“BABAMI ÖLDÜRDÜĞÜNDE ÇALDIR”

Ahmet TARIK

Şiddet haberlerinin ardı arkası kesilmiyor. Kozan’daki liseli cinayetinin arkasından Samsun’da da benzer bir hâdise sonucunda iki gencecik delikanlı hayatını kaybetti. Son cinayetin fâili olarak henüz 18 yaşında bulunan bir lise son sınıf talebesi de hapishanenin yolunu tuttu. Bu olayların neden ve nasılı henüz tam anlaşılamadan bu kez de Türkiye bambaşka bir dramatik vakayla sarsıldı. 16 yaşındaki liseli bir genç kız, erkek arkadaşıyla işbirliği yaparak görüşmelerini istemeyen annesinin, babasının ve ablasının hunharca katline ortak oldu.

Kara bulut ve kâbus denilen şey bu olsa gerektir. Bu trajik olaylar, ister istemez, tüm zihinlerde şöyle bir soru uyandırdı: Yıllardır iftihar ettiğimiz aile yapımız dağılıyor mu? Sebebi ne olursa olsun, anne ve babasına «öf» demeyi bile hoş karşılamayan bir anlayış, yerini bu uğursuz merhametsizliğe, sevgi ve saygıyı yok eden metal bir zihniyete mi terk ediyor? Yoksa ailenin uzun süredir ihmal edilmesinden dolayı evden sokağa, sokaktan okula uzanan görülmedik bir şiddetle mi karşı karşıyayız?

Ne yazık ki, okullardaki şiddet konusunda uzman kabul edilen pedagoglar, gelişen olayların tespitini önümüze koymaktan öteye gidemiyorlar. Eğitimcilerimiz ise okullarımızı sinsice pençesine almaya çalışan şiddet ve uyuşturucunun önlenmesi konusunda güvenlik tedbirlerinin artırılması üzerinde duruyor, çevre şartlarının etkilerinin azaltılması yönünde yeni teklifler ortaya koyuyorlar. Bir kısım uzmanlara bakacak olursak, onlar da medyanın ve özellikle televizyon yayınlarının zararlı etkilerinin şidde-tin oluşup yaygınlaşmasında en önemli âmil olduğunu öne sürüyorlar. Oysa Kurtlar Vadisi, Terminatör ve Kill Bill türü film ve televizyon dizilerinin zararlı etkisinin abartıldı-ğına hiç şüphe yok. Gençliğini 1970-80 arasında yaşayan bizim kuşağımız da şiddet unsurunun yer aldığı Western filmleriyle yetişti. Hemen her dönemde bu tür yayınlar yazılı ve görüntülü medyamızda yer aldı. Ancak hâfızalara “Babamı öldürdüğünde çaldır… ” sözleriyle kazınan cinnet boyutunda böyle bir şiddetle ilk kez karşı karşıya kalıyoruz. Belki de son 15 yılda bütün Türk tarihinde görülmeyecek kadar aile değerlerinde aşınma; sokakta, okulda ve iş yerlerimizde şiddet, kavga ve huzursuzluk yaşıyoruz.

Hiç kimse medyadaki paparazzi eğlence ve magazin programlarının, şiddeti temsil eden silâhlı sahnelerle dolu programlardan daha az zararlı olduğunu iddia edemez. Sözü edilen programların yapımcı ve sunucularının tamamına yakınının cinsel tercih şaşkını, kaba teşhirci ve mânevî değerlerle alay eden müptezel kişilikler oluşu vahim bir durum değil mi? Bu programlarla Türk aile kurumu kökünden dinamitlenmiyor mu? Bu yayınlarda zihinlerin gelişimi yerine bunalım ve geyik muhabbeti, çocuk yaşta erken cinsî tahrik, haz ve ten zevkini her şeyin önüne geçiren bir anlayış, ahlâk, fazilet, edep, hayâ gibi değerleri pervasızca yok sayma ve aşındırma öne çıkarılmıyor mu? Üzülerek belirtmek gerekir ki, bu programlarda din ve dine göre mukaddes sayılan bütün değerler yok sayılmakta, başka ülkelerin kablolu yayınlarında bile rastlanmayan düzeylerde her türlü cinsî tahrik ve sapkınlıklar âdeta resmigeçit yapmaktadır. Üstelik bu yayınlar hiçbir sözlü ve görüntülü sansüre tâbî tutulmadan haber jeneriklerine bile yansımaktadır.

Lâfı eveleyip gevelemenin âlemi yok beyleri Bu, resmen aile yapımızın çökertilmekte olduğu anlamına gelmektedir. Olacağı budur: Şeytana yol vereceksiniz, Rahman’a giden bütün yolları tıkayacaksınız! Dinî değerleri hafife almak için yarışa kalkacak, toplumda hassasiyet nâmına hiçbir şey bırakmayacaksınız! Bütün bunların neticesinde on binlerce anne- baba, yarı açık yarı gizli, çocuklarını o psikologdan bu psikiyatriste taşıyıp durmak zorunda kalacak! Sonra da: “Neler oluyor bize?” diye şaşkınlık ve acı içinde feryât edeceksiniz!

Bazı siyasîlerimiz dinî değerleri gerekli gereksiz ve basit çıkarlar uğruna aşındırırken diğer bir siyasî ve aydınlar grubu da çağdaşlık bayrağını elden düşürecekleri korkusuna kapılarak en temel ahlakî ve dinî değerlere karşı kayıtsız ve özensiz bir karşı duruş tavrı ortaya koymaktadırlar. Bu patolojik bakış açısı, orta yaşlı bir kişinin bir genç kız veya delikanlıyı ahlâken uyarmasını bile bir lâiklik suçu olarak görmekte, bu tavrıyla toplumun yaşlı nesillerinden genç kesimlere intikal etmesi gereken ahlâkî değerleri pervasızca engellemektedir. Bu durum toplumsal davranışlarımıza çeki düzen veren ve bizi birbirimize bağlayan saygı ve sevgi bağlarını zedelediği gibi, nesiller arası geleneksel iletişim kanallarını da tümüyle tıkamaktadır. Kısacası uyarıcısı olmayan duyarsız bir topluma dönmüş bulunuyoruz. Ne yazık ki, çocukları büyüten, gençleri olgunlaştıran, yaşlıları hayata bağlayan sevgi ve merhametten kendimizi bir hayli mahrum bırakmış görünüyoruz. Sevgi ve merhametle beslenen geleneksel aile yerine, «ayçiçeği» türünden çekirdek gibi çıtlayan, çıtladıkça çatlayan yeni bir aile ile karşı karşıyayız.

Bu çöküşün önüne geçilmesi hayatî bir önem taşımaktadır. Milletçe siyasî zıtlaşmaları bir kenara bırakarak partiler ve hükûmetler üstü bir anlayışla bizi millet yapan ve yücelten değerlerimize yeniden ağırlık vermemiz gerekiyor. Bu değerlerin aşınması; kimseye bir fayda sağlamayacağı gibi, onlar hepimize lâzım olan değerlerdir. Allah korkusu, ana-babaya hürmet ve bağlılık, ölçülü ve dengeli olma, adalet ve hakkaniyet, ölçü ve tartıda dürüstlük, vefâ, edep ve hayâ, mazlumları koruma gibi yüce değerleri aşındırırsak bindiğimiz dalı kesmiş olmaz mıyız?

Sözün özü:

Dibe vurmuş ahlâkî seviyemizi süratle yükseltmemiz gerekiyor. Toplumumuzun faziletli tavır ve davranışları yeniden kuşanması en âcil ihtiyaçlarımızdan biridir. Toplumumuzda körelmekte olan fazilet hissini ancak yüreklerde kökleşmiş Allah sevgisi ve O’nun rızâsını kaybetme endişesi harekete geçirebilir. Bu sayede yeniden sevgi ve saygıya dayalı bir ilişkiler ağı geliştirir, şiddetin ve sevgisizliğin kol gezdiği bir ortamdan sıyrılıp milletçe bir güven toplumuna dönüşürüz.

Böyle bir toplumda, 16 yaşındaki bir yavrumuz, arkadaşına ancak:

“Babamı gördüğünde onu çok sevdiğimi söyle!” mesajını yollar.