SALTANAT SÜRMEK Mİ,HİZMET ETMEK Mİ?

M. Akif GÜNAY
kalbi@yuzaki.com
Tarih, ibret almak içindir ve ona basîretle bakanlar için nice derslerle doludur. Tarihimize yönelik şartlı bakışların en ziyâde takıldıkları konuların başında, Osmanlı Hânedanı’nın -kelimenin aslî mânâsıyla değil de, kendi zihinlerindeki menfi anlamıyla- «saltanat sürdükleri» iddiası gelmektedir. Güyâ bu saltanat, keyfî bir idareye zemin hazırlayan, zevk u safâ içinde yaşamayı temin eden bir yönetim tarzını ifade etmektedir. Hâlbuki tarihimize insaf nazarıyla bakıldığında, bunun katiyyen böyle olmadığı çok açık bir şekilde görülmektedir. Tabiî ki, gözleri inat ve şartlanmışlığın kalın perdeleri bürümemişse…

Daha üzerinden yüzyıl bile geçmemiş mâzimizden bir, iki misâle bakalım:

Sekiz yaşında saraya giren, fakat âhir ömründe uzun yıllar italya’nın Napoli şehrinde gurbetin binbir çile ve ıstırabıyla yoğrulan ve canından aziz bildiği vatanına döndükten kısa bir müddet sonra da vefat edip kendi vasiyeti üzerine Beşiktaş’ta Yahyâ Efendi Dergâhı’na defnedilen, II. Abdülhamid Hân’ın zevcesi Behice Sultan anlatıyor:

“Yunan Harbi olduğu zaman sultanın gözlerine uyku girmedi. Sabahlara kadar elinde haritalar, «Askerimin şu saatte burada, bu saatte burada olması lâzım.» derdi. Her saat başı haber alır ve devamlı dua ile, niyaz ile meşgul olurdu…

Hicaz ve Bağadat demiryolu yapılırken herkes elinde olan zâtî malını verirdi. Bunların arasında ben de elimde ne varsa vermiştim. Bir madalya vermişlerdi. Sonradan saray basıldığı zaman onu da çaldılar. Hiçbir şey bırakmadılar…”

Daha çocukluk yıllarında sürgün hayatının çile ve ıstıraplarıyla tanışan Şâdiye Sultan da, babası cennet -mekân II. Abdülhamid Hân ile ilgili hâtıralarından birini şöyle anlatır:

“Babamın zamân-ı saltanatında yalnız bir tek harp hatırlıyorum. O da Yunan Harbi’dir. Bu benim çocukluk zamanıma rastlamıştır. Hatırladığıma göre, haremdeki dairelere top top bezler getirilip dağıtılmıştı. Yaralı askerler için gecelikler dikilirdi. Hizmetkârlarımızla beraber sabahın erken saatlerinden, gece uyku vaktine kadar dikiş makinelerimizin başında bizden istenilen sayıda giyeceği yetiştirmeye çalışırdık. Bu hummalı faaliyet bütün muharebe müddetince devam etti. Ben de çamaşırlara düğme dikerdim. Aklımca büyük iş gördüğümü sanırdım. Babam (II. Abdülhamid) yanımıza gelir:

«Âferin evlâtlarım, Allah sizlerden râzı olsun, vatan için çalışmak ne tatlıdır, Allah vatanımızı düşmanlardan muhafaza buyursun!» derdi. Biz bu sözlerden kuvvet ve şevk alırdık. Zaman kaybolmasın diye gözümüzü iğnemizden ve makinemizden ayırmaksızın onu dinlerdik. Vatan! Vatan! Babam bunu bizlere ne kadar çok söylemişti.

Bir Tâlimhâne Köşkü vardı. Geniş ve büyük bahçesindeki askerî kışlada maiyyet bölüğü bulunurdu. Tâlimlerini gider seyrederdik. Yunan Muharebesi’ nde kışlanın bir kısmını hastehâne yapmışlardı. Yaralı askerler geldikçe onlara nasıl ihtimam göstereceğimizi bilemezdik. Babam bizzat buraya gelir, «Ahmedcik» lerini, «Mehmedcik» lerini okşar,hatırlarını sorarlardı. Yaralılara evlerimizden şeker ve sâire hediyeler gönderirdik…”

İşte bu insanların derdi neydi ki yaralı askerlerin elbiselerine düğme dikmek için kendilerini yıpratıyor, şahsî mallarından, canlarından fedakârlıkta bulunuyor, vakitlerini bu yolda sarf ediyorlardı. Oysa bu işleri emredip yaptırmaya da muktedirlerdi. Sarayda istedikleri gibi gönül eğlendirmek ve zevk u safâ içinde vakit geçirmek varken, niçin gidip yaralı askerlerin dertleriyle dertleniyorlardı? Sınırları kıtalara yayılmış bir ülkeye sahip olan bir hânedanın mensupları, yaşanan bir harbin acı gerçekleri olan gâzilerin tedavileriyle niçin bizzat ilgileniyorlardı ki? Niçin kendi elleriyle ve kendi iradeleriyle gönüllerini dilhûn ediyorlardı ki?

Tabiî ki, onları keyif sürmek için milletin iliğini sömürenler olarak algılayan tarafgirler bu manzaraları görmek istemezler. Ecdadın; kendi söküğünü kendi diken, ashâbının üzerine şefkat ve merhametle titreyen, onların dertlerine devâ olmadan rûhu huzur bulmayan bir Peygamber-i Zîşân’a hürmet, muhabbet ve bağlılıkla temâyüz etmiş bir millet olduğunu anlamak istemezler.

Kendisinin Hâkimü’l-Harameyni’ş-Şerî’feyn diye takdîm edilmesine derhfü itiraz ederek bunu «Hadimü’l Harameyni’ş- Şerifeyn» olarak düzelten, ömrü at sırtında seferlerde geçen Yavuz Sultan Selim, zevk u safâ içinde saltanat süren bir idareci anlayışını mı temsil etmektedir?