SABIR ŞUURU

Naci ÖZTÜRK

Sabır, çamurdan yaratılan insanın kıvam ilâcıdır. Zıtların imtizâcı olan ve nefsinin tabiatında acelecilik bulunan insan çile fırınına girip, sabır ateşinde iyice pişip pekiştikten sonra kıvam bulur. Aksi hâlde cıvık ve basit bir çamurdan farklı değildir. Sabırla yoğrulmayan ve çamur tıynetinden kurtulamayan bir insan, maya tutmadığı için hayatın akışı içinde darmadağın oluverir.

Ömrün her anı sabırla iç içedir. İnsan, hayatı boyunca bir şeylerin çilesini çekmekte, her halükârda bir şeyleri beklemektedir. Beklemek, insanın değişmez kaderidir! Zira her şey insanın kendi elinde değildir. Cüz’î iradenin sınırı bir yere kadardır.

Dünyaya gelmek için, dokuz ay anne rahminde kıvamını buluncaya kadar bekleyen insan, neredeyse ömrünün sonuna kadar hep bir şeyleri bekler. Tarlaya tohum eker, yeşermesini bekler; yeşerdikten sonra gelişmesini ve hasat vaktinin gelmesini bekler. Bir fidan diker, büyümesini ve meyve vermesini bekler. Bir çocuğu dünyaya gelir, büyümesini ve yetişmesini bekler. Bir yerden başka bir yere gider, mecburen yolculuğun bitmesini bekler; birisinden bir şey ister, getirmesini bekler; bir işe teşebbüs eder, işin bitmesini ve neticeyi bekler… Yani ömür boyu hep emellerini bekler. Dünya hayatı işte baştan başa böyle bekleyişlerle geçer.

Mademki dünya hayatında bekleyiş kaçınılmazdır, o hâlde bu bekleyişi mânâlandıracak ve ulvî bir kazanca dönüştürecek bir şuur lâzımdır. İşte bu da sabır şuurudur!.. Ancak bu şuurla geçen bir bekleyiş insana fayda vermekte, yalnızca sabır şuuruyla bekleyenler muradına ermektedir.

Şuur ve mânâsından uzak bir bekleyişin anlamı olmadığı gibi, kazanılacak bir zaferi de yoktur. Yoksa çaresizlik içinde kalan her insan ister istemez bekleyecektir. Ama bu hummalı, sıkıntılı ve isyanlı bir bekleyiş olacaktır. Sabırdan, rızâdan ve teslimiyetten uzak bir bekleyiş…

Sabır şuuruyla sürdürülen bir bekleyiş ise çileyi bile neşeye dönüştürür ve sahibine ulvî mertebeler kazandırır.

Melekût âleminde cisim ve madde engeli olmadığı için, zaman ve mekân kaydı da yoktur. Her şey fevkalâde bir hızla gerçekleşmekte, dolayısıyla insan, beklemenin ıstırabından behemehâl kurtulmaktadır. Ama zaman ve mekân kaydına bağlı olan dünya hayatında, her netice ancak uzun bir bekleyişle hâsıl olmaktadır.

Zaman ve mekân kaydının bulunmadığı latîf melekût âleminden kesif cisim ve madde âlemine gönderilen ve burada maddî sebeplerle imtihan edilen insan, latîf ruhu sebebiyle zihnen fevkalâde bir sürate sahip olsa da, nefis cihetinden cisim ve maddeye bağlı olduğu için bütün amellerin serencamını beklemek zorundadır. İşte bu cihetten kesif cisimlerin doldurduğu dünya hayatı, insanın sürgün yeri olmuş; gözlerini dünyaya açan insan, kendisini kesif cisimlerin arasında bulmuştur.

Bütün bekleyişler ancak ölüm noktasında âkıbete ulaşacaktır. Eğer kişi ömrün gayesini anlamış ve imtihanı kazanmışsa, ömür bekleyişi ölümle mutlu sona ulaşacaktır. İşte sabır şuuru, bu bekleyişe mânâ kazandırmakta ve insanın mânevî rüşt ve kıvamını bulmasını sağlamaktadır. Sabırda; tahammül, şekvâ etmemek, şükretmek, râzı olmak ve teslimiyet vardır.

Yani sabreden kul Rabbinin taksimine râzı olmuş, nasibine şükretmiş, O’ndan gelen her şeye gönül rızasıyla teslim olmuştur. Bu rızâ hâli sebebi ile de hakikî saadete ve mutluluğa ermiş, her türlü teşviş ve endişeden kurtulmuştur.

Ne mutlu böylesi kullara!..