Dil Yaramız. Yaralı Dilimiz

Yard. Doç. Dr. Emin IŞIK

 

“İnsanlar konuşa konuşa; havanlar koklaşa koklaşa anlaşır.”
-Türk Atasözü-
İnsanoğlu konuşabilen tek canlı, dil de ona mahsus bir kabiliyettir. İnsanlar bildiklerini, gördüklerini, duygu
ve düşüncelerini birbirlerine kelimelerle aktarırlar.

Konuşmak için de, düşünmek için de dile muhtacız. Çünkü kelimeler ve kavramlar olmadan düşünemeyiz, fikir üretemeyiz.

Düşünmek, insanın kendi kendisiyle konuşması demektir.

O hâlde, dilimizi ne kadar iyi bilirsek, o kadar doğru düşünürüz.

Dilin zenginliği, düşünce zenginliğinin temelidir.

Lisan yalnızca yaşayanlar arasında iletişim aracı değildir. Geçmişle gelecek arasında da bir iletişim köprüsüdür: Nesiller, birbirlerini dil sayesinde tanırlar. Meselâ; «Sakla samanı, gelir zamanı» demişler. Bu atasözü, bize, yalnızca tutumlu ve tedbirli olmayı öğütlemiyor. Ayrıca atalarımızın çiftçilik ve hayvancılık yaptığını da bildiriyor. Denizci olsalardı. Belki, «Sakla oltayı, gelir zamanı» diyeceklerdi…

İşte böyle, dil eski zamanlara ait kültürün ipuçlarını da verir.

Biz, anamızın dilini konuşuyoruz. Bizden öncekiler de daha öncekilerden öğrendikleri aynı dili konuşuyorlardı. Aynı dili konuşanlar aynı milletten sayılıyor. Konuştuğumuz dil; bizi öbür canlılardan farklı kılmakla kalmıyor, öbür milletlerden farklı bir millet yapıyor.

Milletler, konuştukları dillerle birbirlerinden ayrılırlar.

Milli dil, toplumu millet yapan özelliklerin başında gelir ve çağlar boyunca oluşmuş millî kültürün bütün unsurlarını içinde barındırır.

Millî kültür, her yerden daha çok millî dilde kendini belli eder.

Dilini kaybeden toplum, önce kültürünü, ardından da varlığını kaybeder. Tarih, bunun çarpıcı örnekleriyle doludur. Misâl vermek gerekirse:

İşte eski Mısır, Sümerler, Etiler, İskitler, Bâbilliler, Fenikeliler ve Kartacalılar! Büyük medeniyetler kurmuş olan bu kavimler, yediden yetmişe kılıçtan geçirildikleri için yok olup gitmediler. Daha üstün bir kültürün halkıyla karıştılar, o halkın içinde asimile oldular, eriyip gittiler. Barbarlar, Roma’yı istila ettikleri halde, Lâtin kültürüne yenildiler.

Bir milletin fertlerinin aynı dili konuşması şarttır. Çağımızda dil birliğinin daha da artmıştır. Çünkü telefon, radyo, televizyon, sinema gibi iletişim araçları, kıtalararası boyut kazanmıştır. Bu durum bütün diller ve kültürler için yıkıcı bir tehdit oluşturmaktadır. Ancak bundan en çok zarar görenler, bu teknolojileri üreten gelişmiş toplumlar değil, hazır bulup, kullanan az gel işmiş toplumlardır!

Allah korusun, vatan saldırıya uğrarsa, hemen silaha sarılır, karşı koyarsınız. Peki, ya diliniz ve kültürünüz saldırıya uğramış da tehdit altındaysa, susup seyirci kalmaktan başka, yapacak hiçbir şeyiniz yok mudur?

“Dillerini, vatanları kadar kutsal saymayan milletller, ayakta kalamazlar! vatan, eğer kültürün mührünü taşıyorsa vatandır.

“Türk’ün vatanı, Türkçenin konuşulduğu yerlerdir.”
(Gaspıralı İsmail Bey)

Din, bilim, felsefe, edebiyat ve sanat, hepsi gelişmiş bir dile ihtiyaç gösterir:

Köklü medeniyetlerin temellerinde zengin birer dil ve düşünce yatar. Geçmişte ve günümüzde büyük medeniyetler kurmuş olan toplumların zengin birer dilleri vardı. İlkel ve kısır dille büyük bir medeniyet kurulamaz.

Biliyorsunuz, bir din kitabı olan Kur’ân, aynı zamanda bir lisan mûcizesidir. Arap dili ve edebiyatını zirveye ulaştığı bir dönemde gelmiş, fevkalâde ifade kudretiyle, şair ve edipleri hayran bırakmıştır.

İşte bu kitapta, insanın, konuşma yeteneğiyle yaratılması, Rabbin rahmeti diye nitelenir ve şöyle buyrulur: “Rahmetiyle esirgeyen Allah, Kur’ân’ı öğretti. insanıyarattı, ona konuşmayı (beyânı) öğretti.” (Rahman.1-4);
“ve Rabbi, Âdem’e, bütün o isimleri öğretti.” (Bakara,31)

Adem, Rabbinin emrine karşı geldi, günah işledi. Sonra pişman oldu ve af dilemek istedi. Ancak nasıl af dileyeceğini bilmiyor, bu yüzden çok acı çekiyordu. “Sonumda Rabb’inden bazı kelimeler öğrendi. O kelimelerle Rabb’e tövbe edip, yalvardı. Çünkü O, kesinlikle tövbe edenleri bağışlayan ve kayıran Rab’dir.” (Bakara,37)

Görüldüğü gibi, insanın, Yaratan’la ilişkisi de yine dil iledir. Cenâb-ı Hak’tan bize inen söze VAHİY, bizden O’na yükselen söze DUA diyoruz.

Yuhanna İncili, kelâmın ezelde Rab katında olduğunu ve Rabbin, her şeyi onunla yarattığını bildiren ifadelerle başlar. İslam inancına göre de kelâm, Allah’ın ezeli sıfatlarından biridir.

Yüce Tanrı lütfetmiş, insanoğluna dil öğretmiş ve peygamberler aracılığı ile kitaplar göndermiştir. Bu büyük nimet için, bakınız, şair ne diyor:

“Tanrı katında sözden daha değerli bir şey olsaydı, hiç şüphesiz yüce Tanrı, kullarına onu indirirdi.”
(Genceli Nizamı)

Bir başka şairimiz Faruk Nafiz ÇAMLIBEL de şöyle diyor:

Ve meleklerle kitâb indirerek her yandan,
Yine yol çizdi halâs etmek için şeytandan…
Sayısız cürme bedel sonsuz inâyetlere hamd,
Ve bu hizmetle celîl ettiği peygambere hamd,
Gökyüzünden yere indirdiği Kur’ân’a şükür,
En büyük nîmete hamd, en küçük ihsâna şükür.

Bu hamd ü senânın ardından da şunu söylüyor:

Hangi sözlerle ninem gönlünü açmışsa bana,
Ben o sözlerle gönül vermedeyim sevgilime.
Sözlerim ninni kadar duygulu olmak yaraşır,
Bağlıdır çünkü dil im gönlüme, gönlüm dilime.

Türkçe, zengin ve gelişmiş bir medeniyet dilidir. Onu korumak, geliştirmek, millî bir görevdir. Özellikle öğretmenler, imamlar, vâizler, yazarlar, sanatkarlar, siyasetçiler başta olmak üzere halka hitap eden herkes, hepimiz, dilimizi bütün incelikleriyle bilmek ve konuşmak zorundayız. Böyle yapmakla yalnızca dilimizi değil, aynı zamanda dinimizi, tarihimizi, adet ve geleneklerimizi, millî kültürümüzü korumuş ve güçlendirmiş oluruz.

Millî değerlerin korunması, millî dilin korunmasına bağlıdır.

Türkçe büyük ve köklü bir dildir. Yaratılışla ve çok eski geçmişle ilgili destanları vardır: Bunlardan Alp Er Tuna, Oğuz Kağan, Gök-Türk, Dokuz Oğuz-On Uygur Destanları ile Dede Korkut Hikâyeleri, en önemlileridir. Bu destanlar, yüzyıllar boyunca ilden ile, dilden dile dolaştıktan sonra, kısmen Kaşgar’lı Mahmud’un “Dîvânü Lügâti’t-Türk” (1074) adlı eserinde yer almıştır. Yazar, ilk Türkçe sözlük olarak bilinen bu eseri, Türk milletinin yüceliğini anlatmak, Türkçenin Arapçadan geri bir dil olmadığını göstermek maksadıyla kaleme almıştır. Yaklaşık sekiz bin kelime başlığı ile üç yüz kadar atasözü ve pek çok şiir örnekleriyle, Türk kültürünü, birçok yönden tanıtmıştır.

İlk baskısı 1861 ‘de yapılmış olan İngilizce-Türkçe Redhouse Lügati, 47 bin kelimelik bir sözlüktür. Lügat sahibi James W. Redhouse, aynı sözlüğün Türkçeden İngilizceye olanını da hazırlamıştır. O sırada Türkçede kullanılan pek çok kelimenin, İngilizcede karşı lığının olmadığını görmüş ve bunları , ancak açıklama yoluyla kayda geçmiştir. O tarihlerde Türkçenin kelime sayısının 90 binin üstünde, İngilizcenin kelime sayısının da 80 bin dolayında olduğu tahmin ediliyor. Aradan geçen 140 sene sonunda bugün İngilizcenin sahip olduğu kelime sayısı yarım milyonun üstünde, Türkçeninki ise 20 bin civarındadır. Sizin anlayacağınız; İngilizce, kelime haznesini 5-6 katına çıkarmış, Türkçe ise kelime haznesini beşte bire indirmiştir.