GÜFTELER VE BESTELER…

Sadettin KAPLAN

Güfte, şarkı sözü, yani şiir; tıpkı bir gelin gibidir. Beste ise bu geline giydirilen gelinliktir. Gelin ya çok güzeldir, ya çok çirkin, ya da bunların ortasında bir yerdedir. Geline giydirilen gelinlik eğer usta bir terzinin makasından çıkmamışsa, gelinin üzerinde rüküş ve eğreti durur. Usta bir terzi, çirkin bir gelinin üzerinde bile şık duracak gelinlikler dikebilir.

Ama eninde sonunda bu gelin, varılacak bir haclegâhda üzerindeki gelinliği çıkarmak zorunda kalacak ve ne yazık ki, bu gelinlik onun çirkinliklerini belirli bir süre örtebilecektir…

Usta bir terzinin elinden çıkmamış, sanat ve estetikten mahrum bir gelinliği giyen, endâmı ve çehresi güzel bir gelin ise; az çok yürüyüşü, duruşu ve tavrıyla, -rüküş olmasına rağmen- gelinliği bir nebze güzel gösterebilir. Ancak, gören göze ve algılayan zekâya sahip olanlar, bu güzel bedenin bu berbat paçavraya sarılmış olmasını en azından yadırgayacaklardır…

Keza, usta bir elden çıkan güzel bir gelinlik giydirilmiş çirkin gelin de anlayanlarca hemen yadırganacaktır…

Enstrümantal mûsıkî eserleri sadece bestekârın sanat gücünü gösterir. Ama sözlü mûsıkî, bir bakıma iki elin sesidir. Güzel bir şarkıyı rûhuna sindire-sindire dinleyenler, bir yandan notaların çizdiği sihirli dolambaçlarda esrik bir hâlde yalpalarken, öte yanda söz sanatı olan şiirin şerbetiyle tatlandırırlar gönül damağını…

Güçlü bir besteye sarılı yavan bir güfte; kadife kesedeki çakıl taşı, jelâtin kâğıdına sarılı atkestanesi gibidir… Keza, sanat ve estetikten mahrum, berbat bir besteye teğellenmiş güzel bir şiir ise; telise yamanmış kadife bir yamalık, çatlak bir zurnaya takılmış gümüş savat gibi sakîl durur… Arzulanan şey, bestenin de, güftenin de denk olmasıdır. Tıpkı davulun dengi dengine vurduğu gibi… Bir ritm ve ses sanatı olan mûsıkîde, bu denkliğe çok dikkat etmek gerekir…

Üzerinden yıllar geçtiği hâlde kıymetinden bir şey kaybetmeyen, ilk kez dinleyeni bile hemen çekim merkezine alan şarkılar vardır. Güftesi güzel, bestesi güzel… Bestekârı bestekâr, şairi şair olan eserlerdir bunlar…

Bin hüzün çöktü yine gönlüme akşamla benim,
Ülfetim var nice yıldan beridir gamla benim…

Rahmi DUMAN’ın yüreğinden kaynayan, kaleminden damlayan bu nefis güfte, Sadettin KAYNAK gibi bir mûsıkî kaynağının engin çağıltısıyla hüzzam bir beste tülüne bürününce, alıp gidiyor insan aklını ve duygularını bir yerlere…

Yine duyguları lif-lif çözerek, siyah bir zülüf gibi parmağına dolayan nefis bir hüzzam:

Gecenin mâtemini aşkıma örtüp sarayım,
Gittin artık seni ben nerde bulup yalvarayım?..

diye hıçkıran bir kadın sesi gibi sarıp sarsıyor insanın ruhunu. Çünkü güfte, söz ve sese hükmeden Üstat Mustafa Nafiz IRMAK; beste ise gerçek bir musıkî pınarı olan Selahattin PINAR merhumlara ait…

Saçlara kar, yüreğe hüzün kırağılarının düştüğü ve ihtiyarlığın ağır bir heybe gibi omuzları çökerttiği zamanda, bir burgu gibi insanın içine saplanan bir şarkı var: Gönül, viran bir bahçe; umut, kuru bir yaprak gibi savrulmakta kader rüzgârının önünde. Hicaz makamındaki bu alev nefesi rûhunun sahrâsında duyanlar bilirler mi acaba; bilirler mi bu şarkının güftesinin ve bestesinin kimlere ait olduğunu? Büyük bir çoğunluğun göğüs geçirerek, kimi zaman da nemli gözlerle dinledikleri bu şarkıyı meydana getiren şiirin Faruk Nâfiz ÇAMLIBEL gibi bir Şiir zirvesine, bestenin ise musıkî mimarlarımızdan Prof. Dr. Alaaddin YAVAŞÇA’ya ait olduğunu bilmemeleri bu iki dev isim için bir eksiklik değildir elbette… Dev eser ortada ya…

Hani o bırakıp giderken seni,
O öksüz tavrını takmayacaktın?
Alnına koyarken vedâ bûseni,
Yüzüne bu türlü bakmayacaktın?..

Gelse de en acı sözler dilime,
Uçacak sanırdım birkaç kelime,
Bir alev hâlinde düştün elime;
Hani ey gözyaşım akmayacaktın?..”

Şiir Orhan Seyfi ORHON, Beste Yusuf NALKESEN imzasını taşırsa, ortaya işte böyle bir şâheser çıkar. Her ikisini de rahmet ve minnetle anıyoruz…

Demem o ki, sözlü bir mûsıkî eserinde sadece bestenin veya sadece güftenin güzel olması yetmiyor. Daha doğrusu hatır-gönül uğruna saçma sözlerden beste yapılamıyor… Usta bir terzi, emek vereceği elbisenin kumaşını da iyi seçebilendir. Pörsük bir Amerikan bezinden gelinlik yapmaya uğraşan terzi beyhude çabalamış olur…

Kalıcı ortak eser, ortakların ortak zekâlarının yüceliğini gösterir. Bir haftada 40 adet üretilip, 40 günde tüketilen sözde şarkı veya türküler; bence kabak çekirdeğidir. Çıtlatılıp fırlatılan…

Ama Abdurrahim KARAKOÇ’un sözleriyle Musa EROĞLU’nun bestesi birleşince, gönüllere yazılan bir türkü formu çıkıyor ortaya ve:

Aşk denince kalem elden düşüyor,
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor.
Lâmbada titreyen alev üşüyor;
Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban!..

Gönül teline alev gibi dokunan mızraplar kırıldı mı acep? Hangi kavşakta ayrıldı Yahyâ Kemâl ile Münir Nurettin’in, Vecdi BINGÖL ile Sadettin KAYNAK’ın yolları?..

Söz olarak sâde bir «terelelli» ile saatlerce bıkmadan dinlenebilen şarkılar hangi hançerelerde kurudu? Fonda bir keman taksimiyle, besteye gerek duyurmayan şarkı gibi şiirler hangi kalemlerin ucunda donup kaldı?..

Bestekâr bolluğundan yine bestekârlar (!) şikâyetçi. Ülkemizde «fert başına bir şairin düştüğü» inkâr edilemez bir «vâkıa» imiş… İyi de, hani beste, nerde şiir?.. Var da, benim mi haberim yok bunlardan?..

Ey bâd-ı sabâ!.. Duygularımızı birer kelebek gibi kanatlandıracak şarkılara rastlarsan, ne olur yönlendiriver bize doğru… Adresimiz değişmedi. «Ada sahillerinde» değil, «her günkü aynı yerde bekliyorum…»