TAASSUPTAN UZAK KARARLILIK ve İTİDAL

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

harun_ogmus_yuzakidergisi_temmuz2016

Taassup; bir fikre körü körüne bağlanmak demektir. Asabiyetle aynı kökten gelir. Asabiyet; kişinin kendisiyle aynı kan bağından gelen insanları savunmasıdır. İslâm öncesinde kabileler hâlinde yaşamakta olan Araplar; can, mal ve namuslarını koruyabilecekleri yegâne güç olan kabileleri uğrunda hiçbir fedâkârlıktan çekinmezler, haklı veya haksız olduğuna bakmaksızın kabile mensuplarını bütün güçleriyle korurlardı. Bu sebeple bir şairin söylediği;

«Ünsur ehâke zâlimen ev mazlûmâ!: Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine arka çık!» sözü meşhur olmuştu. İslâm hakkın değil de gücün esas alındığı büyük zulümlere yol açan bu zihniyeti yıktı ve hakkı ölçü alan yepyeni bir anlayış getirdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; atasözü hâline gelmiş olan yukarıdaki söze, bu istikamette yeni ve doğru bir muhtevâ kazandırdı. Kardeşine zalimken yardım etmen, onun zulmetmesini engellenmendir, buyurdu. Asabiyete çağıran, asabiyet dâvâsı güden ve onun için savaşan kişinin cehennemlik olduğunu belirtti.

Asabiyette kan bağı dışında hiçbir şey göz önüne alınmaz; hak, adâlet vb. değerlere bakılmaz, taraf tutulacak hâdisenin meydana geliş şekli ve sebepleri sorgulanmaz. Taassupta da durum aynıdır. Savunulan fikrin delili var mıdır, varsa sağlam mıdır, sorulmaz. Zaten taassup, daha ziyade otorite kabul edilen kişilerin görüşlerinin savunulmasında sergilenir. Bu sebeple mutaassıpların, tutumlarını savunmak için en çok ileri sürdükleri gerekçelerden biri; «Atalarımız, büyüklerimiz böyle buyurmuşlar, siz onlardan daha mı iyi bileceksiniz?» şeklindeki sözlerdir. Dolayısıyla taassubun taklitle de çok yakın bir alâkası vardır.

Şu hâlde bir fikirde sebât etmek, mutlaka taassuba düşüldüğü mânâsına gelmez. Sebât edilen fikir açıkça sorgulanmış ve delillerle ispatlanmış ise onda sebât göstermek taassup olarak tavsif edilemez. Aksine bu şekilde hak olduğu ortaya konmuş olan fikirlerde karar kılmak fazîlettir. Ancak bu tutumun fazîlet olabilmesi, başkalarının görüşlerini de müsamahayla karşılamaya bağlıdır. Yani kişi; delillere dayalı olarak doğru olduğunu belirlediği yolda samimiyetle devam ederken, başkalarını görüşleri sebebiyle yaftalayıp dışlamamalıdır. Bu, incitici olma kaygısıyla kişinin görüşlerini ortaya koymaktan geri durmasını gerektirmez. Aksine kişi, fikirlerini sonuna kadar savunmalıdır. Ancak gerekçeleriyle ve âdâbıyla… Karşısındakini kırıp incitmeden… Üstün gelme dürtüsüyle değil de hakkın ortaya çıkması sâikiyle…

“İki sebepten dolayı tartıştığım kişinin haklı çıkmasını isterim: Biri bir gerçek ortaya çıktığı ve ben o gerçeği öğrendiğim için, diğeri de nefsimin galibiyet hissiyle şımarmasına meydan kalmadığı için.” diyen İmam Şâfiî’nin hassasiyetiyle…

Buraya kadar kaydettiklerimizi; bir mü’minin itikat ve fikirlerine uyarlayacak olursak, şu neticeleri çıkarabiliriz:

Mü’min taklîdî îmanla yetinmemeli, mutlaka tahkîkî (araştırmaya dayalı, müdellel) îmâna sahip olmak için çalışmalıdır. Çünkü taklit er-geç taassuba yol açar.

Mü’min doğrunun ölçüsü olarak şahısları görmez. Yani ona göre bir söz A şahsı tarafından söylendi diye doğru, B şahsı tarafından söylendi diye yanlış olmaz. Doğrunun ölçüsü şahıslar değil, Kur’ân ve Sünnet’tir. Bütün şahıslar hata edebilir. Dolayısıyla herkesin görüşü alınabilir de, atılabilir de… Ancak insanlara model olarak sunuldukları için Allah tarafından korunan, küçük hatalara (zelle) düşerlerse düzeltilen peygamberler müstesnâdır!

Mü’min yoruma açık olan konularda, mü’min kardeşlerinin görüşlerine -katılmasa bile- saygılı olur. Mânâsında ihtilâf edilmeyen (mânâya delâleti katî) âyet, mütevâtir hadis ve dînin temel ilkeleri müslümanların üzerinde ittifak ettikleri sâbitelerdir. Bunlar İslâm ümmetini en baştan beri İslâm ümmeti yapan, kıyâmete kadar da İslâm ümmeti yapacak olan, ona kimlik kazandıran ve onun bütünlüğünü sağlayan değişmez ilkelerdir. Bunun dışındaki hususlar ise az ya da çok yoruma açıktır; zamana ve şartlara göre değişebilir, farklı anlaşılabilir. İslâm sâbiteleri sayesinde her zaman ve zeminde İslâm olarak kaldığı gibi, yoruma açık olan yönleriyle de bütün çağlara ve toplumlara ayak uydurur. Bu, İslâm’ın cihanşümul oluşunun bir gereğidir. İşte mü’min; İslâm’ın yoruma açık olan yönlerinde kendi görüşlerini delillere dayalı olarak ve usûlü dairesinde sonuna kadar savunmakla birlikte, kardeşlerinin görüşlerine de saygılı olur, ne kadar aşırı bulursa bulsun onları bu tür görüşleri sebebiyle değişik sıfatlarla yaftalayıp ötekileştirmekten kaçınır. Onların sınırı zorlayan bir sözünü gördüğünde dahî bunun maksadı aşan bir ifade olabileceği ihtimalini dikkate alır ve onları dışlamamak için mazeret arar. Bu; bâtıl bildiği bir fikri, mazur görmek değildir! Ona göre söylenen söz veya sergilenen davranış bâtılsa mutlaka bunu belirtir ve tenkit eder. Ancak söz veya davranışın sahibini suçlayarak meseleyi şahsîleştirmez. Velhâsıl değerlendirmeleri söz ve tutum üzerinde olur, şahıslar üzerinde değil. Bunlar;

“Mü’minler ancak ve ancak kardeştir.” meâlindeki âyetin gereği olarak uyulması lâzım gelen ilkelerdir. Bugün ülkemiz de dâhil olmak üzere bütün İslâm âleminin pek fazla riâyet etmediği, ama ziyadesiyle muhtaç olduğumuz ilkeler…

Ramazan’da kazanılan güzel hasletlerin, Ramazan sonrasında unutulmamasına yönelik güzel bir temenni vardır. Dînimizin emrettiği güzel hasletlerden biri de; yalan, gıybet, kınama, iftira vb. dil âfetlerinden korunmaktır. Bunları dinle ilgili bir konuda; bir mü’min kardeşini mahkûm edici mahiyette irtikâb etmek, şüphesiz daha büyük bir vebal olsa gerektir. Bu Ramazân’ın bu tür incitici davranışlardan uzak durmamıza vesile olması temennisiyle, bayramınız mübârek olsun!