SAMAN ÇÖPÜ

Serdar AKYOL

 

Adımlarını gittikçe hızlandırıyordu. Maksadı, arkadaşlarının onu beklediği cafeye varmadan yanındaki kadından kurtulmaktı; annesinden… Zavallı kadıncağızın söylediği hiçbir şeyi dinlemiyordu. Tek istediği, hayatının anlamı olan arkadaşları tarafından görülmeden yanından uzaklaşmasıydı. İstediği gibi oldu. Annesinden çaktırmadan ayrıldı. Hemen arkadaşlarının yanına gitti. Grupları her zamanki yerlerinde oturuyordu. Gidip aralarına karıştı. Geldiğini sadece birkaç kişi fark etti. Her zamanki gibi ne yapacaklarını düşünüyorlardı. Halit’in gününün bundan sonraki kısmını onlar belirleyeceklerdi. Onlar ne derse o olacak, nereye gitmek isterlerse oraya gidilecekti. Halit de onların peşinde, bazen buruk bazen neşeli, bazen kendini yalnız hissederek bazen de sanki onu umursuyorlarmış gibi sürüklenecekti. Çoğu zaman ona aldırmıyorlardı bile. Ama hiç değilse gidilen yerlerde hesabı ödüyorlardı. Halit de onların yanında, özlem duyduğu hayata yaklaştığını hissediyordu. Her istediğini alabildiği, her istediğini yapabildiği bir hayat… Onun rüyâlarını süsleyen yaşayış buydu. Annesinin evlere temizliğe giderek onlara bakmasının, kardeşini ve onu okutmasının hiçbir önemi yoktu onun için. İstediği hayatı yaşayamadıktan sonra okumanın ne önemi vardı? Ne olurdu şimdi yanında bulunanlar kadar zengin olsaydı? O da onlar gibi rahat davranırdı şimdi. Hattâ kız arkadaşı bile olurdu. Ama hayır! Düşündüğü mümkün değildi. O yüzden bazen bunalıyordu.

Ne zaman zihni malûm hafakanlarla dolu olsa, annesine sanki her şeyin sorumlusu oymuşçasına sitem ediyor, yanı başındaki hayale daha sıkı sarılıyordu. Sanki onlar olmadan yok olacaktı. Ya da onun için daha kötüsü; «sıradan» biri olacaktı. O, sıradan olmak istemiyordu. En büyük hayali farklı olmaktı. Yani zengin olmak. Ona göre zenginler farklı idi. İstedikleri gibi yaşayabiliyorlardı. Onu cezbeden de buydu. İstediğin gibi yaşayabildiğin bir hayat. Bazen kendine acıdığı bile oluyordu. Ne hâlde olduğuna bakıyor, kendine karşı öfkeleniyordu. Hayatını işe yaramaz bir grup serseriye bırakmak bazen çok ağır geliyordu ona. Ama bu gösterişli hayata olan düşkünlüğü o derece büyüktü ki, her şeyi kabullendiriyordu kendisine. Onurlu olmanın emâresi bile kalmamıştı. Ne hâle gelmişti?

“-Allooo !!! Yürüsene oğlum.”

Herkesin kalktığını o anda anladı. Hemen peşlerinden koştu. Grup paldır-küldür arabalara doluştu. İçlerinden bir tanesi arabaya binmeden kaldırımda oturmuş önündeki eski tartıyla ekmek parası kazanmaya çalışan yaşlı bir adamın şapkasını kaptı. Kahkahalar atarak bir o yana bir bu yana koşmaya başladı. Zavallı ihtiyar şapkasının peşinden gücü yettiğince koşmaya çalışıyordu. Koşarken bir taşa takıldı ve yere kapaklandı. Eğlencesi biten çocuk da durdu. Şapkayı adamın yüzüne fırlatıp arabalardan birine atladı. Hâdiseye herkes kahkahalarla gülmekteydi. Belki hiç istemediği hâlde Halit de gülüyordu. Gülüyordu ya, o anda yaşlı adamla göz göze geldi. Yerdeki tozlarla çamurlu hâle gelmiş gözyaşlarını fark etti. Adamcağız sadece acı acı bakıyordu onlara. Kahkahası yüzünde dondu Halit’in. Yaşlı adamın o acılı bakışları yüreğine saplandı. Her şey durdu o an. Adamın, kendisine yapılan çirkinliği hiçbir şey demeden yalnız gözyaşları ile karşılaması, içine işledi. Kendini iğreti hissetti. Düşündü ki yeri, beraber olduklarının yanı değil, aslında o yaşlı adamın yanıydı. Kahkahalar arasında kendine yol bulmaya çalışan sesi ile inler gibi mırıldandı:

“-Çocuklar çok abarttık!”

“-Ne yaptık, ne yaptık?!.”

“-Çok abarttık… Yazık adama.”

Daha bir şeyler diyecekti ki, şoför mahallindeki arkadaşı Soner, acı bir frenle dururken Savaş da hızla kapıyı açıp haykırdı:

“-Haydi oğlum, öyleyse doğru amcanın yanına!”

Halit ne olduğunu anlamadan kendisini dışarıda buldu. Ne oldu demeye kalmadan arkadaşları sert patinajlarla hızla uzaklaşmıştı bile…

Ne yapacağını şaşırmıştı. İlk defa arsız arkadaşlarına bu kadar hırslandı. Sonra kendini az önceki hislerin kollarına bıraktı. Ayakları, yaşlı adama doğru gidiyordu… Kendini kaptırdığı saman çöpü gibi bir hayatın ve hâtıraların üzerine basa basa gidiyordu…