ŞEYTAN BAZEN SAĞDAN GELİR

Gülşen-i Efkâr

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

harun_ogmus_yuzakidergisi-eylul2016

İnternette bir kayıt var. Dînî cemaat lideri rolünü üstlenmiş bir kişi, takipçilerini şevklendirmek için meâlen şöyle diyor:

“Peygamber bana gelse, -öyle rüyamda falan değil, şemâiliyle hiç şüphe duymaksızın tanıyacağım şekilde açıktan açığa gelse- ve;

«Ey falanca! Artık yeter, sen bu hizmetleri bırak, arkadaşlarınla birlikte bir mağarada inzivâya çekil!» dese;

«Olmaz yâ Rasûlâllah! Sana saygım sonsuz, ama müsaade buyurursan ben Sen’in vefat etmeden önce söylediklerini, vefatından sonra söylediklerine tercih edeceğim.» derim, yine işimi yapmaya devam ederim!”

Vefatından sonra Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir insana gelip gelmeyeceği başlı başına ele alınması gereken ayrı bir mevzu. Ancak bu sözün sahibinin bu konuda müsbet bir görüşe sahip olduğu gayet açık. Bu açık duruma binâen söylediği bu sözden çıkarılabilecek neticeler şunlardır:

1. Bu kişi kendisini Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in önüne geçirmekte; referans kaynağı olarak Peygamber’i değil, kendisini görmektedir. Zira Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefatından sonra «açık açık» geleceğini kabul etmesine rağmen, bu şekilde gelişi esnasında vereceği bir buyruğu dikkate almayacağını belirtmektedir.

2. Yaptığı işlerin meşrûiyetine o kadar inanmaktadır ki Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yasaklamasıyla bile onları yapmaktan geri durmayacaktır.

Peki, bu İslâmî bir tavır mıdır? Bir müslümanın böyle davranması doğru mudur? İslâm Kur’ân ve Sünnet’e dayandığına göre bu konuda Kur’ân’a bakmak gerekir. Kur’ân şöyle diyor:

“Allah ve Rasûlü bir işe hükmettiğinde inanmış bir erkek ve kadının o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlü’ne karşı gelirse apaçık bir sapkınlığa düşmüş olur.” (el-Ahzâb, 33/36)

“Ey îmân edenler! Allâh’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (el-Hucurât, 49/1)

“Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda Sen’i hakem kılıp sonra da verdiğin hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam mânâsıyla kabullenmedikçe îmân etmiş olamazlar.” (en-Nisâ, 4/65)

Meâlini verdiğimiz âyetler, birinci maddenin Kur’ân’la taban tabana zıt olduğunu açıkça ortaya koyuyor. İkinci madde ise sözü söyleyen kişinin «dâvâ»sına olan inancını, ona olan adanmışlığını, uğrunda hiçbir fedâkârlıktan kaçınmayacağını gösteriyor. O kadar ki; «dâvâ»sının esasını dînin teşkil ettiği iddiasında olmasına rağmen, dîni getiren Peygamber yasaklasa bile onun uğrunda çalışmaktan vazgeçmeyecek…

Gerçekten de, -“Yiğidi öldür, hakkını yeme!” sözü mûcibince belirtelim ki- söz sahibinin takipçilerinin gayret ve fedâkârlıkları çok yüksektir. Her biri kendisine verilen vazifeye kilitlenir ve onu bi-hakkın yerine getirmeye çalışır, başka bir şeyle ilgilenmezler. Vazifeleri uğrunda fedâkârlık âdeta onların birinci düstûrudur. Nitekim son günlerde bunların bir kurumu, internetten bu hususla ilgili çok câlib-i dikkat bir mesaj yayınladı. Mesajda dünya ve âhiretini fedâ edecek fedâkâr kimselerden bahsediliyordu!

Alınız işte; şeytanın sağdan gelmesi (el-A‘râf, 7/17) neticesinde ortaya çıkan sapkın, uç bir fikir daha! Dünyanın fedâ edilmesini anladık da, âhiretin fedâ edilmesi ne demek oluyor? Bir müslüman âhiretini fedâ edebilir mi? Âhiretin fedâ edilmesine değecek kadar yüce olan ne ki? Yapılan her iş, âhiretin elde edilmesi için değil midir? Böyle bir düşünce Kur’ân ölçülerine sığar mı? O Kur’ân ki; başta Allâh’ın hoşnutluğu olmak üzere, âhiret mükâfatlarını kazanılacak en yüksek değerler olarak sunmaktadır. Böyleyken onların fedâ edilebileceği daha yüksek bir değer tanımış olabilir mi? Asla! Bu, şeytanın üfürdüğü bir vesveseden ibaret! Bu vesvesenin teyidinde muhtemelen, Hazret-i Ebûbekir’e nispet edilen;

“Yâ Rab! Benim vücudumu öyle büyüt, öyle büyüt ve sonra cehenneme koy ki, cehennem başka kimseyi almasın!” gibi sözler de kullanılıyordur. Bu söz doğru bile olsa, lâfız ve mânâsı kat‘î onca Kur’ân âyeti yanında ne ifade eder ki? Kur’ân; darlığı ehli için apayrı bir işkence olan cehennemin (el-Furkān, 25/13), suçlularca doldurulacağını bildirmektedir. (el-A‘râf, 7/18, 179; es-Secde, 32/13; Sâd, 38/85) Kur’ân Allah kelâmı olduğuna göre, bu bildirim mutlaka gerçekleşecektir. Sonra, başkalarının suçundan dolayı Hazret-i Ebûbekir neden yansın? O yanmak istese bile Allah onu yakar mı? Böyle bir cezalandırma Kur’ân’ın en önemli ilkelerinden biri olan suçun şahsîliği ilkesine aykırı olur. (el-İsrâ, 17/15; Fâtır, 35/18; ez-Zümer, 39/7)

İslâm itidal dînidir (el-Bakara, 2/143). Onda aşırılıklara yer yoktur. Hâlbuki -görüldüğü üzere- sadedinde olduğumuz fedâkârlık ve diğergâmlık anlayışı; akılalmaz aşırılıklar içermekte, böylece özünde övgüye değer bir haslet saptırılmakta ve amacından çıkarılmaktadır.

Vazife şuuruyla ilgili de benzer bir durum mevzubahistir. Vazifeye odaklanmak ve başka bir şeyle ilgilenmemek, vazifenin iyi îfâsı bakımından elbette önemlidir. Ancak «vazifeyi iyi yapacağım» diye; neticede diğer vazife sahipleriyle birlikte üretilenin ne olduğunu hiç düşünmemek, çok büyük bir taksir olur. Bazen işin sonunu düşünmek vazifeyi yapmaktan çok daha önemli ve önceliklidir. Çünkü kişi;

“Benim yapmam gereken, vazifemden ibaret. Ötesini düşünmek haddim değil, büyüklerimin elbette bir bildiği vardır.” diyerek başkalarının kendi adına da düşünüverdiği rahatlığına düşer, hiçbir sorgulama ve değerlendirme yapmazsa; kime ve neye hizmet ettiğini bilemez. Hele hele bu vazife şuuru; yukarıda geçen saptırılmış fedâkârlık ve diğergâmlık anlayışıyla bir araya gelirse, çok vahim neticeler verebilir ki, maalesef şu andaki durum da bundan başka bir şey değildir.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

“Mü’minin firâsetinden korkun!” buyurduğu nakledilir. Ama zamanımızdaki müslümanların umumiyetle musâb oldukları dertlerden biri de -ne yazık ki- firâset konusundaki eksiklikleridir. Kendi adıma konuşayım; firâsetten behrem olsaydı biraz dikkat kesilir, araştırır ve bu yazıyı dört yıl önce yazardım. Fakat firâsetim kıt olduğundan dolayı, ancak bugün yazabiliyorum. Hâlbuki bugün yazmamın ne kadar faydası var ki? Bugün artık ayağı taşa takılan bile, yazımızın başında sözünü naklettiğimiz kişiyi ve takipçilerini suçluyor. Bu da ayrı bir mesele ya! Millet olarak sevgimize de nefretimize de nihayet yok! Bir kesime mensup olan her ferdi; suçluluğu sabit olmadan sırf o kesime mensup diye toptan suçlu ilân etmek, hem;

“Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adâletsizliğe sevk etmesin!” (el-Mâide, 5/8) buyuran Kur’ân’ın adâlet anlayışına aykırıdır, hem de suçu sulandırıp gerçek suçluların tespit edilmesini perdeleyebilir. Nitekim ülkemizde daha önce bunun bir örneği de yaşandı.

Firâsetimiz kıt olsa da; ibret alma hasletimizi bari kaybetmeyelim de, yazımızı ülkemizde 3,5 senedir yaşanan hâdiselerden çıkarılacak derslerle bitirelim:

1. Dînî cemaat lideri olsun, tarîkat şeyhi olsun, parti başkanı olsun; herhangi bir şahsı yüceltmek, yanılmaz görmek, doğrunun ölçüsü olarak almak İslâm’la bağdaşmaz. İslâm’a göre doğrunun ölçüsü şahıslar değil, Kur’ân ve Sünnet’tir. Herhangi bir şahsı, Kur’ân ve Sünnet’in önüne geçirmek şirktir; (en-Nisâ, 4/60, 65; et-Tevbe, 9/31; el-Ahzâb, 33/36; el-Hucurât, 49/1) ayrıca bu, yazımızda bazı örneklerine işaret ettiğimiz yanlış anlayışlara da kapı aralar.

2. İşin ehline verilmesini emreden Kur’ân emri (en-Nisâ, 4/58) mûcibince liyâkati esas almayıp da; kendi cemaatinden, tarîkatinden ve partisinden olanları kayırmak, klikçi ve zümreci bir tutumdur. İltimas ve kayırma, liyâkat sahiplerini harcayarak yapılırsa; zulüm ve ahlâksızlık olmasının yanı sıra kin ve nefreti körükleyerek derin ayrılıklara ve toplumun kamplaşmasına yol açar.

Üç-dört yıldır yaşadıklarımızdan çıkarılması gereken başlıca dersler bana göre bunlardır. Peki; çevremize bakalım, bu konularda ders almış görünüyor muyuz? Pek az olan müstesnâları bir tarafa; öz eleştiri yapıp, liderini veya şeyhini yüceltmekten ve klikçilikten vazgeçen cemaat veya tarîkat var mıdır? Yoksa, olanlardan hiç ders çıkarmamışız demektir. Meselenin künhüyle ilgilenmeksizin; bir zümreyi günah keçisi yapıp, işin içinden sıyrılmamalıyız. Başka bazılarının da aynı hataları yapmalarını bekleyecek, yeni bir firâsetsizlik örneği mi sergileyeceğiz? Mesele zihniyetle ilgilidir. Zihniyet değişmedikçe, bu yaşadıklarımızın benzerini bundan sonra da yaşamaya devam ederiz. Müslümanlar bir an önce şahısları bırakıp, Kur’ân ve Sünnet’i ölçü almaya başlamalı ve adâleti hep ayakta tutmalıdırlar.