TÜRKÇENİN YAŞADIKLARI

SEYRİ (M. Ali EŞMELİ)

Güzelim Türkçemiz, 19’uncu asrın sonunda lügatta 90 binin üzerinde kelimeye sahipti. 20’nci yüzyılda budandı budandı ve bir ara lügatte 15 bin kelimeye düşürüldü. Daha sonra sözlüklerde bu rakam, 80 bine yaklaştırılmışsa da kullanımda devamlı olarak tersine bir gidişat gerçekleştirildi. Hep bilmeyenler dikkate alındı ve pek çok kelime sözlükte var olduğu hâlde ya resmî veya ideolojik yasaklara mâruz bırakıldı. Böylece yaşayan Türkçe, televizyonlarda istatistiklere göre ilmî programlar da dâhil sadece 500 kelime civarında. Bu, bizi tarihî köklerimizden koparmak için müthiş bir dil ve kültür kıyımıdır. Meselâ bir kelimeye “eski” yaftası vuruldu mu, o artık kullanılmaması gereken bir nesneye döndürülüyor. Bin senelik köklü kelimeler eski diye dilden sökülüp atılıyor. Buna göre «gel, git, koş, al, ver…» gibi birçok fiillerin, beş-on bin yıllık olduğu düşünülürse, acaba daha eski yaftasıyla bir gün onlar da mı atılacak? Sonra da uyduruk, garâbet dolu bir Türkçe, ya da yabancı bir dil. Ne âlâ (!) Kuruntu demeyin, tarihî kültür köklerimizi dil bahçemizden tamamen kesmek için garazkâr hamleler hâlâ revaçta. Hâlâ dağdaki çobanın bildiği kelimeler bile eski diye dilden atılıyor. Neticede az kelime, yoğun duygu ve düşüncelere yetmiyor, insanlar çatlayacak hâle geliyor. Nitekim geçen sene yapılan anketlere göre genç nesilde tartışmaların kavgaya dönüşmesinin %70 sebebi, kelime dağarcıklarının yetersizliği olarak belirlendi.

Dil bahçesi cennetti, fakat, bir iki karga,
«Gaak» uğruna bülbülle edip hırs ile kavga,
Çıldırdı da has bahçede bin fırtına esti,
Ahvâli gören bâğcı, şaşıp gülleri kesti!
Bir tozlu duman kapladı etrâfı bu hâlden,
Vız vız çalışan hür arılar düştü mecalden…
«Fırsat bu» deyip balları iç etti sinekler,
Zincir koparıp zambağı katletti inekler…
Arsız öküzün ağzına yem oldu gelincik,
Reyhânı eşekler yedi, mahvoldu güzellik…
Aç gözlü katır lâlenin üstünde tepindi,
Sümbül ve karanfil keçinin karnına indi…
Bastıkça davar, ot gibi çiğnendi papatya,
Lâl oldu İrem bülbülü, lâl oldu kanarya!..

Tüm bunlara aldırmadı hâlâ nice bağcı,
Bâğ, ormanı andırdı; hemen bir sürü dağcı,
Ellerde geniş balta, kesip durdu keyifle,
Söz selvisinin kalmadı mânâsı elifle…
Her gün dediler: “Bunca ağaç bahçede fazla!”
Hızlandı hızarlar yeniden, onca yalazla…
Her gün dediler: “Eskiye artık ne gerek var?”
Doğrandı bu efkâr ile en güçlü çınarlar…
Her gün dediler: “Ömrünü doldurdu büyük kök!”
Sağlam ve cesim gövdeye rağmen dediler: “Sök!”
Her gün dediler: “Bahçede çok fazla çeşit var;
Bin bir ne gerek, bir iki tür bizleri paklar!”
Dil bahçesi, hep böyle, talan sâhası oldu,
Her yan başıboş bir sürü hırsız ile doldu…

Ah Türkçe! Hazînende neler çaldı çalanlar,
Kök söktü, beton yığdı bu vâdîye dalanlar!..
Mahsulleri, heyhat, düşünenler geri kaldı,
“Kış var” diyerek öndekiler bıçkıya daldı…
Bir dülgere dönmüş sayısız meyveci hattâ,
Binlerce tomurcuk kuruyup gitti lügatta…
Dün bahçemizin rûhu kiraz, beyni cevizdi,
Her meyve karârında leziz, hem de vecizdi…
Son yağmada kör testereler, kıydı da kıydı,
Üç beş kalas uğrunda neler biçti lâkırdı!..
Yetmez gibi can koymadılar tâze çimende,
İmrâr-ı hayât eyliyoruz sanki Yemen’ de…
“Zordur, dediler; bakması, milyonla çiçek var!”
Buğday hasadıymış gibi yüklendi oraklar…
Kaldık çalı çırpıyla, bugün, her köşe sancı,
Boş çâreyi geç, yağmada doktor bile avcı…
Cennetkuşunun boynuna eller pusu kurdu,
Hiç titremeden Zümrüdüankâ’yı da vurdu…
Gersin mi kanatlar, dikenin üstüne yelken?
Yok tüy bile, kurşun sıkılan son ibibikten…
Dil bahçesi, boş çölleri andırdı sonunda,
Yüz tuttu buhâr olmaya insan da, pınar da…
Dil bâğı, yazık, kupkuru son sâdeliğinden,
Tam sahteliğin nârına yanmakta derinden…
Gaftan yana mâhir ne kadar lâfçı da öyle,
İmdâdı duyup yangını artırdı körükle…
Kavruldu sözün toprağı, sahrâ gibi heyhat,
ıssız ve kurak kaldı gönüller, bu ne ifsat!
Hür goncaların kökleri tutsak ve nefessiz,
Bülbül dolu dil cenneti, dilsiz gibi sessiz!..

Sevmez diye zîrâ bu lisan, dilde züğürdü,
Zenginliği, her gün nice fâreyle küçüldü…
Hattâ onu bilmiş kişiler sandı cenâze,
Derken, tabutun bağrına fırlattı kepâze!

Ağlar bu hazin hâle kütüphâne kenarda,
Can verdi ne haşmetli eserler şu duvarda…
Kim derdi ki; has bahçede sohbet bitecek, vâh,
Bülbül susacak, bir sürü baykuş ötecek, vâh!
Kim derdi ki; baskın çıkacak «moo» sesi zil zil,
Merkepler anırsın diye tûtî yutacak dil!..

Maksat, şu güzel bahçede ey dilci, bu muydu?
Zâten şaşarım bülbüle, hep kargaya uydu!
Bilmem, ne deyim bağcıların hâline, bilmem,
İçten yıkılan avluda mağlup koca Türkçem!
Bizden görünen bir sürü ırgat onu yaktı,
Hür ilme de, hür fikre de düşman gibi baktı…
Ey dilci; lisan, gülleri zenginse, lisandır,
Sağlam dili kadrince vatan, güçlü vatandır.
Dil çökse eğer, ülke de kalmaz, biliyorsun,
Dert anlatamaz kimseye Leylâ ile Mecnûn…
Fikreyle; muazzam dilimiz, hasta düşünce,
Mahvoldu sözün anlamı, kayboldu düşünce…
Fırsatçı hasımlar, bunu fark etti de derhal,
Dostâne ayaklarla gelip eyledi işgal!
Mâmûr ediyormuş gibi ayrık otu ekti,
Hormonlu zehirler üreten dalları dikti…
Darvin gibi maymunlara yol yaptı uyuzlar,
Bahçemde de artık cirit atmakta domuzlar!..
Hâlâ bu fecî sahne umurlarda değil ki,
Bülbüllere dil yutturuyor karga ve tilki…

Ey bağcı, sakın sanma ki insâna gerekmez,
Dil bahçesi, söz yoksulu hayvâna gerekmez!
Dilsizleşerek benzeyemez hayvana insan,
Söz olmasa çatlar, içi mânâ dolu her can!..
Tekrar dili cennet yapalım, her sözü efsûn,
Bülbül şakısın her şeyi, leş kargası sussun!

Ey bağcı! Bırak gafleti, ter dök, şu bahâra,
Ter dök çınarın kalbine, aldırma civâra!..
Bak tâze filizler büyüyor dağ gibi kökte,
Biz Türkçe muhabbet edelim yerde ve gökte!
Hâlâ yele baş vermeyecek güllerimiz var,
Tekrar kuracak cenneti, sümbüllerimiz var!..
Bülbüllerimiz var, olacak her biri Yûnus,
Tekrar konacak bâğa kitaplardaki tâvûs…
Her bir kelimem, meyve-i candır güneşinden,
Gün yüzlü kütüphânenin ayrılma peşinden!..
Bin yıl yaşayan lâfza nedir eldeki keski?
Bak târihe; «koştur, yürü, gel, git» daha eski!
Geçmişle lisan, kök kazanır, eski denilmez,
Bilmez ise esmâyı nesil, kendini bilmez!

Düşman dili dünden daha zengin, şunu anla,
Zengin diye dünyâ dili olmuş nice şanla!
Bizdeydi bu şan, biz ki idik dün daha zengin,
Seyrî, yeniden olmalıyız Türkçede engin!..