YÜREK COĞRAFYAMIZIN SINIRLARI

YAZAR : M. Aşır KARABACAK ma.karabacak@gmail.com

1987 miydi 88 miydi hatırlamıyorum. Rahmetli pederim o zamanın meşhur muhafazakâr gazetelerinden birisine aboneydi ve her gün evimize gelen gazeteyi baştan sona fakat özellikle orta sayfasını içercesine okurdum.

Bir gün babam elinde tuttuğu gazetenin yine orta sayfasını açarak elime verdi ve bana sesli bir şekilde okumamı söyledi. Kendisi de okuyabilirdi. Fakat benden istedi, o günkü iki sayfanın tamamını kaplayan aynı mevzu etrafındaki yazıları…

Okudum seslice. Babam da dinledi. İlk defa benden bir şeyler okumamı istemişti. Daha önce vâkî olmayan bir durumdu.

Çanakkale Savaşlarını anlatan yazılardı okuduklarım. Başımı kaldırdığımda babamın yüzünde bir çocuğun bile kolayca anlayabileceği belirgin asil bir hüzünle karşılaştım. Ne olduğunu anlayamamıştım, neden olduğunu da… Fakat ben de o hüzün girdabına kapılmıştım. Gazete elimde ne yapacağımı bilemez bir hâldeydim.

Hâlbuki benim babam ne kadar müşfik olsa da kaya gibi adamdı, sertti. Bir tek, eski ahşap evimizin geniş pervazlı penceresinin önünde Kur’ân okurken titrerdi sesi. Bunun dışında omuzlarına pardösüsünü vermek için ayak parmaklarımın ucuna basmak zorunda olduğum mutlu anlarımın dağ gibi adamıydı.

Demek ki o zamana kadar yüzünde hiç hüzün görmemişim ki, o gün belirginliği hâlâ zihnimde çakılı bir çivi gibi durur.

Bir de;

“İki büyük amcam da Çanakkale’ye gitti ve dönmedi oğlum. Orada şehid oldular.” sözlerini hiç unutamam o güzel günden.

Sonrasında Çanakkale’de şehid vermiş bir ailenin ferdi olmakla hep iftihar ettim.

Yine dâsitânî bir Mart ayındayız. Yine o dönem yaşananları biraz hüzün biraz da iftiharla yâd edeceğiz. Kahramanlıklarımızı okuyacağız gazetelerden, dergilerden ve izleyeceğiz televizyonlardan, internetten vs.

Eminim benim yaşadığımın benzeri hisleri yaşayan nice vatan evlâdı da belki farkına vararak belki de varmayarak hafif göğsünü dışarı çıkaracak;

“Bizim ailemizden de şu kadar şehid var Çanakkale’de.” derken. Çünkü bugünkü Türkiye sınırları içerisinde şehid düşmemiş bir il yok neredeyse o dönemde.

Kafkas cephesi, Sînâ ve Filistin cephesi, Irak cephesi, Hicaz-Yemen cephesi ve Çanakkale cephesi. Hangi sınırımıza gitseniz farklı bir yangın yeriydi o dönem tabiî ki.

Birinci Dünya Savaşı’nın cephelerine baktığımızda bugün sadece Çanakkale cephesinin evimizin içinde kaldığı görürüz. Diğer bütün cephelerin bugünkü ülke sınırlarımız dışında olduğunu görüyoruz.

Bundan tam yüz yıl önceki şartlara gitsek, Birinci Dünya Savaşı’nın en kızgın olduğu zamanlara ve Konyalı, İstanbullu, Adanalı, Erzurumlu, İzmirli, Aydınlı, Karslı, Vanlı, Artvinli, Antepli, Urfalı vs. bugün ülkemizin illeri içinde bulunan 81 ilimizin her birinden bir delikanlı, orta yaşlı veya ihtiyar karşımıza kim gelirse gelsin kadın-erkek fark etmez onlara sorsak; Hicaz neresi, Suriye neresi, Lübnan neresi, Filistin neresi, Yemen neresi, Mısır neresi, Trablusgarp (Libya) neresi veya batıya gidersek Yunanistan neresi, Bulgaristan neresi, Kırım neresi, Makedonya neresi, Arnavutluk neresi vs. diye, alacağımız tek bir cevap olurdu:

“VATAN TOPRAĞI!”

Ya da bu yukarıda bahsettiğimiz ülkelerde yaşayan insanlara sorsaydık bu soruyu tersinden. Yani bir Filistinliye, Yemenliye, Arnavutluk vatandaşına, Atina’da doğmuş büyümüş bir gence, Bosna’nın dağlarında kaval çalan bir çobana, Süveyş Kanalı’nda balık avlayan bir balıkçıya; İstanbul neresi, Konya neresi, Diyarbakır neresi, Bursa neresi vs. diye. Yine alacağımız tek bir cevap olurdu:

“VATAN TOPRAĞI!”

Ya bugün? Bugün ülkemizin şehirlerini dolaşsak ve sorsak:

Yemen nerede diye veya Arnavutluk neresi?

Trablusgarp diye bir yer vardı biliyor musun veya Batum senin için ne ifade eder?

Bağdat deyince yüreğin kanıyor mu veya Halep deyince kanın yanıyor mu?

Ne olurdu acaba cevaplar?

Daha düne kadar diyebileceğimiz yakınlıkta «vatan toprağı» olarak gördüğümüz yerlerin, bugün haritada yerini bulmakta zorlanır mıyız yoksa? Bilmemek mes’ûliyetimizi üzerimizden kaldırır mı acaba?

Sadece yüz yıl önceki sınırlarımızdan bahsediyoruz. Biraz daha geriye gitsek 60 kadar ülkeden vize almak lâzım gelir, bugün için eski topraklarımızı gezmek istesek.

Asıl bir de yürek coğrafyamızın sınırları var. Kalben bir olduğumuz kardeşlerimiz. Irk, renk, dil vs. bütün ayırt edici ve ötekileştirici vasıfları «ümmet» potasında eritip sağlam birliktelikler inşa etmek için kendine münhasır hususiyetlerle asr-ı saâdet zamanının Mekke’sini, Medine’sini inşa etme gayretinde olanların coğrafyası.

Hazret-i Peygamber’in ifadesi ile «ümmet hânesinin tuğlaları» (Riyâzu’s-Sâlihîn, I/220) olan inanç birliğinde buluşan hem kendisi hem de kendi dışındaki dünyanın refahı ve felâhı için uğraşan fertler veya toplumların mayasıdır yürek coğrafyası.

Dünya üzerindeki her kara parçasına uzanabilen yapıcı ve birlik şuuru oluşturan tutkal gibi bir reflekstir yürek coğrafyamız.

Dün; Suriye’den, Filistin’den, Lübnan’dan, Irak’tan, Kosova’dan, Yunanistan’dan, Makedonya’dan, Arnavutluk’tan, Bulgaristan’dan ve diğer ülke ve şehirlerden şehâdet için Çanakkale’ye koşturan ruhtur yürek coğrafyamız.

Bizim coğrafyamız diyeceğimiz yürek coğrafyamız…

Maddî sınırlar, coğrafyalar değişime mütemâyildir her zaman. Tarih ve coğrafya, ihtirassız fakat şevk ve arzu dolu gönüllerin ilim ve irfan kandilleri ile tenevvür eden nice kahraman fertlerin, milletlerin gayretleri istikametinde şekillenmiştir her zaman.

Velhâsıl; elbette her kayıp hüzün verecektir, fakat yeri doldurulabilecek kayıpların ardından yapılan feryat figan ancak ve ancak azmi kırar, şevki öldürür. Mücadelenin kaybedildiği noktadır o nokta. Kendine güvenini kaybedene de kimse güvenmez. İşte o zaman maddî sınırlar değil mânevî sınırlar kayıp dairesine girmiş demek olur ki, o kaybın dönülesi bir noktası yoktur. Sonu hüsrandır, zevaldir.

Yani, inanç birliği ile oluşturulan yürek coğrafyamızın sınır cephelerini; her daim mukavemet, inanç ve ihlâsla korumak zorundayız.

Asıl elde tutmamız gereken cephe yürek coğrafyamızın sınır cephesidir.