlukların olumluya dönüşmesini isteriz. «Hâlâ bu işlerle uğraşmaktan bıkmadın mı?» diyenlere, hayretle ve gülümseyerek bakıp, zamanına ve yerine göre kendimizi ülkenin başbakanı, bakanı, belediye başkanı, okulun müdürü, hastanenin başhekimi, her konuda yetkili olanı olarak görüp, değişik bir meslekten olmanın güzelliğini yaşayarak, düşündüğümüz çareler, yaptığımız hayalî projelerle kendimizi yenilemek, başaramadığımız yerde Allah’a sığınıp yolumuza devam etmek, zaman zaman da şairlerin mısralarına sığınarak dinlenmek…

Koca Mustâpaşa, ücrâ ve fakîr İstanbul,
Ta fetihten beri mü’min, mütevekkil, yoksul.
Hüznü zevk edinenler yaşıyorlar burada,
Kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü’yâda.
Öyle sinmiş bu vatan sathına milliyyetimiz;
Ki biziz, hem görülen, hem duyulan, yalnız biz.

[Yahyâ Kemâl]

İstanbul’un en eski hastanelerinden birinin bahçesinde, âcil bölümünün önündeyiz. Nöroloji bölümünde beyin kanaması geçiren hastanın yakınlarıyla beraberiz. Hasta sahipleri maddî durumları iyi olduğu hâlde şaşkın ve çaresiz, kendi hâlinde, maddî durumu iyi olmayan hasta sahipleri uzaktan geldikleri ve otelde kalacak paraları olmadığı için bahçede renk renk battaniyelerle çadır kurmuşlar. Bankların üzerinde minderler var. Ailenin bütün fertleri geceyi orada geçirecek. Bir su bidonu, leğen, ufak-tefek eşyaları yanlarında, benizleri sapsarı, çaresizliklerinin hüznü yüzlerinden okunuyor. Yüzyıllar öncesini düşünüyorum, insanlara hizmet için yapılan hanlar, hamamlar, kervansaraylar, hastaneler, her yer yemyeşil, ağaçlar, çiçekler insanın içine huzur veriyor, minarelerden yankılanan ezan sesleri insanlara sorumluluklarını hatırlatıyor.

Hastanenin başhekimi olsaydım, bütün problemlere rağmen, bahçeyi yeniden canlandırırdım, renk renk çiçekler ekerdim. Çalışanları özendirmek için hortumu alır, bahçeyi sulardım. Zenginlerle, belediyelerle temas kurar, maddî durumu iyi olmayan, uzaktan gelen hasta sahipleri için misafirhaneler yaptırırdım. Çalışkan, heyecanlı, becerikli hanımlardan bir kurul oluşturur, hastanenin güzelleştirilmesi çalışmalarına başlardım.

Karacaahmet Mezarlığı’ndayız, bir devre damgasını vuran şahsiyetler orada yatıyor. Nedim, Yesârî Âsım, İbrahim Hakkı KONYALI, Nihat ATSIZ ve daha niceleri… Son olarak Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU da Hakk’ın rahmetine kavuştu; son durak Karacaahmet… Etraf otlarla dolu… Mezarlıkta hayatta kimsesi kalmayanların mezarlarının hâli perişan… Oysa caddelerimiz çok kısa bir süre önce büyük meblâğlar harcanarak lâlelendi… Sonra büyük emeklerle lâle soğanları söküldü, başka çiçekler dikildi. Yenilenen mezarlık duvarlarının ardındaki perişanlığı görmeden hissetmek mümkün değil. Hani: “Ölülerinizi hayırla yâd edin.” emri nerelerde kaldı? Ya bahçeleri çiçeksiz, bakımsız camilerimiz?.. Övündüğümüz hasletlerimiz… Osmanlı’dan kalan eserlere bigâneliğimiz. Sizler belediye başkanı olsaydınız, ne yapardınız? Bana kalırsa her seçmen, düşünen insan, okuyucu bir belediye başkanıdır ve sahip olma görevini üstlenmelidir.

Bir Bosna gezisinden yeni döndüğüm için çok duyguluyum, mukâyese yapma fırsatına sahibim. Savaş sonrası acılarını sarmaya çalışan Bosna halkı hâlâ: “Biz Osmanlı’nın torunlarıyız.” diyor. Dinini, geleneklerini, tarihî binalarını, ahlâkî değerlerini canlı tutmaya çalışıyor. Tekkelerin, camilerin bahçeleri renk renk güllerle bezenmiş, şadırvanlarından buz gibi sular akıyor. Bir akşam namazı sonrası, bahçedeki çiçeklerin kokusunu yalnız içimize çekmiyor, yudum yudum içmeye çalışıyoruz. Caminin hocası, hortumu alıp çiçekleri sularken gülümseyerek bize bakıyor. Aynı dili konuşmasak da bakışlarla üzüntü ve sevincimizi ifade ediyoruz.

Halk bütün acılarına, yorgunluklarına rağmen, temizliğinden, zarifliğinden, misafirperverliğinden, vakârından hiçbir şey kaybetmemiş. Şehitlikler, şehirlerin içinde, kasabalarda her yerde var. Hepsi sade, bakımlı ve tertemiz. Kasabalara, köylere girerken mevsim meyvelerini kâğıt külâhlara koyup satmaya çalışan, güler yüzlü, tertemiz giyimli çocuklara ve hanımlara rastlıyorsunuz, o anda içinizden: “Keşke hepsini alabilseydim.” diyorsunuz. Âkif’in «Seyfi Baba» adlı manzûm hikâyesinde olduğu gibi: “Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsaydı.” diyorsunuz. Şehitlikte rastladığımız yarbay, bizlerle Türkçe bilen mihmandarımız Âyet Bey vasıtasıyla konuşuyor, sorularımızı cevaplıyor, şehitlikte beraberce namaz kılıyoruz. Namaz sonrası: “Eşime telefon ettim, sizleri yemeğe bekliyor.” diyor. Bir otobüs dolusu insanı bir anda hangimiz evimizde yemeğe davet cesaretini gösterebiliriz. Aynı misafirperverliği Ayvaz Dede şenliklerine katılmak için Travnik’e gittiğimizde de yaşadık.

Şenliklere katılmamız için 7 kilometre yolu geçerek dağa tırmanmamız gerekiyordu. Otobüste ve camide uyumak göze alınarak saat sabahın dördünde yola çıkmaya karar verildi, çok az uyuyacaktık. Dinlenmek için gittiğimiz evde, çaylarımızı, kahvelerimizi, limonatalarımızı içtik. Kalkma zamanı geldiğinde bizi gece misafir etmek istediklerini söylediler. Habersiz gelen 15 kişilik bir hanım grubuna akşam yemeği yedirip, sonra ayrı ayrı yataklar hazırladıklarını gördük. Ev sahibinin yer olmadığı için uyuyamadığını tahmin ediyorduk. Kaldığımız ev eski adâlet bakanının eviymiş; halktan birinin evinden farksızdı. Aileyle anlaşmamızı Sema Koleji’ne giden evin kızı sağlıyordu. Yemeğimizi yer sofrasında yedik. Üç ayrı çeşit börek ikrâmı vardı, komşuların ortaklaşa bu ikrâmı yaptığını düşünebiliriz.

Ayvaz Dede şenliklerine katılmak için Ayvatovitsa Köyü’nün Ayvatovitsa Cami’inde ve türbesindeyiz. Ayvatovitsa (Ayvaz Dede), XV. yüzyılın ilk yarısında Bosna’ya gelen ve mânevî yapıyı olgunlaştıran dervişlerden biri. Onların olgunlaştırdığı ortamda fetihler olacaktır. Bu dervişler efsaneleşecek, Boşnak milletinin hâfızasında yüzyıllarca canlı kalacak, nesillerden nesillere anlatılacaktır. 2006 yılı Temmuz’unda 497’ncisi idrak edilen şenlik, Boşnak Müslüman toplumunun Arafat’ı gibidir. Bu tören de yüksek bir dağda yapılır, namaz kılınır, dualar edilir, o dağdan yankılanan dualar dünya Müslümanlarına ulaşır. 7 kilometrelik dağ yoluna tırmanmak oldukça zordur. Boşnak ulemâsı dağ yolunun yapılmasına, turistik tesisler kurulmasına karşıdır. Onlara göre mânâ âlemine yolculuk gibidir. Bu yolculuğun zahmetini çekmek gerekir. Süslenmiş atlar üzerinde süvarilerin geçişi. Osmanlı devrinde olduğu gibi boy beyleri yeşil Osmanlı sancağını taşımaktadır. Bu tabloyu seyrederken, belediyelerimizin yaptığı şenlikleri hatırladım, sanattan, sanatkârdan ve bizim ruh iklimimizden uzak olan kutlamalar… Yıllar önce kökü dışarıda olan derneklerin bir dergisinde okumuştum: “Anadolu’ya gidiniz, müzik toplulukları eşliğinde festivaller düzenleyiniz.” Milletin hâfızasındaki mânevî iklimi yok etmenin belki de Anadolu’yu savaşsız fethetmenin formülüdür. Çünkü milletler mânevî iklimleriyle, efsaneleriyle yaşarlar.

Havaalanına bizi uğurlamaya gelen Boşnaklar birer kırmızı gülle Fatih fermanının fotokopisini armağan ediyorlardı bize. 28 Mayıs 1465’te yazdırılan fermanın aslı Fransiskan Katolik Kilisesi’ndedir.

“Ben Fatih Sultan Han, bütün dünyaya îlan ediyorum ki kendilerine bu padişah fermanı verilen Bosnalı Fransiskenler himâyem altındadır ve emrediyorum, hiç kimse ne bu adı geçen insanları ne de onların kiliselerini rahatsız etmesin ve zarar vermesin. İmparatorluğumda huzur içerisinde yaşasınlar ve bu göçmen durumuna düşen insanlar özgürlük ve güvenlik içinde yaşasınlar. İmparatorluğumdaki tüm memleketlere dönüp kendi manastırlarına yerleşsinler. Ne padişahlık eşrâfından ne vezirlerden ne memurlardan ne hizmetkârlarımdan ne de imparatorluk vatandaşlarından hiç kimse bu insanların onurunu kırmayacaktır. Hiç kimse bu insanların mallarına, kiliselerine saldırmasın, onları hor görmesin veya tehlikeye atmasın. Hattâ bu insanlar başka ülkelerden devletime birisini getirirse, onlar da aynı haklara sahiptir. Bu padişah fermanını îlan ederek burada, yerlerin, göklerin efendisi Allah, Allah’ın elçisi aziz Peygamberimiz Muhammed sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve 124 bin peygamber ile kuşandığım kılıç adına yemin ediyorum ki, emrime uyarak bana sâdık kaldıkları sürece tebaamdan hiç kimse bu fermanda yazılanların aksini yapmayacaktır.”

Bu ferman Fransız İhtilâli’nden 326, 1948 Milletlerarası İnsan Hakları Beyânnamesi’nden 485 ve Amerika’nın keşfinden 29 yıl önce îlan edilmiştir.

Şu anda TRT İnt’de Bosna’daki katliamın yıldönümündeki tören gösteriliyor ve bir şiir okunuyor, Damir NİKSİÇ’in «Müslüman Olmasaydım» şiiri:

“Ben Müslüman olmasaydım, / Benim geleneklerim, / Yemek tarzım, takkem, / Orucum, / Hıristiyan dostlarımı ve komşularımı rahatsız etmezdi. / Biliyorum / Bayram hiçbir zaman / Paskalya Bayramı kadar / Bilinmeyecek.”

Başçarşı’nın sokaklarındayız ve Başçarşı’dayız. Osmanlı devrinden bugüne kadar değişmeden ayakta duran bir çarşı… Esnaftan bazıları: “Siz, büyük bir imparatorluğun devamısınız, projeleriniz de büyüktür.” diyorlar. Gözlerimiz nemlenirken söylenenler içimizi dağlıyor. Kendimizle hesaplaşıp, utanıyoruz. Dileğimiz, utancımız enerjiye dönüşür, büyük projelerin insanı oluruz.

Bazı evler tamir edilerek oturulacak hâle gelirken, hâlâ savaş kalıntısı yıkık evler var. Kim bilir, belki de aileden hayatta olan kimse kalmamıştır. Belki de o yılları hatırlatması için el sürülmemektedir. Savaş yıllarında açılan tünel 1996 yılında müzeye dönüşmüş. Müzenin içinde o günleri anlatan belgeseli seyrediyoruz. Havaalanına ulaşmak için en uygun ev seçilmiş ve sahibinden istenmiştir. Evin sahibi üst katta oturacak, tünel evin içinden kazılacaktır. Evin sahibi Bayram KOLAR: “Evet.” derken; “İki oğlum var, biri Bosna’nın savunması için, diğeri de Bosna’nın geleceği için…” demiştir. Evin annesi çalışanlara yardım etmiş, devamlı içecek su vermiştir. Anneyle tanışıp sarılırken yıllardır göremediğimiz annemize sarılmanın sıcaklığını hissediyoruz.

Ayrılırken ağlıyoruz, mihmandârımız: “Ne olur, yine gelin, bizi yalnız bırakmayın, yılda birkaç kere gelin, ne olur ayda bir gelseniz…” diyor. Bosna, beni kendime getirdi, imkânım olsa her yıl giderim. Gitmesem de gönlüm Bosna ile dolu, ihtiyaçlarının ne olduğunu anlamış ve elimden geleni yapmak için söz vermiş bulunuyorum.