DOĞRU DEĞERLENDİRİLEN TATİL BİZE KENDİMİZİ KEŞFETME VE YENİLEME İMKANINI VEREBİLİR…

Ali KÖSE Kimdir?

1963 yılında Beyşehir’de doğdu. 1981’de Antalya İmam-Hatip Lisesi’nden, 1985’te Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 1988’de Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisans eğitimini, 1994’de Londra Üniversitesi King’s College’de doktora eğitimini tamamladı.

1998’de doçent, 2004’te profesör oldu.
Hillen Marmara Üniversitesi İlllhiyat Fakültesi
Din Psikolojisi Ana Bilim Dalı’nda öğretim
üyesi olarak görev yapmaktadır.

Yayınlanmış Eserleri:

1 .Conversion to İslam: A Study of Native British Converts, London: Kegan Paul, 1996.

2.Neden İslam’ı Seçiyorlar?: Müslüman Olan İngilizler Üzerine Psiko-sosyolojik Bir İnceleme, İstanbul: TDV İsam Yay., 1997.

3.Doğal Afetler ve Din: Marmara Depremi Üze rine Psiko-sosyolojik Bir İnceleme, İstanbul: TDV İsam Yay., 2000 (Doç. Dr. Talip KÜÇÜKCAN ile birlikte).

4.Freud ve Din, İstanbul: İz Yayıncılık, 2000.

5.Sekülerizm Sorgulanıyor: XXI. Yüzyılda Dinin Geleceği (ed), İstanbul: Ufuk Kitapları, 2002.

6.Üç Yusuf Bir İslam, Etkileşim Yay., İstanbul 2005.

7.Milenyum Tarikatları: Batı’da Yeni Dinf Akımlar, İstanbul: Truva Yayınları, 2006. B.Ulik Ama Kutsal, İstanbul: Etkileşim Yayınları, 2006.

9.Çeviri: Erich Fromm, Hayatı Sevmek, İstanbul:ArıtanYay., 1996.

10.Çeviri: Jeremy Rifkin, Darwin’in Çöküşü, İstanbu 1: Ufuk Kitapları, 2001 .

11.Çeviri: John Esposito, İslam Tehdidi Efsanesi, Ufuk Kitapları , 2002 (Talip KÜÇÜ KCAN ve Ömer BALDIK ile birlikte).

Yüzakı: Modern tüketim toplumumun beraberinde getirdi, hayat tarzı, birçok farklı ve yeni unsuru da hayatımıza soktu. Modern çalışma hayatının vermiş olduğu sıkıntı ve stres dolu ruhî durumdan istifade ile turizm paralelinde bir tatil kültürünün oluşturulduğunu ve insanların da bu yolla ayrı bir sömürüye maruz bırakıldığını görmekteyiz. Bu hususta yakın zamana kadar mesafeli hir duruşa sahip olan muhafazakâr tavırlı iıısanların da bazı manevralarla bu sömürü çarkının
içine çekilmesi mevzubahis… Bu durum birçok yönden toplumumuzun ahlâkî vaziyetini de olumsuz yönde etkileyen bazı unsurlar ihtiva edebiliyor. Bu sebeplen Yüzakı Dergisi olarak, yaz aylarına girerken bu konuyu ele almak ve doğru bir tatilkonuyu ele almak ve doğru bir tatil anlayışını nasıl olması gerektiği hususunu işlemek istiyoruz.

İlk olarak tatil kültürünün ortaya çıkış sürecinde ve modern toplumlarda «tatile çıkmak» ihtiyacının nasıl bir içtimaî durumdan beslendiğinden bahsedebilir misin?

Ali KÖSE: Tatil sadece bir dinlenme olarak ele alınırsa bu, insani bir ihtiyaçtır. Mekan değiştirme veya seyahat şeklinde ele alındığı zaman da her zaman var olagelmiş normal bir
vakıadır. Eski devirlerde seyahat zahmetli bir iş olduğu için, ancak hususi manada gayreti olan insanların başka mekanlara giderek gözlemde bulunma gibi bir fırsatı oluyordu. Ama bunlar verimli seyahatlerdi. Zira bu tür seyyahların ortaya koymuş oldukları eserler tarih kitaplarımızın en temel kaynaklarındandır.

Fakat modern dönemde «tatil kültürü» dediğimiz şey esas itibariyle endüstri devriminin getirmiş olduğu bir hadise… Çünkü endüstri devrimiyle birlikte yeni bir hayat tarzı ortaya çıktı. Bu hayat tarzı, insanların işçileştirildiği hatta makineleştirildiği bir hayat tarzıydı. İnsanlar, daha fazla üretim yapması gereken ve daha fazla para kazandırması gereken varlıklar olarak görülmeye başlandı. Tabii ki modern şehir hayatı da bu zihniyete göre şekillendirildi. Zamanla estetik ve huzur ihtiyacına göre değil de, maddi yarara göre şekillenen bir şehir yapısı oluştu.

Şimdiki şehir hayatı; kalabalık, gürültü, kirlilik gibi olumsuz şartlar sebebiyle insanları gerek fiziki gerek ruhi olarak müthiş bir şekilde yoruyor ve yıpratıyor. Bunun neticesinde de uzun süreli bir dinlenme ihtiyacı hissediliyor. İnsanlar psikolojik olarak buna muhtaç hale geldi/getirildi. İş hayatından ayrı bir tatil ihtiyacı, işte böyle bir toplumsal (içtimai) yapıdan beslenmektedir.

Tatil kültürünü besleyen bir diğer unsur da gösterişçi toplum
yapısıdır. Tüketim toplumu, insanın zaaflarını istismar ederek onu devamlı gösteriş yönünde teşvik etmektedir. Bu toplum yapısının insanları ne hale getirdiğini, onlara nasıl bir gösterişçi zihniyet kazandırdığını turistlerden hareketle anlatmak için Erich FROMM’un verdiği bir örneği burada zikretmek istiyorum. Fromm «Hayatı Sevmek» adlı kitabında şöyle der:

“Bir otobüsle, manzarası güzel bir yere gezmeye gitmiş olan bir turist kâfilesine bakın. Otobüsten inerlerken onların tavırlarına dikkat edin. Göreceksiniz ki, her biri hemen çantalarından fotoğraf makinelerini, video kameralarını çıkarıp: «Aaa şuraya bak, buraya bak…» diyerek etrafı çekmeye başlarlar. Ama hiç birisi o anı yaşamaya, o güzellikten o anda zevk almaya çalışmaz. Herkes oranın güzelliğini zihinlerine değil de ellerindeki makinelere kaydetmekle uğraşır. Niçin? Çünkü onu daha sonra birilerine gösterecekler ve falan yere gittiklerinin bir delili olarak gösterişte bulunacaklardır.”

Tatil, hür iradeyle yapılan ve insana bir çeşit hürriyet zevki tattıran bir faaliyet gibi görünse de temelde bunun tam zıddı bir durum söz konusu… Çünkü tüketim toplumu içten içe bazı kalıpları insanlara giydirmeye ve onları belli şekillerde davranmaya zorluyor. Mesela, yazın gelmesiyle birlikte gazetelerdeki, televizyonlardaki tatil ilanları ve reklamları insanları standartlaşmış birtakım şeyleri belli şekillerde yapmaya zorluyor. Tabii, bunu beşeri zaafları kullanarak ve toplum içindeki statüyü bu gibi unsurlara bağlayarak gerçekleştirdiği için hiç kimse bunu kendi «hür» iradesiyle yaptığından en ufak bir şüphe duymuyor. Oysa büyük ölçüde reklamların dayatması ve diğer insanlara duyulan kıskançlıkla karışık özenti söz konusu … Birçok kimse: «Falancalar tatile gidiyor, biz de gidelim…» psikolojisiyle hareket ediyor. Kendilerinin ekonomik imkanlarını buna göre zorlayıp başka yerlere harcayacakları mali imkanlarını tatil için harcamak mecburiyetinde hissediyorlar.

Tatil kültürünün bütün dünyada standartlaştırılmasına örnek olarak şunu verebiliriz: Tatil denince belki bundan 30-40 sene önce kimsenin aklına deniz gelmezdi. Ama şimdi tatil denince insanların aklına ilk gelen şey, yaz güneşi altında denize girme ve sahilde güneşlenme imajı… Tatilini özel bir tatil beldesinde geçirmek, özel sahillerde güneşlenmek gibi kalıplaşmış şekiller bütün standartlaşmışlığına rağmen bir nevi ayrıcalık gibi kabul edilmeye başlandı… Oysa, İspanya’daki bir tatil beldesi ile Türkiye’deki bir tatil beldesinde aynı tarz eğlencelerle, tek tipleşmiş unsur ve şekillerle karşılaşırsınız. Aradaki tek fark, olsa olsa, sadece konfor ve ücret farkıdır.

Yüzakı: Modern insan için şehir hayatından uzun süreli kaçışların bir ihtiyaç hâline gelişinden bahsettiniz. peki, bugün oluşturulmuş tatil kültürü bu ihtiyaca nasıl karşılık veriyor?

Ali KÖSE: Aslında tatil ihtiyacı materyalist hayattan bir tür kaçışı ifade etmekle birlikte, enteresan bir şekilde, kendi içinde yine materyalizmi doğuran bir hadisedir. Yani bir fasit daire (kısır döngü) söz konusudur. Çünkü insanlar zamanla daha iyi bir tatil beldesine gidebilmek için daha fazla çalışmak gerektiğini düşünmeye başlıyor. Bu sebepten Avrupa’ da pek çok insan akşamüzerleri ikinci bir işte çalışmaktadır. Bu insanların önemli bir kısmı Ağustos sonunda tatilden döner dönmez, bir sonraki yaz tatili için planlar yapmaya başlar. Seneye tatilde nereye gideceğini hayal ederek, yer aramaya
ve fiyatları öğrenmeye başlar ki sene içinde ona göre çalışsın … Duruma göre doğalgazın vanasını biraz daha kıssın, elektriği biraz daha az harcasın, harcamalarını biraz daha azaltsın vs … Bu, tipik bir «tatilci» davranışıdır. (Buradaki «-Cİ» ekine bilhassa dikkat çekmek istiyorum.) Bu hale dönüştüğü zaman, aslında tatilin insanı materyalist ortamdan çıkarmaya ve iş hayatının dışında kişinin kendisini dinlemesine yönelik bir faaliyet olması gerekirken, tam tersine materyalizmin dozunu artırdığını görüyoruz.

Yüzakı: Buradan toplumumuzdaki tatil anlayışıyla ilgili dönüşüme geçecek olursak, neler söylemek İstersiniz?

Ali KÖSE: Toplumumuzdaki dönüşümü doğru anlamak için eski zamanları da göz önünde bulundurmak ve ona göre bir değerlendirme yapmak gerekiyor. Eskiden tatil dediğimiz bir kavram var mıydı? Belki «yaylacılık» anlamında vardı. Fakat yayla kültürü insanların zevk için yaptıkları bir şey değildi. Büyük ölçüde geçim kaynaklarıyla ve iklim şartlarıyla alakalı bir ihtiyaçtı. Yer değiştirme hadisesi, dinin karşı olduğu veya eski toplumların yapmadığı bir şey değil. Hele hele Türkler için hiç öyle bir durum söz konusu olamaz. Çünkü esas itibariyle biz göçebe bir toplumduk. Ayrıca: «Tebdîl-i mekanda ferahlık vardır» sözü de bizim kültürümüzün mahsulü olan bir sözdür.

Bütün bunların yanında bir de sıla-i rahim denen bir hadise var. Bu, bildiğiniz gibi, anne-baba öncelikli olmak üzere yakın akrabaların ziyareti anlamına gelir ve dinimizce teşvik edilen, hatta emredilen bir davranıştır.

Peki, şu andaki tatil hadisesi ile alakalı temel problemimiz nedir? Tatil hadisesine, vakıa olarak bütünüyle karşı çıkılamaz ise de günümüzdeki uygulanışına birçok yönden itiraz edilebilir … Yani hadisenin varlığına değil, fakat mahiyetine karşı çıkabiliriz.

Mesela, toplumda yaşanan zihniyet dönüşümü, bayramlarda bile, bayramın en büyük içtimat faydalarından hatta belki de hikmetlerinden olan, anne-babayı, akrabaları, büyükleri ziyaret hadisesini geriye itti. Modern hayatta artık insanlar 8-9 günlük bayram tatilini bile en fazla çift kişilik bir dinlenme anlamında kullanmayı tercih ediyorlar. Evlerinden çıkıp otellere doluşuyorlar. Yaza denk gelirse bu oteller sahil otelleri oluyor. Bu durum sosyal bağlarımızın teminatlarından olan sıla-i rahim hadisesine bir anlamda darbe vuruyor. İnsanlarda bencil bir ruh durumu oluşuyor, akrabalık bağları zayıflıyor. Gözden ırak olan, gönülden ırak olur. Gönüller birbirine ıraklaştıkça toplum yapısı yozlaşıyor.

Yüzakı: Hâdisenin bir de şöyle bir boyutu var: Dinî hassasiyetleri sebebiyle yakın zamana kadar modern tatil formlarına ve alışkanlıklarına mesafeli duran önemli bir kesimin muhafazakâr görünümlü otel uygulamalarıla hâdisenin içine çekildiği görüyoruz. Otele çekilen bu kesim daha sonra yavaş yavaş tatil kültürünün israftan eğlence alışkanlıklarına alışmaya ve bu şekilde dönüşmeye başlıyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Ali KÖSE: Bu türlü 5 yıldızlı otel uygulamaları belirli bir kültür empozesinin neticesinde ortaya çıkmış bir hadisedir_ Bunlar İslamı kesimin mahremiyet adına dikkat etmesi gereken bazı imkanları onlara sağlamakla takdir edilebilir. Fakat bu tür uygulamalar tüketim kültürünün uç bir neticesi olmakla modern kültürün İslami kesime giydirmiş olduğu bir elbisedir. Mesela, israfa bulaşmadan bir otel kurmanız ve işletmeniz pek mümkün değildir. Hadisedeki bu türlü olumsuz unsurların örneklerini çoğaltabiliriz… Bu tür yapılanmalar benim pek gönül rahatlığıyla tasvip edeceğim bir durum değil.

Geçenlerde, özel bir televizyon kanalında haftalık program yapan ve reytingi de dillere destan olan bir din adamımızın bu beş yıldızlı diye tarif edilen otellerden birinde dini sohbet programı yaptığını gazete ilanında görünce açıkçası üzüldüm. Çünkü din adamının orada bulunması tabii bir bulunuş değil, ancak ticari gayelerle açıklanabilecek bir bulunuş… Başka otellerde bulunan sanatçıların ve şarkıcıların alternatifi olarak orada bulunduruluyor. Alternatif sunmak da, bir önceki safhada aynı kültürün meşrûiyetini kabul etmeyi ifade eder. Eğer diğer otellerde şarkıcı veya sanatçı kültürü olmasaydı o kişi de o otelde bulunmayacaktı. Müşteri çekmek adına bu şekilde dini unsurları kullanmak bence yanlış…

Yüzakı: Bunlar olumsuz örnekler… Peki, sizce doğru tatil anlayışı nasıl olmalıdır?

Ali KÖSE: Doğru tatil; kişinin memleketi ve akrabaları ihmal edilmeden yapılmalı. Yani tatilin hem öz kültürümüzle hem de geleneklerimizle olan bağ koparılmadan gerçekleştirilmesi gerekir.

Tatili bir tüketim şekli olmaktan çıkarıp verimli bir faaliyet haline getirmemiz gerekiyor. Sağlıklı ve doğru bir tatili üç başlıkta toplayabiliriz:

Birincisi, Sıla-i rahim… Sıla-i rahim tatilimizin önceliği olarak kabul edilmelidir. Çünkü hem dinî bir vecibedir hem de toplumumuzun yapı taşlarından birisidir.

ikincisi, kendi kültürel ve tarihî varlığımızı, insanlarımızı ve hayatın farklı çehrelerini tanıma… Bunun için de tatilin öncelikli olarak kendi ülkemiz içinde gerçekleştirilmesi tercih edilmelidir. Neden? Çünkü aynı ülkede yaşıyoruz ama birbirinden çok farklı kültürlere sahip bölgelerimiz var. Onları, yani kendi kültürel zenginliklerimizi yeteri kadar tanımıyoruz. Bunları yakından tanımalıyız. Çünkü bütün bunlar insanın kendini tanımasıyla yakından alâkalıdır. Ama mutlaka yurtdışına gidilecekse yine tarihî bağlarımızın olduğu bölgelerden başlayabiliriz. Mesela Bosna bunlar içinde en güzel örneklerden bir tanesidir. Meselâ Semerkand, mesela Buhara… Buralar bizim tarihimiz. Ama insanlar tatilde konforu tercih ettiği için hiç kimse bu tür yerlerde tatil yapmayı düşünmüyor bile. Bu öncelikler ihmal edilmediği takdirde farklı şehirleri ve mekanları görüp yabancı kültürleri tanımak da faydalı bir hâl alır. Zira bu da, şuurlu bir şekilde yapıldığı takdirde, kendini tanımanın bir parçasıdır. Kendinden emin bir şekilde dışa açılmak ufkunuzu genişletir. Bu sayede farklılıkları görerek yanlışlarımızı ve doğrularımızı daha iyi fark etme fırsatını yakalarız. İnsan sürekli aynı mekânda kalıp devamlı aynı insanlarla muhatap olunca kendini eleştirme, muhasebe etme yeteneğini geliştiremiyor.

Doğru tatil hususundaki ana maddelerden üçüncüsü ise, tabiatla haşır-neşir olmadır… Çünkü modern hayat tabiata karşı mücadele zihniyetiyle kurulmuş bir hayattır. Haliyle, böyle bir zihniyetle kurulmuş modem şehirlerimiz de bizi tabiattan koparan bir yapıya sahip. Her geçen gün modernleşme hızımız arttıkça tabiattan daha fazla kopuyoruz. Oysa insanoğlu bu tabiatın bir parçası olduğu gerçeğini her zaman zihninde diri tutmalı ve tabiatla iç içe yaşamanın yollarını aramalıdır. Çünkü insanoğlu tabiattan uzaklaştıkça huzursuzluğu artmaktadır. Tabit güzellikler ruhi birer huzur kaynağıdır. Tatil, bunun için iyi bir fırsat olabilir. Üstelik ülkemiz, bizi ruhen tatmin edecek tabiî güzelliklere sahip olan bir ülke…

Hâsılı, doğru bir şekilde değerlendirilen tatil hadisesi bize kendimizi keşfetme ve yenileme imkanını verebilir. Fakat bugünün klişeleşmiş tatil turlarının bunu sağlayabileceğini pek zannetmiyorum. Çünkü bu turlarda rehberin bilgisine mahkûmsunuz ve genelde mahallî halkla haşır-neşir olmanıza fırsat verilmez. Size sunulan tabii ortamlar ise çoğu zaman sun’î ve kontrol altına alınmış parklardan ve tatil köylerinden ibaret olmakla aslında tabiattan uzak bir özelliğe sahiptir.

Sonuç itibariyle şöyle diyebiliriz: Başta da söylediğimiz gibi tatil, bütünüyle karşı çıkmamız gereken bir şey değil, mahiyet olarak doğru değerlendirilmesi gereken bir şeydir. Hatta az ewel saydığımız şartlar çerçevesinde gerçekleştirildiği takdirde yeryüzünde gezip dolaşmak verimli, ve insanı olgunlaştıran bir faaliyet halini alır. Nitekim seyr ü sefer dinimizcede teşvik edilmiştir…

Yüzakı: Bir de konumuzla yakından irtibatı sebebiyle turizm meselesine değinmek istiyoruz. Turizmin yaygın olduğu bölgelerimizde halkın, zamanla kendini ekonomik ve ahlaki bakımdan turiste göre şekillendirmeye başladığı görülüyor. Bu konudaki fikrinizi öğrenebilir miyiz?

Ali KÖSE: Ülkenize turist olarak gelen insanların sizinkinden daha üstün bir kültüre sahip olduğunu zihnen kabullendiğinizde sizin o insanlardan etkilenmeniz daha fazla olacaktır. Maalesef halkımızda artık böyle bir zihniyet oluşmuş durumda. Dolayısıyla geçmişte tasvip edilmeyen birçok görüntü ve davranış turistlerden görüle görüle artık normal şeylermiş gibi kabul edilmeye başlandı. Bu da bilhassa genç neslimizi çok olumsuz bir biçimde etkiliyor. Turizm bölgelerinde bu açıdan önemli bir ahlaki ve kültürel yozlaşma söz konusudur. Bu durum maalesef artarak devam eden bir hadisedir.
Yüzakı : Peki bu durumun önüne nasıl geçilebilir?

Ali KÖSE: Aslında bu zor bir mesele… Çünkü küreselleşme dediğimiz çok ezici bir gerçekle karşı karşıyayız. Kapılarınızı kapatıp: İnsanlara; «Hayır, bizim ülkemize gelmeyin!» deme gibi bir şansınız yok. Üstelik bunu yapmanız halinde önünüze ilk çıkacak yine kendi ülkenizin insanıdır. Çünkü ülkenizdeki önemli sayıda insan, turistlerin gelmesini hararetle istiyor. Şu halde, halkın üstüne eğilmek ve onları şuurlandırıp eğitmek gerekiyor. Bu noktada ilk inşa edilmesi gereken şey, özgüven ve kimlik şuurudur. Halka kendi kültürlerinin değerini ve biricikliğini anlatıp onların geri kalmışlık duygusundan kurtulmalarını sağlamalıyız… Bunun imkânı ayrı bir mesele… Fakat uzun vâdede gerekli olan budur. Bu şuura sahip fertlerden oluşan bir toplum yapısı, sağlamlığı ve kuvvetliliği sebebiyle turiste göre şekillenmeyecek, bilakis turist muhatap olduğu bu kültüre uygun olarak hareket etme ihtiyacı duyacaktır.

Bu şuurun gerekliliği sadece turizm konusuyla irtibatlı değildir. Çünkü yozlaşma ve bozulma unsurları ülkenize birçok şekillerde gelebiliyor. Kitabıyla, gazetesiyle, televizyonuyla, sinemasıyla, futboluyla… Hatta kendi ülkenizde yerli kumaştan ürettiğiniz kıyafetle bile gelebiliyor. Çünkü siz, Türkiye’de kıyafet üretiyorsunuz ama üzerine İngilizce bir yazı veya yabancı bir figür koyuyorsunuz. Yahut hiçbir şey koymasanız bile tamamen o kültürün mahsulü olan tarzda elbiseler dikiyorsunuz. Bu sebepten milli benliği yeniden inşa edecek hakiki anlamda millî bir eğitim her alanda gerekiyor.

Yüzakı: Bu, hadisenin ahlaki boyutu… Bir de ekonomik boyut var. Çünkü turizmin teşvik edilip yaygınlaştırılmasında daha çok ekonomik gerekçeler öne sürülüyor. Sizce ülke ekonomisinin turizme dayalı, olarak oluşturulması doğru mudur?

Ali KÖSE: Turizme çok fazla yatırım yapmak sağlıklı bir ekonomik büyüme sağlamaz. Yani ayakları yere basan bir yatırım şekli değildir bu. Fakat son senelerde maalesef bu alana çok fazla yatırım yapıldı ve yapılmaya da devam ediliyor.

Ülkemiz, tabii ve kültürel imkanları açısından turizme elverişli… Ama bunun doğru bir şekilde değerlendirilmesi gerekiyor. Turizm bir yan gelir olarak ülkenin ekonomisine katkıda bulunur. Ama bir ülkenin ekonomisini doğrudan ona dayandırarak şekillendirmek çok yanlış olur. Bu, ekonominin ülke harici unsurlara dayandırılması anlamına gelir. Yani dışa bağımlılığın bir başka şeklidir. Bunun doğurabileceği mahzurların örneklerini geçmişte yaşadık. Mesela; Körfez Savaşı çıktı, güneydeki ve Ege’deki bütün tatil beldelerinde rezervasyonlar iptal edildi. Bu da geçimini turizme bağlamış olan bölge halkını ve yatırımcısını ekonomik anlamda felç etti. Birileri birkaç yerde bomba patlattı, yine aynı sıkıntı yaşandı. Bu hadiselerin halka yansıtılış şekli, zamanı ve dozu büyük ölçüde medya tarafından belirlendiği için ekonomisini turizme bağlamış ülkeler, milletlerarası arenada medya gücünü elinde bulunduran ülkelere bağımlı hale geliyor.

Milletlerarası siyasette bunun doğurduğu neticelerin canlı bir örneği 1993 yılında İngiltere ile İspanya arasında yaşandı. İki ülke arasında diplomatik bir anlaşmazlık çıktı. Bu anlaşmazlığın çıkış zamanı bahar aylarına doğruydu. Neticede İspanya, İngiltere’ye: «Senin dediğin olsun.» demek zorunda kaldı. Çünkü İspanya çok pahalı tatillerin yapıldığı beldelere sahiptir ve zengin İngiliz turistler daha çok İspanya’ya giderler. O tarihlerde de İspanya’nın Bask bölgesinde ETA Örgütü iki defa bomba patlatmıştı. İngiliz hükumeti durumdan istifade ile hemen bir genelge yayınladı ve «Bu sene İngiliz turistlerin İspanya’ya gitmesi tehlikelidir.» dedi. Bunun üzerine bütün seyahat acenteleri İspanya turlarını, rezervasyonları iptal etmeye başladılar. İspanya da hemen can havliyle İngiltere ile pazarlığa koyuldu. Zira İngiltere’den bir sene turist gelmemesi çok büyük bir ekonomik zarara yol açacaktı. Sonuç itibariyle İspanya, bu genelgenin geri çekilmesi için, önceden mevzubahis olan diplomatik anlaşmazlığı İngilizler’ in istediği şekilde kabul etmek zorunda kaldı. Anlaşma neticesinde İngiltere genelgeyi geri çekti ve zengin İngiliz turistler her sene olduğu gibi o sene de tatil için İspanya’ya gittiler.

Bir de şöyle bir durum söz konusu: Acaba ülkemize gelen turistlerin bıraktığı para ne ölçüde Türkiye’nin hazinesine gitmektedir? Mesela şimdi Antalya Havaalanı’na gidin ve 10 dakika bekleyin… Göreceksiniz ki charter uçaklarından turistleri alıp otellerine götüren ve onların turlarını düzenleyen otobüs şirketi bir Alman şirketidir. Yani turizm ile içeriye girdiği zannedilen para aslında büyük ölçüde yine dışarıya akmaktadır.

Yüzakı: Bu hususta son olarak söylemek istedikleriniz nelerdir?

Ali KÖSE: Şunu da bir not olarak eklemek istiyorum: Eskiden hippiler vardı. Bunlar şu anki turistlerden farklıydı. Ülkemize gelirken belki birçok olumsuz unsurları da beraberlerinde getirdiler. Ama bizim kültürümüzden de az istifade etmediler… Çünkü onlar bizi tanımaya, insanımızla konuşup kaynaşmaya, bizim ne yaptığınızı görmeye geliyorlardı. Turistten çok seyyahtılar… Ayrıca doğuda çözülmesi gereken bir esrar olduğuna ve doğudan spiritüel anlamda öğrenmeleri gereken çok şey bulunduğuna inanıyorlardı. Hatta ben, o hippilerden doğuya doğru seyahat ederken Müslüman olan ve Türkiye’de kalan birçok İngiliz ve Alman tanıdım.

Ama şimdiki turistler getirdikleri olumsuzluklarla kalıyorlar. Çünkü onların bizi gerçek manada tanıma imkanları hayli zayıfladı. Bizim de onlara bir şeyler anlatıp fayda sağlama ihtimalimiz azaldı. Bunun iki tane sebebi var. Birincisi; halk onları az önce konuştuğumuz sebeplerden dolayı artık sırf ticari bir meta olarak görmeye başladı. İkincisi de, turizm turları artık turisti şehre çok fazla yaklaştırmıyor ve turistlerin ülke insanını ve hayatı tanımasını büyük ölçüde engelliyor.

Yüzakı: Vermiş olduğunuz kıymetli bilgiler sebebiyle dergimiz ve okuyucularımız adına teşekkür ederiz.

Ali KÖSE: Ben teşekkür ederim…