O’nun Muhteşem Ahlâkı -23-

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

Ebedî Fecre

(Bâtınî Farzlar: Kardeşlik)

HAKKI TAVSİYE

Asr Sûresi’nde Cenâb-ı Hak, insanlığın hüsranda olduğunu bildirdikten sonra şu dört vasfı taşıyanları istisnâ eder:

1. Îman.

2. Sâlih ameller işlemek.

3. Hakkı (yaşamak ve) birbirine tavsiye etmek.

4. Sabrı (yaşamak ve) birbirine tavsiye etmek.

Hakkı yaşamak ve yaşatmak mevzuu, îman ve sâlih amellerden sonra en mühim hakikattir. Îfâ etmemiz gereken hakları tefekkür ettiğimizde, çok arîz ve amîk (engin ve derin) bir mevzu ile karşı karşıya olduğumuzu idrâk ederiz.

1) Üzerimizdeki en büyük hak, Rabbimiz’in hakkıdır.

Cenâb-ı Hak; bizi yarattı, insan olarak dünyaya getirdi. Mükerrem kıldı. Sıhhat, selâmet verdi. Aile ve evlât verdi. Maddî-mânevî nice rızık ve lütuflarının üzerine, bir de bizleri «Hâdî» isminin tecellîsine nâil eyledi, îmâna eriştirdi.

Allâh’ın hakkını îfâ edebilme yolunda, ömrümüzün her ânını; O’na îman, ibâdet, şükür ve dînine hizmet ile tezyin etmemiz îcâb eder. Ancak bu da takvâ iledir.

2) Üzerimizde en çok hakkı olanların ikincisi Rasûlullah Efendimiz’dir.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bize bin bir meşakkate tahammül ederek hak dîni tebliğ etti. Cenâb-ı Hak, O’nun bize şefkatini şöyle ifade buyurdu:

“Size kendi içinizden öyle bir Peygamber geldi ki;

• Sizin hüsranınıza üzülüyor,

• Saâdetinizi cidden istiyor,

• Mü’minler için yüreği rikkatle ve merhametle çarpıyor!” (et-Tevbe, 128)

Fahr-i Kâinât Efendimiz; dâimâ ümmeti için yaşadı. Kabrinde dahî ümmeti için istiğfâr edeceğini bildirdi. Şöyle buyurdu:

“Ben, İsrâfil Sûr’u üfürünceye kadar kabrimde; «Ümmetî!.. Ümmetî!..» diyeceğim.” (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)

O’nun bizim üzerimizdeki hakkı, bir anne-babanın evlâdı üzerindeki hakkından çok daha büyüktür. O’na vefâ borcumuzu ödeyebilmemiz mümkün değildir. Ancak; sünnetine sarılarak, dilimizden sa­lât ü selâmı bırakmayarak, evlâtlarımızı O’nun muhabbetiyle yetiştirerek, ümmeti olabilmenin şükrünü edâya gayret etmeliyiz.

Efendimiz’in bizden arzusu şudur:

“Sakın (günah işleyerek, kıyâmet günü) yüzümü kara çıkarmayın!..” (Bkz. Müslim, Hac, 147)

3) Üzerimizdeki hakların üçüncü maddesi, mü’min kardeşlerimizin haklarıdır. Bu ise iki türlüdür:

Birincisi bizzat üzerimizde tahakkuk eden, kul haklarıdır.

KUL HAKKI

İnsanın hayatı sayısız haklarla doludur. Daha dünyaya gelmeden hak mes’ûliyeti başlar. Zira annesi dokuz ay onu bedeninde taşımıştır. Bu sebeple en büyük hak, annenin hakkıdır. Sonra babanın hakkı gelir.

İnsan, hayat boyu üzerinde nice haklarla yaşar. Vefatından sonra dahî haklar devam eder. Kendisini yıkayan, tabutunu taşıyan ve defneden kişilerin haklarıyla kabrine gömülür.

Kul hakkı; dünyada helâlleşilmesi gereken, fakat muhakemesi kıyâmete kalan çok mühim bir keyfiyet ve husûsiyettir.

Muâmelâtta yani insanların birbirleriyle olan alışveriş, kira, ücret ve benzeri münasebetlerinde, kul haklarına çok titizlik göstermek îcâb eder.

Bir kişinin yanında çalıştırdığı insanların sayısıyla övünerek; “Ben şu kadar kişiye ekmek veriyorum.” demesi ne kadar doğrudur? Hâlbuki bunlar, emek karşılığında verilen ücrettir. Bilâ bedel değildir. Rızkı veren Allah’tır. Çalışanın ücrete ihtiyacı olduğu gibi, çalıştıranın da o çalışmaya ihtiyacı vardır.

Cenâb-ı Hak, infak ve sadaka olarak verirken de nezâket ve zarâfete ihtimâmı emretmiştir. Eziyet verici söz ve davranışları sadakanın iptali saymıştır. Böyleyken çalışmaların mukabili olarak verilen ücreti dahî, bir tefâhür vesilesi saymak, mânâsızdır.

Böyle bir durumda; bilâkis, ücret veren taraf «hakları helâl ettirebilme» şuuruyla yaklaşmalıdır. Hakkını verebildiği ölçüde de, böbürlenmek yerine hamdetmelidir.

Kanunî Sultan Süleyman Han; Süleymaniye’yi inşa ettirdikten sonra, camide emeği olan mimarından işçisine herkesi toplayıp onlarla he­lâlleşti.

“Burada olmayanlar varsa onlara da haber verilsin, gelip haklarını alsınlar!..” diye îlân etti.

İşte Süleymaniye Camii, asırlardır devam eden bir âbide!.. Zemininde kul hakkı olmayan bir âbide!..

Diğer taraftan emeği karşılığında o ücreti alan taraf da; gayreti ve dikkati ile kazancını helâl ettirme hassâsiyetinde olmalıdır. İki taraf da birbirine muhtaçtır.

Üzerinde bir hak olan kişi; derhâl, hakkı sahibine teslim etmelidir. Hakkı sahibine yahut vârisine iade etmesi artık mümkün değilse, onun nâmına tasadduk etmelidir. Kul hakkına giren kişi; yaptığı haksızlıkları telâfi cihetinde gayret etmeli, helâlleşmeli ve istiğfarda bulunmalıdır.

Üzerindeki mânevî kul haklarının sahiplerince affedilmesi için; hak sahiplerine bol bol duâ etmeli, hasenatta bulunmalıdır. Tâ ki Cenâb-ı Hak râzı olsun ve kıyâmet gününde hak sahibi kulunu hakkını helâl etmeye râzı eylesin.

Kul hakkı çok ağır bir mes’ûliyettir. Bu sebeple şöyle denmiştir:

Garip ve kimsesizlere acı; fakat zalimlere daha fazla acı!.. İnsanlığa vedâ eden kapitaliste, işçisinin ve emri altındakinin hak ve hukukunu çiğneyen gaddar patronun sefil rûhuna ve; «Acıyın bize!» feryatlarını duymayan sağırlaşmış kalplere bilhassa acı!

Bu acımadan kastedilenin de; onları îkāz etmek, yanlışlarını kavratmak, zulümlerini engellemek ve onlara merhameti öğretmek olduğunu unutma!..

Peygamber Efendimiz; ümmetine her sahada olduğu gibi, kul hakkı mevzuunda da en güzel nümûne olmak için, ömrünün son günlerinde şöyle buyurmuştur:

“Nihayet ben de bir insanım. Aranızda bazı kimselerin hakları geçmiş olabilir.

Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım! Gelsin, vursun!

Kimin malından sehven almışsam, işte malım! O da gelsin alsın!” (Ahmed, III, 400)

Ümmetini de bu hususta şöyle îkāz etmiştir:

“Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa, onu hemen ödesin;

• Dünyada rüsvâ olurum demesin!

İyi biliniz ki;

Dünya rüsvâlığı âhiret rüsvâlığından çok hafiftir.” (İbn-i Sa‘d, II, 255; Taberî, Tarih, III, 191)

Yine Efendimiz’in son nefesinde ümmetine vasiyetleri, emirleri altındakilerin haklarına riâyet etmeleri olmuştur. (Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Mü’minlerin birbirleri üzerinde, şahsî hakları dışında da bir hukuku vardır:

KARDEŞLİK HUKUKU

Kardeşlik hukuku farzdır. Rabbimiz’in emri olan bâtınî farzlardan biridir.

Cenâb-ı Hakk’ın, bize îmânı lutfetmesi neticesinde, diğer mü’minlerle din kardeşi hâline geliriz. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Hep birlikte Allâh’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allâh’ın size olan nimetini hatırlayın:

Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz…” (Âl-i İmrân, 103)

Îman kardeşliği, haklar meydana getirir. Kardeş, kardeşten mes’uldür. Kardeş kardeşe zimmetlidir.

Dünyada fakir / zayıf kardeş, zengin / güçlü kardeşe muhtaçtır. Fakat âhiret penceresinden bakılırsa görülür ki; zengin / güçlü kardeş de, diğerinin duâsına muhtaçtır.

Kardeşlik sözde kalmamalıdır. Îman kardeşliği fedâkârlık gerektirir. Buna verilebilecek şu misal ne kadar mânidardır:

Avrupalı zalimler, Afrika’da memleketleri işgal ettiler. Müslüman halkı köleleştirdiler ve müstemlekelerinde zorla çalıştırmak üzere gemilere doldurdular. Haiti’ye götüreceklerdi.

Afrikalı âlimler de gönüllü olarak o kölelerin arasına karıştılar. Âlim olduklarını belli etmeden, kendilerini zincirlere vurdurdular ve onların gittikleri yerlerde rehbersiz kalmaması ve dinden uzaklaşmaması için;

“Aman bu esirler, benim din kardeşlerim, orada îmanlarını kaybetmesinler!” endişesiyle onlarla beraber gittiler.

Ne büyük fedâkârlık!..

Din ve kardeşlik uğrunda iptilâlara tahammül etmek, Peygamber Efendimiz’in hem bizzat yaşadığı hem de güzîde ashâbına tavsiye ettiği müstesnâ bir haslet idi. Şu kıssa güzel bir misaldir:

Fahr-i Kâinât Efendimiz bir gün ashâbının yanına çıkmıştı. Ensardan bir zâtla karşılaştı. O;

“–Yâ Rasûlâllah! Anam babam Sana fedâ olsun, yüzünüzde gördüğüm şu hâl beni çok üzdü, bunun sebebi nedir?” dedi.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o kimsenin yüzüne bir müddet baktıktan sonra;

“–Açlık.” buyurdular.

Sahâbî hemen çıktı, koşarak evine geldi, yiyecek bir şeyler aradı, fakat bulamadı. Hemen Benî Kurayza’ya gitti. Kuyudan çektiği her kova su karşılığında bir hurma almak üzere anlaştı. Bir avuç hurma biriktirince onları alıp Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in huzûruna çıktı.

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, bunları yiyiniz!” dedi.

Âlemlerin Efendisi; hurmaların nereden geldiğini sordu, o da durumu anlattı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Öyle zannediyorum ki, sen Allâh’ı ve Rasûlü’nü seviyorsun!” buyurdu.

O zât;

“–Evet, Sen’i hak üzere gönderen Allâh’a yemin ederim ki, Sen bana kendimden, evlâdımdan, ehlimden ve malımdan daha sevgilisin.” dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Madem öyle, fakirliğe karşı sabırlı ol, belâlara karşı kendine bir kalkan hazırla! Beni hak üzere gönderen Allâh’a yemin ederim ki, bu ikisi (fakirlik ve belâlar) beni seven kişiye, suyun dağın tepesinden aşağıya inmesinden daha hızlı gelir.” (Heysemî, X, 313; Zehebî, Siyer, III, 54; İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 298)

Yine Sultan Abdülaziz devrinde; tâ Ümit Burnu’ndaki, Güney Afrika’daki müslüman kardeşlerimizin dînî tedrisâtı için bir âlim gönderilmesi îcâb etti. İstanbul’da mukîm olan Ebûbekir Efendi bu vazifeyi kabul etti. Önce Londra’ya, oradan da 45 günlük bir gemi yolculuğuyla Cape Town’a ulaştı. Orada vefât edinceye kadar, müslümanlara tedrisatta bulundu, aralarındaki ihtilâfları giderdi. Aralarında yayılmış bâtıl itikatları temizledi.

İşte kardeşlik hukuku!..

Velhâsıl;

İslâm; Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetlere mukabil, bunların şükrünün îfâ edilmesini istiyor. Sahâbî, bu şükrün edâsı için gayret etti. Hidâyetten mahrum insanlığın, îman nimetine vuslatı için ve mü’min kardeşlerinin de İslâmî hakikatleri öğrenmesi için her türlü fedâkârlığı sergiledi; Semerkant’a gitti, Çin’e gitti, Afrika’ya gitti.

Bugün de memleketimizde ve Türkiye dışındaki din kardeşlerimizin îmanlarını kaybetmemesi için yapılan gayretler çok mühimdir. Cenâb-ı Hak; bu gayretleri «Karz-ı Hasen» olarak tebcil ediyor, yani karşılığı âhirette verilecek güzel bir borç sayıyor. Böyle fedâkârlık ve gayretlere kolay zamanlara nisbetle çok yüksek ecirler va‘dediyor.

Kardeşlik hukukunu çiğneyenlerden ise, Cenâb-ı Hak, bereketi kaldırır. Bunun mühim bir misâli:

ASHÂB-I DARVAN

Rivâyete göre Yemenli cömert bir zâtın San‘â yakınlarında üzüm, hurma ve ekin bahçesi vardı. Bu cömert kişi; mahsûl toplama zamanında fakirlere, gariplere ve zayıflara öşür payını fazlasıyla, bolca ayırır idi. O zât vefât edince, çocukları ihtirâsa kapıldılar;

“–Ailemiz hayli kalabalık, mal az. Fakirlere bir şey vermeyelim! Onlar gelip istemeden mahsûlleri toplayalım…” diyerek anlaştılar.

Cenâb-ı Hak ise, onların bu kötü niyetleri üzerine bahçelerini harâbe hâline getirip simsiyah kıldı. Koskoca bahçe, tanınmaz hâle gelmişti. Bu durumu gören cimri evlâtlar şaşırdılar:

“–Acaba yanlış bir yere mi geldik?” dediler. Bin pişman oldular.

Onların idrâk edemediği husus şu idi:

Babalarının; kardeşlik şuuruyla, öşürü bol bol dağıtıp muhtaçların duâsını alması, bahçeye ziyadesiyle bereket veriyordu. Onlar bunu kesmeye niyet edince, ellerinde hüsrandan başka bir şey kalmadı! (Bkz. el-Kalem, 17-33)

Kardeşlik hukukunun en mühim şartı, güzel geçinmektir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, (mü’min kardeşleriniz ile) aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin.” (el-Enfâl, 1)

Peygamberimiz buyurmuştur:

“Mü’min, başkalarıyla ülfet eder (hoş geçinir) ve kendisiyle ülfet edilir. Kimseyle ülfet etmeyen ve kendisiyle de ülfet edilmeyen kişide hayır yoktur.” (Ahmed, II, 400; V, 335)

Bir mü’min, kardeşiyle üç günden fazla küs kalamaz. Onunla münasebeti kesemez. Arada bir burûdet varsa, Allah için ortadan kaldıracak. «Ben haklıyım, o haksız!» dâvâsı gütmeden, üzerine bir şal atacak. Affedecek. Affede affede affa lâyık bir kul olacak.

Yine âyet-i kerîmede, kardeşin kusurunu affetmek tavsiye edilerek şöyle buyurulur:

“Allâh’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz?” (en-Nûr, 22)

Dergâhlarda ne güzel bir levha vardır:

“Hoş gör yâ hû!”

Kardeşlik hukukuna halel getirecek davranışlar ise, bâtınî haramlar cümlesindendir. Yalan, iftira, gıybet ve nemîme (söz taşımak) gibi günahlar, kardeşliğe zehir saçar.

Bu zehirlerden biri de tecessüstür. Kardeşinin kusurunu araştırmak, dolayısıyla gıybet etmektir.

Maalesef toplumda bu hususta çok büyük bir zaaf vardır. Meselâ servet sahibi olan kişiler hakkında hüsn-i zan edeceği yerde;

“Kim bilir kimin malını çarptı da böyle oldu?!.” “Ben onun geçmişini bilirim, yemediği halt yoktu.” gibi lâkırdılarla sû-i zanlar yağdırmasıdır. Tecessüs; kardeşliği yıkan, kalplere de zehirler saçan bir hastalıktır.

Hâlbuki kardeşlik hukuku ikmâl edilmedikçe, îman dahî kemâl bulmaz. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Sizden biriniz; kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de istemedikçe, gerçek mânâda îmân etmiş olmaz.” (Buhârî, Îmân, 7; Müslim, Îmân, 71-72)

Bu sebeple, mü’min kardeşlerin gıyâbında da dâimâ hayırhah düşünceler ve duâ hâlinde olmak îcâb eder.

ÜMMETE DUÂ

Hak dostlarından Mârûf-i Kerhî -kuddise sirruhû- şöyle buyurur:

“Kim her gün on defa;

اَللّٰهُمَّ اَصْلِحْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ

اَللّٰهُمَّ فَرِّجْ عَنْ اُمَّةِ مُحَمَّدٍ

اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ

«Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in hâlini ıslah eyle!

Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in sıkıntılarını gider!

Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’e rahmet eyle!» derse, o kimse Allah dostları arasına yazılır.” (Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 366)

Ümmeti için duâ etmek ve ümmeti için gayret etmek, Rasûlullah Efendimiz’i sevindirir. Çünkü Fahr-i Kâinât Efendimiz, ümmetini çok severdi. Ümmetinin maddî ve mânevî ihtiyaçlarını gidermek, O’nun en büyük saâdetiydi.

O rahmet Peygamberi’nin ümmeti olan bir mü’minin; mü’min kardeşinin ihtiyacını gidermesi, en mühim vazifesidir.

Günümüzde ise maddî ve mânevî ihtiyacı olan mü’min kardeşlerimiz, tâdâda gelmeyecek kadar çoktur.

Hazret-i Âişe Vâlidemiz buyurur:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aile efrâdı Medine’ye geldiği günden, vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)

“Dilesek doyabilirdik. (Yani bu açlık, yokluktan değildi. Ganîmetler ve benzeri imkânlar her zaman vardı.) Fakat Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (mü’min kardeşlerini kendine tercih makamında) îsârda bulunurdu. (Böylece elimize geçeni bu şuur ve idrâk ile hemen infâk ederdik.)” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, III/62 [1396])

Zâhirî ve bâtınî her haslette, en zirve nümûne-i imtisal Peygamber Efendimiz’dir. O, eline geçen maddî imkânları; ashâb-ı suffeye, fakirlere, yetimlere ve muhtaçlara dağıtmadan huzur bulamazdı. Merhamet ve cömertlik; O’nda öyle bir mânevî lezzet idi ki, O’na açlığını unutturmaktaydı.

İşte kardeşlik ufku!..

ARŞ’IN GÖLGESİNDE…

Hadîs-i şerifte; «başka bir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde Allah Teâlâ’nın; yedi grup insanı, Arş’ının gölgesinde barındıracağı» bildirilmiştir. Bu yedi gruptan biri;

«Birbirlerini Allah için sevip, buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki insan»dır. (Buhârî, Ezân, 36)

Elbette burada zikredilen muhabbet ve beraberlik, kahvehâne ve benzeri yerlerde eğlence için oturup kalkmak değildir. «Allah için» kaydıyla, ülfet ve sohbet hâlidir. Emr-i bi’l-mâruf ve hakkı tavsiye vazifesinin gerçekleştirilmesidir.

Kardeşlik hakkını edâ etmek farzdır. Dolayısıyla nâfile ibâdetten üstündür. Asr-ı saâdette bu hakikati ifade eden şöyle bir hâdise yaşandı:

Sıcağın pek şiddetli olduğu bir seferde, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- uygun bir yerde konaklamışlardı. Sahâbenin bir kısmı nâfile oruç tutuyordu. Oruçlu olanlar yorgunluktan uykuya daldılar. Oruçlu olmayanlar ise, abdest için su taşıdılar ve gölgelenecek çadırlar kurdular. İftar vakti geldiğinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Bugün, oruç tutmayanlar (daha fazla) ecre nâil oldu.” buyurdular. (Müslim, Sıyâm, 100-101)

Demek ki; kardeşlik hukuku, nâfile ibâdetin de ötesine geçmektedir.

Ashâb-ı kirâma ihsân üzere tâbî olan ecdâdımız da kardeşlik hukukuna çok büyük bir ihtimamla riâyet ettiler.

ECDÂDIN RAMAZÂN’I

Ecdâdımız, kardeşlik için; vakıflar kurdular, külliyeler inşâ ettiler, imâretler (aşevleri) ve çeşmeler yaptırdılar.

Ramazân-ı şerifler ise, kardeşliğin sergilendiği müstesnâ bir zaman olurdu.

• Varlıklı mü’minler; bilhassa Ramazân-ı şerifte bakkalları gezip borç defterinden herhangi bir yaprağı açtırır, borcun sahibini bilmeksizin hesabı öder, tıpkı sadaka taşlarında olduğu gibi, veren alanı, alan vereni görmeden, sırf rızâ-yı ilâhî için hârikulâde bir din kardeşliği yaşanırdı.

• Zenginler, hapishâneleri dolaşıp borcunu ödeyemediği için hapsedilmiş olanları kurtarırlardı.

• Zengin-fakir ayırımının olmadığı mü’min ve mütevekkil şehirlerde, herkes iftar sofralarını kardeşlerine açardı. Bugün yayılan, lüks ve fantezi yerlerde, sadece eşrafa şâşaalı ve israflı bir şekilde iftar yemekleri vermek hastalığı o gün yoktu. Mütevâzı sofralarda, gönül zenginliğiyle zengin-fakir herkese ikramlarda bulunulurdu.

Ramazân-ı şeriflerde, ayrı ayrı nice sofralar kurulurdu. Bir gün, sırf temizlik vazifelileri davet edilirdi. Bir başka gün; arabacılar, faytoncular sofrada buluşurdu. Bir başka akşam, âlim zâtlara sofralar açılırdı. Akrabalar ve komşular da elbette unutulmazdı. Bu grupların ayrı ayrı çağrılmaları, birbirleriyle samimiyetlerinin artması ve kardeşliğin yaşanması içindi. Birbiriyle ülfet edebilecek kişiler, beraber çağırılır, fakat kimse unutulmazdı.

Ramazân-ı şerîfin bir güzelliği de «diş kirası» adı verilen bir ikramdı. Misafirlere;

“Soframızda dişlerinizi yorduk; bunun kirası mukābili olarak, şu hediyemizi kabul ediniz.” meâlinde çok ince bir zarâfet sergilenirdi.

Diş kirası an‘anesinin güzel bir misâli de muhterem pederimden dinlediğim şu kıssadır:

Hayırseverlikleriyle meşhur Yusuf Kâmil Paşa ve eşi Zeynep Hanım’ın konaklarının kapısı Ramazân-ı şerif boyunca herkese açık olurdu. Ramazân’ın birinci gününden itibaren konağın kapısı açılır, Ramazân’ın sonuna kadar kapanmazdı. Kim gelir geçerse, iftar vakti gelir, kimseye sormadan; istediğini yer, ayrım yapılmazdı.

Sultan Abdülaziz de bir gün, Yusuf Kâmil Paşa’nın ve Zeynep Hanım’ın konağına iftara gelir. İzzet-ikramdan sonra sıra diş kirasına gelir.

Sadrazam Yusuf Kâmil Paşa, o muhteşem konağın tapusunu ve diğer birtakım evrakını gümüş bir tepsiye koyar diş kirası olarak Sultan Abdülaziz’e takdim eder. Padişah alır;

“Çok mütehassis ve memnun oldum, ben de size hediye ettim.” diyerek iade eder.

Zeynep Hanım da Şeyh Hamdullah hattı, altın suyuyla yazılmış ve tezhibli bir Kur’ân-ı Kerim mushafını; padişaha lâyık bir diş kirası olarak, gümüş bir tepside sunar. Padişah bu kıymetli eseri alır, üç defa öpüp başına götürür ve kabul eder.

Hayırseverliğiyle meşhur bu ailenin birçok hayrıyla beraber, isimleriyle yâd olunan Zeynep Kâmil Hastahânesi de; bugün ayaktadır ve bir sadaka-i câriye olarak senelerdir amel defterlerine hasenat yazdırmaya devam etmektedir.

Kardeşlik adına cömertliğin ne güzel meyvası!..

Bilhassa Ramazân-ı şerifte sergilenen İslâm kardeşliğinin güzîde bir misâli de şudur:

MUTFAKSIZ EVLER…

Sultan III. Mustafa, bir Ramazan ayında Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendi’nin konağına iftara gider. Konuşma esnâsında;

“–Efendi; arada bir size gelmek isterim ama, konağınız pek uzak yerde.” der.

Mehmed Emin Efendi de;

“–Sayenizde yakın yerlerde bir ev tedârik etmem mümkündür, lâkin gördüğünüz şu civardaki hânelerin hiçbirinde mutfak yoktur.” karşılığını verir.

Bu söz Padişah’ın tuhafına gider ve;

“–Ne acayip şey, bu evlerde yemek pişirmezler mi?” diye sorunca Şeyhülislâm Efendi;

“–Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.” cevabını verir.

Bütün bu gayretlerdeki niyetler; bir mü’min gönlüne girebilmek, bir gönül sarayı inşâ etmek, fukarâ ve gurebâdan ulemâya kadar herkesin duâsı ile âbâd olabilmek arzusu idi.

Gönüller, fakir-zengin herkesi kucaklardı. Hattâ fakir ve gurebâya ezilmesinler diye daha fazla alâka gösterilirdi.

Çünkü;

SADAKALARI ALLAH ALIR!

Âyet-i kerîmede;

“Sadakaları Allah alır.” (et-Tevbe, 104) buyurulmaktadır.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:

“Hiç şüphesiz ki sadaka, muhtaç onu almadan önce Allâh’ın (kudret) eline geçer. (Yani muhtaca verilen sadakaları önce Allah alır, sonra fukarâya devreder.)” (Münavî, Künûzü’l-Hakāyık, s. 34)

Bu hakikatlerden dolayı, sadakalar ve hediyeler, teşekkür edâsıyla verilirdi. Nitekim Ebu’l-Leys es-Semerkandî Hazretleri de;

“Veren kişi, alana bir teşekkür edâsı içinde ikrâm etmelidir.” buyurur. Zira infâk eden kişi; bu sayede Rabbinin hoşnutluğuna kavuşacak, kendisine gelecek belâları, hastalıkları ve iptilâları bu sadakalarla ve mazlumların hayır duâlarıyla bertarâf etmeye çalışacaktır.

Aksi hâl, yani, verirken muhatabı ezen, inciten davranışlar; yapılan hayrı imhâ eder. Âyet-i kerîmede îkaz vardır:

“Ey îmân edenler! (…) başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız infak ve sadakalarınızı boşa çıkarmayın!..” (el-Bakara, 264)

Bu hikmetlerden dolayı, Sâmi Efendi Hazretleri ve muhterem pederim Musa Efendi Hazretleri; tasaddukta bulunurken şu inceliğe riâyet ederlerdi:

Zekât, sadaka ve hediye zarflarının üzerine îtinâ ile;

“Muhterem Filân Efendi, kabul buyurduğunuz için teşekkür ederiz.” yazarlardı.

Hastalara kapalı kaplarda yemekler gönderilirdi. İnsanların yanı sıra hayvanâta da ikrâm etmek ihmal edilmezdi. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhamet hissiyâtıyla ciğerler alınır ve hayvanâta ikram edilirdi.

Zenginin eviyle fakirin evi arasında ancak bir sedirin üzerindeki kumaş farkı vardı. Zengin ile fakir, aynı mahallede birbirlerinin âdetâ teminatıydı.

Çünkü;

İslâm kardeşliğinin mühim bir tezâhürü de tevâzudur. Mü’minler, asla kendilerini kardeşlerinden üstün görmezler.

Ashâb-ı kiram, halîfe ve valilik gibi yüksek makamlara gelseler de asla tevâzuu terk etmediler. Bunun güzel bir misâlini Hazret-i Mevlânâ edebî bir lisanla şöyle anlatır:

“Uçsuz, bucaksız çölleri aşarak Rum Kayseri’nden Hazret-i Ömer’e bir elçi geldi, Medine’ye ulaştı. Medine halkına;

“–Halîfenin sarayı nerededir?” diye sordu.

Sorduğu kişiler şöyle cevap verdiler:

“–Halîfenin sarayı yoktur. Fakat onun pek parlak, pek aydınlık bir can sarayı, bir gönül sarayı vardır. Hazret-i Ömer’in emîr ve halîfe diye adı cihana yayılmışsa da, onun fakir ve garip dervişler gibi küçük bir evceğizi vardır.”

Bir kadın, elçinin yabancı bir kimse olduğunu ve Hazret-i Ömer’i aradığını anlayınca;

“–İşte Ömer, şu hurma ağacının altında.” dedi.

“Oraya var da, halktan ayrılmış yapayalnız, hurma ağacının gölgesinde yatan, Allâh’ın gölgesini gör!”

İşte ashâbın muhteşem tevâzuu…

Bu hususta bir hâtıramı ifade etmek isterim:

Medîne-i Münevvere’de Şeyh Şâmil’in torunu Said Şâmil Beyi ziyaret etmiştik. Bize, İstanbul’a döndüğümüzde hemşîrelerine (kız kardeşlerine) teslim edilmek üzere bir emânet verdi. İstanbul’a gelince emâneti tevdî etmek üzere Fatih’te verdikleri adrese gittik.

Bize kapıyı Sudanlı siyahî bir hizmetkâr açtı. Bizi içeriye buyur etti. Daha sonra Said Şâmil’in kardeşleri olan hanımefendiler geldiler. Birazdan Sudanlı hanım ikrâm olarak kahve getirdi. Bu nâzik hanımefendiler, hizmetkârlarını onore etmek için;

“–Bu hanım, bizim sütkardeşimizdir.” diye takdim ettiler.

Bu takdim, İslâm kardeşliği adına çok asil ve nâzik bir davranıştı. Takdim etmek hem de, hizmetçimiz vb. bir tabir yerine; «Sütkardeşimiz.» ifadesiyle aileden bir fert hâlinde ifade etmek bir müslüman ahlâkının tezâhürüydü.

Bizim medeniyetimiz, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in inşâ ettiği mütevâzı, merhametli, cömert ve vicdanlı insan tipi üzerine kuruluydu.

Rabbimiz yeniden nesillerimizi o medeniyet seviyesine eriştirsin.

Yâ Rabbî!.. Ramazân-ı şerifte ve ömrümüzün her mevsiminde, bizleri Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kardeşlik şuuru ve ümmet hassâsiyetiyle ihyâ et!..

Milletimizi ve İslâm âlemini, güzel ahlâk ile bezenmiş takvâ ve huzur toplumuna yeniden kavuştur!..

Âmîn!..