Gönül Gönül Muhabbet

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi


Tasavvuf erbabı, kalp ve muhabbet üzerinde çok îtinâ ve hassâsiyet göstermişlerdir. Zira kalp tecelligâh-ı ilâhîdir. Gönle girmek ve gönüller kazanmak, âdetâ tasavvufun özüdür.
İnsan ekseriya müşahhas şeylere çok meylederken; mânevî ve mücerred hakikatlerin ehemmiyetini idrâk edemez, ihmal eder. Bu sebeple, gönlün hakikatini bütün müslümanların çok tâzim ettiği ve görmek için can attığı Kâbe-i Muazzama ile ifade etmişlerdir.
Nitekim Molla Câmî der ki:
Kâbe bünyâd-ı Halîl-i Azer’est,Dil, nazargâh-ı Celîl-i Ekber’est!
“Kâbe, Âzeroğlu Halil İbrahim tarafından yapılmıştır. Gönül ise, yüce ve büyük Allâh’ın nazargâhıdır.
Bir gönle gir ki, hacc-ı ekber olsun! ”
Sûfîlere ait eserlerde gönlün Kâbe’ye teşbihine sıkça rastlanır. Bu keyfiyetin esası şudur: İnsan zübde-i kâinat yani kâinâtın özüdür. İnsanda kalbin mukabili de, kâinât içinde Kâbe gibidir.
Gerçekten her ikisi de tecelligâh-ı ilâhî olmak yönünden merkezî bir durumdadır.
Bu menkıbelerde bazen gönlün Kâbe’ye tercih olunan bir üslûb ile takdimi, kısmen âşıkâne bir coşkunluk ve kısmen de gönlü bu hâle getirmenin ehemmiyetini anlatmak ve bu husustaki gayretlere rağbet ettirmek içindir.
Gönlü tecelligâh-ı ilâhî hâline gelenler hakkında İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-’nın Kâbe-i Muazzama’ya hitaben söylediği şu sözler çok câlib-i dikkattir:
“Sen ne büyüksün (ey Kâbe!). Senin şânın ne yücedir. Fakat gerçek bir mü’minin Allah katındaki şerefi senden de üstündür.” (Tirmizî, Birr, 85)
Kalp, îmânın mahallidir. Kâmil bir mü’min kalbinin Kâbe’den efdal olduğu, Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-’nın bu ifadesinden de anlaşılmaktadır.
Nitekim Mevlânâ Hazretleri de şöyle buyurmuştur:
“Eğer sende basîret varsa, gönül Kâbe’sini tavâf et! Topraktan ve taştan inşâ edilmiş Kâbe’nin asıl mânâsı gönüldür.”
“Cenâb-ı Hak; görünen, bilinen sûret Kâbe’sini tavâf etmeyi, mâsiyetten temizlenmiş, arınmış bir gönül Kâbe’si elde edesin diye sana farz kılmıştır.”
“Hacca gidenler, orada Kâbe’nin sahibini arasınlar. Eğer orada Kâbe’nin Rabbini bulabilirlerse (gönüllerini tecelligâh-ı ilâhî hâline getirebilirlerse) bundan sonra Kâbe’yi her yerde bulabilirler.”
“Şunu iyi bil ki; sen, Allâh’ın nazargâhı olan bir gönlü incitir, kırarsan, Kâbe’ye yaya olarak da gitsen, kazandığın sevap, gönül kırmanın günahını dengeleyemez.”
Diğer taraftan;
Allâh’a yakın kırık bir gönlü ihyâ edersen, bunun ecri de Allâh’a aittir.
Zira Cenâb-ı Hakk’ın, Hazret-i Musa’ya;
«Sen Ben’i kırık kalplerin yanında ara!» buyurduğu rivâyet edilmiştir. (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)
Bu sebeple gönül kırmamak, kazara incitilen bir gönlü de mutlaka yeniden kazanmak husûsu; tasavvufun ilk merhalesi olarak görülmüştür.
İncitilen gönlü yeniden kazanmak ile alâkalı asr-ı saâdetten şu kıssa ne kadar ibretlidir:
Peygamber müezzini Bilâl -radıyallâhu anh-, siyâhî idi. Ebû Zer -radıyallâhu anh- ona bir kızgınlık ânında;
“Ey kara kadının oğlu!” diye hitap etti. Bu sebeple Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Zerr’e;
“–Sen, kendisinde câhiliyye huyu bulunan bir kimsesin!” diyerek kızdı.
Ebû Zer -radıyallâhu anh- çok pişman oldu. Hazret-i Bilâl’den helâllik istemek ve onun kendisini affetmesini temin edebilmek için gitti, başını onun eşiğine koydu. Şöyle de dil döktü:
«Ey Bilâl! Ancak beni affeder ve ayağınla yüzüme basarsan, eşiğinden kalkarım!» dedi.
Hazret-i Bilâl buna ihtiyaç olmadığını defaatle söylese de dinletemedi. Sonunda sırf onu râzı etmek için, ayağıyla basar gibi yapıp geçti ve onu affetti. Gönül huzuruyla helâlleştiler.
Ebû Zer -radıyallâhu anh- bundan sonra Efendimiz’in tâlimâtına çok dikkat etti. Sonraki bir hâlini, tâbiînden Ma‘rûr bin Süveyd -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:
“Ben, Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ı üzerinde değerli bir elbiseyle gördüm. Aynı elbiseden kölesinin üzerinde de vardı. Kendisine bunun sebebini sordum. Ebû Zer -radıyallâhu anh- cevaben; kendisine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şöyle buyurduğunu bildirdi:
«…Onlar sizin hizmetkârlarınız ve aynı zamanda kardeşlerinizdir. Allah onları sizin himayenize vermiştir.
• Kimin himayesinde bir kardeşi varsa, kendi yediğinden ona yedirsin, giydiğinden de giydirsin.
• Onlara üstesinden gelemeyecekleri şeyleri yüklemeyiniz.
• Şayet yükleyecek olursanız kendilerine yardım ediniz.»”  (Buhârî, Îmân, 22, Itk 15; Müslim, Eymân, 40)
Peygamberimiz, Mekke’yi fethedince, müşriklerin Kâbe’ye doldurdukları putları temizlemiştir.
Mü’min kulun; ilâhî tecellîlere hazır hâle getirebilmesi için, gönül Kâbe’sini, kibirden, zulümden, kötü ahlâktan ve Allah’tan başka her şeyden temizlemesi elzemdir.
Abdülkādir-i Geylânî -kuddise sirruhû- Hazretleri ise bu yüceliğin şartını şöyle ifade eder:
“Gönül; ancak mâsivâdan arınmış, mârifetullah taliplerine Kâbe olur.”
Bu hususta İsmail Hakkı Bursevî de şöyle der:
“Kalbe giren kimse Kâbe’ye giren kimseden daha üstündür. Bu sebeptendir ki sâlih kullara ve Allah dostlarına;
«Bizi de gönlünüzden çıkarmayınız.» derler ve böylece istimdâd-ı feyz ve taleb-i himmet ederler.”
MUHABBETE VESİLE ARAMAK
“Dâvud Peygamber şöyle duâ ederdi:
اَللّٰهُمَّ اِنّ۪ى اَسْأَلُكَ حُبَّكَ وَحُبَّ مَنْ يُحِبُّكَ وَالْعَمَلَ الَّذ۪ى يُبَلِّغُن۪ى حُبَّكَ
«Allâh’ım! Sen’den Sen’i sevmeyi, Sen’i seven kişiyi sevmeyi, Sen’in sevgine ulaştıran (sâlih) amelleri isterim…»” (Tirmizî, Deavât, 72)
Demek ki bir mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine erişmek için, «muhabbetullâh»a nâil olmuş gönüllere talip olmalıdır.
Allâh’ın en çok sevdiği, Fahr-i Kâinât Efendimiz’dir. Habîbullah ismini alan yegâne peygamber O’dur.
O’na ittibâ edebilmek, muhabbetin zirvesidir. O sevgi sırf insanda değil, cemâdatta bile tezâhür etmiştir.
Nitekim Peygamber Efendimiz;
“–Uhud öyle bir dağdır ki; o bizi çok sever, biz de onu severiz.” buyurdular. (Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Hacc, 504)
Bir dağ, Allah Rasûlü’nü sevmekte. Bu, bizim idrâkimizin ötesinde bir sevgi…
Sadece Uhud değil… Fahr-i Kâinât Efendimiz bir hurma kütüğüne yaslanarak vaaz eder ve hutbe verirdi. Cemaat kalabalıklaştı, bir minber yapıldı. Kütük; «Artık Allah Rasûlü’nden ayrı kalacağım…» diye ağladı. Herkes onun inlemesini işitti. Bu hâdise mütevâtir olarak birçok sahâbî tarafından nakledildi.
Mevlânâ Hazretleri; buradan hareketle, gönlümüzde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olan muhabbetimizi, bu hurma kütüğü ile mîzân etmemizi tavsiye ederek şöyle der:
“Ey gafil! Musa’nın ve Ahmed’in mûcizelerine nazar et! Âsâ, nasıl ejderhâ oldu ve hurma kütüğü, nasıl irfan sahibi oldu ve inledi.”
“Muhabbetin hakikatini bir ağaçtan duy ve ondan ibret al! Kendini vücut ve dünya heveslerine mahkûm etme! Gerçek saâdetin ve mevkilerin en yücesinin, vücutlar ötesinde ve onların son bulduğu yerde olduğunu bil! Bil ki gerçek saâdet, fânî vücudun desîselerinden kurtulup ilâhî vuslata talip olmaktır.”
“Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisinden ayrı düştüğü için inleyen hannâne direğini okşadı. Sen, bir ağaçtan da aşağı değilsin. Hannâne direği ol da sen de ayrılıktan inle.”
Sâir mahlûkat da Peygamber Efendimiz’e muhabbet izhâr ederdi. Hicret yolunda Sevr Mağarası’ndayken güvercin ve örümceğin O’nu müşrik nazarlardan muhafaza için yaptıkları meşhurdur.
Şifâ-yı Şerif’te Efendimiz’in devesi Adbâ’nın, Allah Rasûlü’nün irtihâlinden sonra üzüntüden yemeyip içmediği ve böylece öldüğü rivâyeti yer almaktadır. (Kādî İyâd, Şifâ-yi Şerîf, 313; Bursevî, Rûhu’l-Beyân, XIV, 319)
Cemâdat ve mahlûkattan bu muhabbet tezâhürleri karşısında insan düşünmeli…
Bizim, bir insan olarak, O’nun ümmeti olma saâdetine ermiş bahtiyarlar olarak; bizim O’na muhabbetimiz nasıl olmalı!
O’nu sevenler, muhabbetlerini çok müstesnâ şekillerde izhâr ettiler.
Ashâb-ı kiram, O’nu o kadar çok seviyordu ki;
“Canım, malım, anam-babam her şeyim Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü!” buyuruyordu.
Bu muhabbeti yaşamaktan o kadar büyük bir lezzet alıyorlardı ki, bütün endişeleri ve bütün gayeleri âhirette de bu lezzeti tadabilmekti. Bütün arzuları cennette de O’nun sohbetinde olmaktı, sahâbîsi olmaktı.
Öyle ki;
O vefât ettiğinde bütün ashâbın bağrı hicran ateşleriyle doldu. Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh- vefât-ı Nebî haberini alınca bu can yakan hasrete dayanamadı. Ellerini yüce dergâha açtı. Gözyaşlarıyla şöyle yalvardı:
“Yâ Rabbî! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben, her şeyden çok sevdiğim Peygamber’imden sonra artık dünyada bir şey görmeyeyim!..”
Bu öyle yanık bir muhabbet ve öyle samimî bir ilticâ idi ki, oracıkta gözleri âmâ oluverdi. (Kurtubî, el-Câmî, Beyrut 1985, V, 271)
O’ndan ayrı düşmek bütün ashâbının en büyük endişesiydi. Bülbül sedâlı Hazret-i Bilâl, Fahr-i Kâinât Efendimiz’den ayrı düşmenin ızdırâbıyla dilsiz oldu. O’nu mihrapta göremeyince sesi-soluğu çıkmadı.
Ashâb-ı kirâmın en büyük sevinci;
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” müjdesi oldu. (Müslim, Birr, 163)
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in en yakın ve en sevgili sahâbîsi…
Âişe -radıyallâhu anhâ- babasının vefât ânında, Hazret-i Peygamber’e duyduğu vuslat heyecanını şöyle ifade eder:
“Babam Ebûbekir -radıyallâhu anh- ölüm hastalığında;
«–Bugün hangi gündür?» diye sordu.
«–Pazartesi.» dedik.
«–Eğer bu gece ölürsem beni yarına bekletmeyiniz! Zira benim için gün ve gecelerin en sevimlisi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e en yakın olanıdır. (Yani O’na bir an evvel kavuşacağım andır.)» dedi.” (Ahmed, I, 8)
Ashâbın izindeki irfan ehli âlimler ve Hak dostları da, Efendimiz’e muhabbetin eşsiz misalleri oldular.
İşte büyük hadis âlimi İmam Nevevî Hazretleri…
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve O’nun mübârek hadislerine âşık bir âlim idi. Zâhir ve bâtın bütün hayatını Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’de öyle fânî etmişti ki, rivâyete göre ömür boyu bir kere bile karpuz yemedi. Çünkü O’na dair her şeyi okuduğu hâlde, Efendimiz’in karpuzu nasıl yediğini bulamamıştı. O hâlde yemeyecekti, yiyemeyecekti. Çünkü o, her şeyiyle Efendimiz’de fânî olmuştu.
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbetin husûsî bir misâli de;
Seyyid Ahmed Yesevî Hazretleri…
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e öyle âşıktı ki, 63 yaşından sonra toprak üstünde dolaşmaktan hicâb etti. Çünkü Efendimiz o yaşta irtihâl-i dâr-ı bekā eylemişti.
Ahmed Yesevî Hazretleri, kendisine toprak altında mezar gibi bir çilehâne kazdırdı. Kalan ömründe on yıl, son nefesine kadar irşâdına orada devam etti.
İşte âşıkının mâşûkunda fânî olması…
Sakarya’nın Karadeniz’e karıştığı anda, bütün kimlik ve şahsiyetini bertarâf ederek, Karadeniz’den bir cüz olması gibi…
Bu misalleri sonradan başkası yapmaya teşebbüs etse, ruhsuz bir taklit olur. Onlar için ise, gönülden bir aşk ve samimiyetin tezâhürü olmuştur.
Muhabbet gönle ait bir husûsiyettir. Lâkin, hakikî bir muhabbet sadece gönülde kalmaz; oradan taşarak, sözlere, fiillere, amellere, tercihlere yani hayatın her safhasına sirâyet eder.
Sahâbî sadece; «Seviyorum!» demekle kalmadı. Kerâhetlerden nasıl kaçtı? Nasıl bir takvâ hassâsiyeti içinde yaşadı? O’nun gönül dünyasında yer alabilmek için, her fırsatı ganîmet bildi. Nâfile ibâdetlere koştu. İnfak heyecanıyla yaşadı. Hayatını, her ânında O’nunla beraber olmak iştiyâkıyla ihyâ etti. Bu gayeyle her türlü fedâkârlığa tebessümle tahammül etti.
Hazret-i Hubeyb; Recî Vakası’nda esir alınmış ve Bedr’in intikamı için öldürülmek üzere Mekkelilere satılmıştı.
O, kazıklara bağlanmış vaziyette mızraklarla deşilirken;
“Yâ Rabbî! Benim selâmımı, Peygamberimiz’e götür!” dedi.
“Beni kurtar!” demedi. Kendisinden Efendimiz’e ulaşacak bir selâm, bütün meşakkatlere bedel oldu. O selâm da, mûcizevî olarak Peygamberimiz’e ulaştı.
Muhabbetin ölçüsü ve ispatı:
FEDÂKÂRLIK
Ashâb-ı kiram, Allâh’a îman ve Efendimiz’e muhabbetlerini defalarca bey‘atleriyle tescil ettiler.
Akabe’de, O’nu canları gibi muhafaza edeceklerine bey‘at ettiler.
Bedir’de; “Atını denize sürsen, ardınca geliriz!” diye bey‘at ettiler.
Uhud’da, O’nun uğrunda şehid olmaya bey‘at ettiler.
Hudeybiye’de; “Sen’in gönlünde ne varsa!” diyerek bey‘at ettiler.
Cenâb-ı Hak da tebcîl etti:
“(Ey Habîbim!) Muhakkak ki Sana bey‘at edenler Allâh’a bey‘at etmiştir…” (el-Fetih, 10)
Biz ne kadar O’na bey‘at içindeyiz?
Ramazân-ı şerif, Cenâb-ı Hakk’a muhabbet, Rabbimiz’i kalben tanıyabilme, yani «mârifetullah»ta mesafe alma mevsimi…
Ramazân-ı şerif, Fahr-i Kâinât Efendimiz’le beraber olma mevsimi…
Hayatı O’nun rehberliğinde yaşamayı tâlim etme, böyle bereket ve feyiz dolu bir hayata başlama mevsimi…
Hazret-i Dâvud’un duâsı; Allâh’ın sevgisine bizi götürecek, yaklaştıracak, vâsıl edecek amel-i sâlihleri talep etmekle hitâma eriyordu. Çünkü muhabbeti sâlih amellerle tescil eylemek şart…
Namazı O’nun gibi kılmaya başlamak için, Ramazân-ı şerif muazzam bir fırsat…
Çünkü O;
“Benden gördüğünüz gibi namaz kılınız.” (Buhârî, Ezân, 18) buyurdu.
Orucumuz O’nun orucuna benziyor mu? Mide ile beraber, ağız, göz ve kulağımıza da oruç tutturabiliyor muyuz? Gönlümüzü de haramdan uzaklaştırabiliyor muyuz?
İnfâkımızda O’nu takip edebiliyor muyuz? Sağ elimizin verdiğini sol elimiz bilmeden, zarif ve nezâketli şekilde infakta bulunabiliyor muyuz? Nefsimizin hodgâmlığını, bencilliğini yenip, îsârın hazzını tadabiliyor muyuz?
Haccımız O’nun tarif ettiği huzur ve seviyeye vâsıl olabiliyor mu? Fısktan, cidalden, hayâsızlıktan tamamen kurtulabiliyor muyuz?
Kâbe’ye vardığımızda, Kâbe’nin Rabbine muhabbet ve mârifetimiz artıyor mu?
Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı O’nun gibi okuyabiliyor muyuz? Kur’ân’ı okurken, îmânımız kuvvet buluyor mu? Kalbimiz titriyor mu?
Hazret-i Dâvud’un duâsını tekrar ederek hitâma erdirelim:
“Allâh’ım! Sen’den Sen’i sevmeyi, Sen’i seven kişiyi sevmeyi, Sen’in sevgine ulaştıran (sâlih) amelleri isterim…” (Tirmizî, Deavât, 72)
Allâh’ım!.. Bize Zât’ının muhabbetini, Habîbi’nin muhabbetini nasîb eyle!.. Rızâna eriştirecek amellerde bizleri vazifelendir!
Âmîn!..a