Kerküklü Safi’den Nükteler ve Müşaare

Doç. Dr. Nihat ÖZTOPRAK

İFTİRÂNÂME

Adamın biri nasıl yaptığı bilinmez boğazını yaralar, dilsizliğe vurur. Başına toplanan meraklı halk bu işi kimin yaptığını sorar. Adam konuşamadığı için ya da öyle görünmek istediği için işaretle başında bulunanlardan birini gösterir. Adamın söyledikleri netleşsin diye eline kağıt kalem tutuşturulur ve yazması istenir. Amaç faili netleştirmektir. Kağıda “Beni böyle perişan eden, ciğerimi dağlayan işte budur. Aslında o beni yaralamakla yetinmeyecekti, beni öldürecekti. Çoktan beri başımı kesmek arzusunda olduğunu, fırsat kolladığını biliyordum. Fakat bir türlü fırsat bulamıyordu. İşte bu gece eline fırsat geçti ve fırsatı ganimet bildi.” ilh… daha birçok
sözler söyler. Adamın işaret ettiği ve bir sürü sözler sarf ettiği bu kişi Kerküklü şair Sâfî’dir. İsmi ile müsemmâ şairlerden biri olan Sâfî’nin hiçbir şeyden haberi yoktur. Apaçık bir iftira ile karşı karşıyadır. İşin daha da enteresan olanı, bu kişi ekmeğini paylaştığı, yârenlik yaptığı oda arkadaşıdır.

Sâfî bu iftira karşısında çaresiz kalır. Zor günler geçirir. Ancak İstanbul’da kaldığı süre içinde tanıştığı başta Kerküklü şairlerden Mehmet Mihri olmak üzere birçok şair arkadaşı vardır. Onların hazırladığı tezkiye mazbatası sayesinde hüküm giymekten kurtulur.

Yüzakı Dergisi’nin Haziran 2006 sayısında nüktelerini konu ettiğimiz şair Fâiz gibi Sâfî (öl. 1898) de, Kerküklüdür. Kerkük’te ticaretin yanında babasından öğrendiği «dua-gû» luk mesleğini de yürütmektedir. Eskiden mevlithanlık gibi dini ve milli her türlü toplantı ve merasimlerde dua etmek de ayrı bir bilgi ve sanatkarlık gerektiren bir meslek idi. Sâfî’nin İstanbul’a gelişi de duagûluk beratını yenilemek içindi. Ancak o dönemlerde, günümüzdekinden çok daha çekici olduğu şüphesiz olan İstanbul ‘dan ayrılmak, Sâfî’ için de gelmek kadar kolay olmamıştır. Uzun süre İstanbul’da kaldığı tahmin edilmektedir. Ayrılışı ise yukarıda anlatılan hâdiseye dayanır. Olay her ne kadar üzücü ise de bir eserin ortaya çıkmasına vesile olarak, zahmetten rahmete dönüşmüştür. Zira Sâfî, olayın arkasından 3000 beyitlik «İftiraname» adlı manzûmesini kaleme alarak başından geçenleri ve düşüncelerini anlatmıştır.

SUDAN BAHANELER

Sâfî’nin kâtiplik yaptığı bir dönemde, zamanın Kerkük mutasarrıfı Mazhar Paşa bir gün, hükûmet sarayındaki görevine geç gelen Sâfî’ye geç kalmasının sebebini sorar. Safı, hiç tereddüt etmeden Kerkük’ten geçen Hassa lrmağı’nın taşmış olduğunu bu sebeple de görev yerine gelmekte geciktiğini söyler. Şairin mazeretini inandırıcı bulmayan Mazhar Paşa sinirlenir ve Sâfî’nin bu sudan bahanesini bir beyitle küçümser:

Hizmetin îfâ eder mi elde hâzır var iken
Zümre-i küttâb için bir özr-i bârid su gibi

Anlamı şöyledir: “Elde hazır sudan bahaneleri varken
(senin gibi) kâtipler görev yapar mı?!.”

Mazhar Paşa’nın böyle bir beyit yazmasına yol açan «sudan bahanenin» inandırıcı olmadığını elbette Sâfî de bilmektedir. Fakat söylemiş bulunur. Mazhar Paşa’nın beyitle gelen fırçasını da fazlasıyla hak etmiştir. Ne var ki bu beyit cevaba muhtaçtır. Sâfî diline de kalemine de hâkim olamaz şu beyitleri karalar:

Kıl kadar kalmaz bahâne hazret-i Mazhar eğer
Eylese bir köprü inşâsın velev bir mû gibi

Eylemez kimse ta’allül özre yer kalmaz heman
Hizmet îfâsı için akıp gelirler cû gibi

Yoksa böyle kalsa gitse hâli üzre bu hava
Her zaman bir özr-i bârid gösterirler sû gibi

Sâfî bu beyitlerle Mazhar Paşa’ya şunları demiştir:
“Mazhar Paşa Hazretleri eğer kıl kadar da olsa bir köprü inşa etseydi hiçbir bahane kalmazdı. Böylece özür beyanı için sebepler ortadan kalkar, hizmet için herkes su gibi akıp gelirdi. Ancak köprü inşa edilmeyip eskisi gibi kalırsa, havalar da böyle giderse, insanlar da böyle sudan bahaneler göstermeye devam eder.”

FAİZ VE SAFl’Nİ N MÜŞMRELERİ

Haziran 2006 Yüzakı Dergisi’ndeki yazımızda şair Fâiz’in, bu sayıda da şair Sâfî’nin bazı nüktelerine yer verdik. Sözü edilen bu iki şair bir zamanlar Türk ve İslâm dünyasının kültür merkezlerinden olan Kerkük’tendir. Şimdi ABD öncülüğündeki çeşitli ülke askerlerinin sudan sebeplerle ele geçirdikleri Kerkük ili, nice halk ve dîvân şairini yetiştiren önemli bir Türk yurdudur.

Bu güzide kültür merkezinde, 19’uncu yüzyılda yetişen şairler arasında yukarıda nüktelerine yer verilen Fâiz ve Sâfî de vardır. İki dost oldukları anlaşılan bu şairlerin bir konuda karşılıklı manzûm münazaraları sonucu Türk edebiyatı nâdîde bir esere «Müşâare» ye kavuşmuştur. Müşâare, birbirini tanıyan iki şairin gerek birbirleriyle gerek diğer dostlarıyla, şiir yoluyla seviyeli sohbet veya münazaralarıdır. Konusu, türü, uzunluğu tamamen şairlerin elindedir. Bir yönüyle dîvân şiirindeki nazîre geleneğine, bir yönüyle de âşıklar arasındaki karşılıklı atışmaya benzeyen müşaare şairler arasındaki sanat alışverişinin en ileri biçimlerindendir. Ali İhsan ÖBEK, müşâare için özetle “…ilmî yönü ağır basan münazaranın şaircesi” diye bir tanımlamanın yerinde olacağı kanaatinde olduğunu ifade etmektedir. Nitekim müşâareye «münazara» ve «muhavere» adlarının verilmesi de Öbek’i doğrular niteliktedir.

Fâiz ve Sâfî’nin müşâarelerinin ilk neşri «Kerkük Şairlerinden Fâiz ve Sâfî Efendiler Arasındaki Müşâare» başlığıyla Kerküklü yazarlardan Sâbir’e, ikincisi Ata TERZİBAŞI’na, üçüncüsü İsmail Habip SEVÜK’e aittir. Günümüzde ise Trakya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Ali İhsan ÖBEK tanıtmıştır. Ali İhsan ÖBEK, Klâsik Türk Edebiyatında Müşaare (FâizSâfî) başlığıyla yayımladığı eserde Fâiz ile Sâfî arasında oluşan müşâarenin metnini ve nesrini, metinle ilgili notlar ve açıklamalarla birlikte yayımlamıştır. Sayın Öbek, yalnızca bu müşâareyi hazırlamakla kalmamış, ciddî bir akademisyen duyarlılığı ile hareket ederek klâsik Türk edebiyatında müşâare geleneği hakkında da derli toplu bilgiler vermeye çalışmıştır. Bu hassasiyetin bir uzantısı olarak müşâarenin şairleri Sâfî ve Fâiz’in hayatları, edebî kişilikleri ve eserleri hakkında da bilgi vermiştir. Böylece Sayın Öbek’in eseri sayesinde biz yalnızca Fâiz ve Sâfî’nin müşâarelerini tanımakla kalmıyor, şairler hakkında ve hepsinden önemlisi müşâare geleneği hakkında genel bilgiye kavuşmuş oluyoruz. Ali İhsan ÖBEK’i bu çalışmasından dolayı tebrik ediyor, Türk kültürünün meraklılarına kitabı oku mal arını tavsiye ediyoruz.

Fâiz ve Sâfî’nin müşâareleri toplam 250 beyit olup birbirinin devamı olan iki müşâareden oluşmaktadır. İlki; kasîde nazım şekliyle başlar, sonra musammat kasîde tarzındaki 7 şiir ile devam eder. İkinci müşâare ise mesnevî şekliyle kaleme alınmıştır.

MÜŞÂARENİN HİKÂYESİ

Birbirleriyle komşu iki şairden Fâiz’in evine bir bayram günü bir dilber bayram ziyaretine gelir. Aynı dilber Sâfî Efendi’nin de gönlünün sultanıdır. İlk olarak Fâiz 34 beyitlik bir methiye ile bu dilbere olan tutkusunu kaleme alır. Konu artık kayda geçmiş ve teşhir olmuştur. Bu teşhir Sâfî’yi üzer. O da konuyla ilgili duygu ve düşüncelerini 5 beyitle kaleme alır. Böylece münazara tarzındaki müşâareye başlanmıştır. Sâfî, kendisinin de sevdiği dilberi elinden almamasını Fâiz’den ricâ eder:

Ey Faiz-i şîrin zebân eyevhad-i devr-i zamân
Lütfeyle gadretme amân celb eyleme meclûbumu

Faiz karşı cevabında bu kavgaya gerek olmadığını:

Cânım gözüm da’vâ niçün bu ceng ü bu gavgâ niçün?

diyerek dile getirip ortalığı yumuşatmaya çalışır. Sonra
sevdiği ne sahip çıkmasını Sâfî’ye öğütler.

Fâiz’in bu kendinden emin edâsına karşı Sâfî meseleye, alttan alarak yaklaşır. Faiz’in şiirde üstad olduğunu, kendisinin Ferhat gibi fakir bir âşık olduğunu söyler. Bir beytinde ise Fâiz’i, Süleyman Peygamber’e kendini ise karıncaya benzetir. ” Karınca Süleyman Peygamber’e konuştu amma, senin gibi bir Süleyman önünde, benim gibi bir karınca, ağız açabilir mi?” der.

Fâiz Efendi verdiği cevapta önce Sâfî’yi överek göklere çıkarır. Öyle ki: “Allah yalnızca şairlere ilahî mesajını gönderecek olsaydı şairlerin peygamberi olarak seni seçerdi.” şeklinde mübalâğalı sözler sarf eder:

Şâirlere hassa Hudâ kılsaydı ba’s-i enbiyâ
Sensin der idim bîriyâ şâirlerin peygamberi

Sonra aşkın kendisine bırakılmasını, aşkın cefasını
çekip zehrini içebileceğini, buna alışık olduğunu, Sâfî
Efendi’nin kırmızı şarap içip keyfine bakmasını tavsiye
eder:

Aşkı bana eyle kerem ol zehri ben nûş eylerem
Ol zehr ile âdetgerem sen iç şarâb-ı ahmeri

Sâfî Efendi ise dâvâsından vazgeçecek değildi. Cevabı gecikmedi. Bu cenkte var olduğunu, kavgayı Fâiz’in bırakması gerektiğini ifade eden beyitler yazdı. Sonuna da bir gazel ilâve etti.

Fâiz, rakibin alttan almakla beraber alanı terk edemeyen tutumu dolayısıyla meseleyi çözüme kavuşturacak bir teklifle sona eren bir manzûme yazar. Teklifi, ortak sevgiliyi iki eşit parçaya bölmek üst tarafını baş tâcı ettiği için Sâfî’ye vermek, alt tarafını ise kendisine ayırmaktır:

Yarım sana yarım bana yarın ben etmem iddiâ
Ben hâkipâyim sûy-i pâ sen tâc-ı sersin sûy-i ser

Fâiz bu beyitle teklifini ve son sözünü söyler, söz sırası Sâfî’ye gelir. Sâfî cevabında bu teklifi kabul edemeyeceğini ancak daha güzel teklifi olduğunu söyler. Teklifi şudur:

Rûyu bana rengi sana vaslı bana hecri sana
Şehdi bana zehri sana artık bu sulha ver karâr

“Yüzü benim, yüzünün rengi senin; vaslı benim, ayrılığı senin; balı benim, zehri senin olsun! Artık bu teklifimi kabul et ve sulh olsun.”

Fâiz ve Sâfî arasında geçen dillere düşmüş meşhur müşâare böylece biter. Son sözü Sâfî söyl emiş Fâiz’den cevap gelmemiştir. Fâiz’in aradan çekilmesinden sonra ikinci müşâare başlar. Onun yerini Mehmed Emin Ağa almıştır.

İki şair arasında manzûm mektup tarzında geçen bu yazışma güzel bir müşâare örneği ortaya koymuştur.