Çarpıtılan Bir Menkıbe

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

İlâhiyatçı (!) Abdülaziz BAYINDIR, dînimizin köklü hakikatlerini reddeden, sık sık uç görüşleriyle ekranlarda dînî çekişmelerle gündeme gelen bir kişi… Kendisinin doksanlı yıllardan beri tasavvuf ve mâneviyat yollarına mûteriz ve muhalif olduğu da bilinmekte…

Yedi-sekiz ay kadar önce, kendi merkezlerinde videoya alınan ve internete yüklenen bir programda, Abdülaziz BAYINDIR; Muhterem Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi’nin Bir Testi Su adlı kitabında yer alan Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin bir menkıbesi üzerine Şâh-ı Nakşibend, Hazret-i Mevlânâ ve Said Nursî Hazretleri’ne kadar uzanan sataşmalarda bulunuyor.

İktibas edilip tenkit edilen cümleler şunlar:

Şâh-ı Nakşibend anlatıyor:

“Bundan sonra (Üstâdım Emir Külâl Hazretleri) bana kendi köpeklerine sadâkatle, saygı ile bakmamı ve onlardan yardım istememi emretti. Şöyle buyurdu:

«–O köpeklerden birinin hizmetini yaparken, büyük bir saâdet duyacaksın.»”

Yine o günlerden biri idi. (…) Yolda öyle bir hayvan gördüm ki, (…) mânevî bir hazza dalmıştı. Bana ondan büyük bir vecd hâli geldi ve kendi kendime şöyle dedim:

“–Bundan şefaat isteyeyim. Şu anda bu mübârek hayvan şefaat makamındadır.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, 545-547)

Bayındır; burada hayvandan yardım isteme, mahlûkātın şefaati noktalarını öne çıkararak tenkitler ileri sürmektedir.

Mevzuyu bağlı olduğu noktadan koparmak, Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin sözlerinin yanlış anlaşılmasına zemin oluşturmaktadır. Mevzunun irtibat noktası; «hiçlik»tir. «Hizmet ve tevâzu» yoluyla hiçlik tâliminin yapılmasıdır. Allâh’ın rızâsına giden yolun çok küçük bir şeyde de olabileceğinin idrâk edilmesi ve benlik engelinin bertaraf edilmesidir.

Tasavvuf tarihinde bunun birçok misâli vardır. Kadı ve müderris seviyesinde insanların; mürşidlerinin emriyle, tuvalet temizlemesi, ciğer satması vb. tâlimler, tasavvufî irşad metotları içindedir.

Bayındır videoda;

“Hiç insan köpeğin hizmetini yapar mı?” demektedir. Bu suâli, soranın gönül dünyasına havale etmekten başka çare yoktur. Veteriner, seyis vb. birçok vazife bir tarafa, u Efendimiz’in; mahlûkāta şefkat telkinleri, Ebû Hüreyre t gibi zâtların mahlûkāta şefkat ve merhametlerini anlamayan bir gönle ne söylenebilir?

Şâh-ı Nakşibend de; mâneviyat yolunda eriştiği hâlleri, mütevâzıâne şekilde hizmete borçlu olduğunu ifade etmektedir. Yoksa mevzu; hayvanlardan istimdâd edilebileceği, onlardan şefaat aranacağı değildir.

Orada üstâdının emrine ittibâ etmek, benliğini yenmek ve tevâzu ile Allâh’ın yarattığı mahlûkāta şefkat nazarıyla bakmakla aldığı mesafeyi, kendisini takip eden talebelerine örnek almaları için aktarmaktadır.

Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır!

diyen ve sarı çiçekle sohbet eden Yûnus Emre Hazretleri de aynı hakikati seslendirmektedir.

Karınca vadisinden geçerken, durup karınca reisiyle konuşan, onun;

“Süleyman ve ordusu sizi fark etmez bile!” şeklindeki göndermesine tebessüm eden ve tevâzu ile Allâh’a duâ eden Hazret-i Süleyman da bu hakikatin bir şahididir. Kur’ân-ı Kerim’de yer alan bu kıssa medeniyetimizde ve edebiyatımızda da «Süleyman ve Karınca» şeklinde mazmunlaşmıştır.

Yine bir başka Süleyman’ın, Kanunî’nin; meyve ağaçlarına zarar veren karıncaları telef için fetvâ alamaması hâdisesi, manzum bir nükte olarak meşhurdur.

Anlaşılacağı üzere bu tecrübeler ve kıssalardaki mahlûkat; insandaki yaratılmışa muhabbet, onları hor ve hakir görmemek bakımından bir remizdir.

Yine bir köpeğin karşısında;

“Hangimizin daha hayırlı olduğu yarın mahşerde belli olacak.” diyebilen bir Hak dostunun gönül dünyasını, bu seviyeye sahip olamayan insanlar anlamayabilir.

Fakat bu anlayış da Kur’ânîdir. Çünkü Kur’ân, Tîn Sûresi’nde; insanın «ahsen-i takvîm»den «esfel-i sâfilîn»e yuvarlandığını ve bu âkıbetten ancak, îmân edip sâlih ameller işleyenlerin kurtulabileceğini bildirir. Bu îmânın makbul, bu ibâdetlerin hâlis olup olmadığı da âhirette belli olacaktır.

Yine ilmiyle âmil olmayan, okuduğu ve okuttuğu kitapların mâneviyatından mahrum âlimler de Cuma Sûresi’nde; «sırtında kitaplar yüklü merkepler»e benzetilmiştir. Yine hidâyetten kaçan müşrikler, aslandan kaçan merkeplere benzetilir.

Yani mahlûkat; insanlar için bir misal ve mîzandır.

Âyet ve hadislerde görürüz:

Mü’min, hizmetiyle ve nezâhetiyle arı gibidir. Yaprağını dökmeyen bereketli hurma ağacı gibidir. Musîbetler karşısında boynunu bükmesi, başak gibidir. Güzel kokulu portakal gibidir. Tatlı hurma gibidir.

Kâfir ise çürük yapısıyla örümcek gibidir. Eğilmeyen ve kırılan çam ağacı gibidir. Ebû Cehil karpuzu gibidir.

İnsanların ahlâkî vasıflarını anlamakta da hayvanlar mühim bir misaldir. (Bu hususta Mevlânâ’dan misallerle bir makale için bkz. Osman Nûri TOPBAŞ, Sır ve Hikmet İncileri 1, s. 119)

HAYVANLARIN ZİKRİ İŞİTİLEBİLİR Mİ?

Canlı ve cansız her varlığın Allah Teâlâ’yı tesbih ettikleri, O’na secde ettikleri âyet-i kerîmelerde bildirilmiştir. Sadece bir misal:

“Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kuşların Allâh’ı tesbih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi duâsını ve tesbihini (öğrenmiş) bilmiştir. Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir.” (en-Nûr, 41)

Mahlûkātın insanlara duâ ettiklerinin bir misâlini ise şu hadîs-i şerifte görmekteyiz:

“Şüphesiz ki Allah, melekleri, gök ve yer ehli, hattâ yuvasındaki karınca ve balıklar bile insanlara hayrı öğretenlere duâ ederler.” (Tirmizî, İlim, 19)

Hazret-i Dâvud ile dağların zikrettiği, kuşlar ve rüzgârların ise Hazret-i Süleyman’ın hizmetinde oldukları Kur’ân’da ifade edilen hakikatlerdir.

Sâlih u’in devesi, Uzeyr u’ın merkebi, Musa u’ın kestirdiği sığır da; üzerlerinde mûcize tahakkuk etmiş mahlûkāta diğer misallerdir. Yine Ashâb-ı Kehf’in köpeği, Kur’ânî bir ifade bulmuş, insanların mazhar olduğu 309 senelik uyutulma hakikati onun için de gerçekleşmiştir. Ebrehe ordusundaki filin, Kâbe yönüne gitmemesi, bu ordunun Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği bölük bölük kuşlar tarafından hezimete uğratılması da malûmdur.

Peygamber Efendimiz’in devesi hicrette mescidin yapılacağı yere oturmuş ve Hudeybiye yolunda ilerlemeyip duraklamış ve Peygamberimiz bu durumu; “Onu Allah durdurmuştur.” diye ifade etmiştir.

Demek ki cemâdat, hayvanat demeden bütün varlıkta ilâhî tecellîler yaşanabilir. Fakat insanlar bunları işitebilir, görebilir mi? Bununla alâkalı da elimizde rivâyetler çoktur:

Sahâbeden Abdullah bin Mes’ûd t, suffedeki nebevî terbiye neticesinde lokmaların tesbihini işitir hâle geldiklerini ifade etmiştir. (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25)

Bir başka sahâbî, Üseyd bin Hudayr t tilâvet ettiği Kur’ân vesilesiyle bulut şeklinde inen sekînetten, atının tesir alışını bir başka sahih hadiste anlatır.

Dolayısıyla, mâneviyat yolunda mesafe kat eden Şâh-ı Nakşibend’in de, mahlûkātın zikir ve tesbihini işitmiş olmasında taaccüp edilecek bir şey yoktur!

YARDIM İSTEMEK

Elbette bir mü’min sadece Allah’tan yardım ister. Bu mutlak mânâdadır.

Fakat vesilelere sarılmak, vesileden yardım istemek değildir. Doktora giden kişi, Allâh’ı bırakıp da kuldan şifâ istemez. Yine çalışıp rızkını kazanmaya çalışan, neticede geçimi için insanlardan yardım isteyen kişi de, Allâh’ı bırakıp rızkı kullardan istemekle suçlanamaz.

Önemli olan Allâh’ın Fâil-i Mutlak olduğunu unutmamaktır. Şirk koşmamaktır. Neticeyi Allah’tan beklemek, fakat gayret etmektir.

Bu menkıbedeki «yardım isteme» ifadesi de vasıta mânâsındadır. Cenâb-ı Hak’tan yardım istemeye bir fırsat ve zemin oluşması mânâsındadır.

Nitekim;

“Sabır ve namazla yardım isteyiniz.” emri, Fâtiha’daki ile aynı kelime ile beraber âyet-i kerîmelerde geçmektedir. (el-Bakara, 45, 153) Bunlar yani namaz ve sabır (tefsirlerde oruç) özü itibarıyla ameldir ve şahsın kendisine aittir. Yani kişi, kendisinden sâdır olan bir amelden yardım istemektedir, onun vasıtasıyla Allah’tan yardım istemektedir.

Tasavvufta «istiğâse, istiâne, tevessül, teberrük» gibi başlıklar altında ele alınan bu hususun da birçok delilleri vardır.

Sahih olduğu bilinen bir hadîs-i şerifte, ömrü kötülüklerle geçmiş bir insanın, bir köpeğe su vermekle cennetlik olduğu ifade olunur. (Buhârî, Şürb, 9; Müslim, Selâm, 153)

Neticede bir köpeğe gösterilen merhamet vesilesiyle, o hayvancağızın, Hâlık’ına, Rezzâk’ına içten bir yalvarışı, günahkâr bir insanın necâtına vesile olabilir.

Yani aslında, yardım Allah’tan istenmektedir. Fakat buna hiçlik duygularıyla köpeklerin bakımını üstlenmek şeklindeki «sâlih amel» vasıta kılınmaktadır. Cenâb-ı Hak çok merhametli olup, merhamet edenleri sever. Kibriyâ sıfatı Zâtına mahsus olup, kibirlenenleri sevmez, dolayısıyla mütevâzı kullarını sever ve onlara merhamet eder. Onları, şefkat ve merhametli davranışları vesilesiyle affeder.

Amelle şefaat, günümüz selefîlerinin dahî reddedemediği bir husustur. Çünkü, hadiste anlatılan mağarada kalan üç kişinin amelleriyle tevessül ederek kurtulmaları / ashâb-ı rakîm gibi birçok sahih delili vardır. (Buhârî, Büyû` 98; Müslim, Zikir 100)

ŞEFAAT NE DEMEK?

Videoda Bayındır;

“Şefaat edecek varlığın, şefaat için başvurduğu varlıktan daha kuvvetli olması gerektiği” gibi anlaşılmaz bir söz sarf etmektedir. Yani köpek, şefaat edebilmek için Allah’tan daha güçlü olmalıymış!

Bu tuhaf ifade, Bayındır’ın şefaati başka şeylerle karıştırdığını akla getirmektedir. Daha evvel, bu kişinin;

“Kulların kiminle evleneceğini Cenâb-ı Hak bilir mi?” suâlinin cevabında da tenâkuzlara düştüğü; kader, ilm-i ilâhî ve kudret-i ilâhiyye hususlarında da kafa karışıklığı yaşadığı ve anlatım güçlüğü çektiği kamuoyunun malûmudur.

Şefaat; aracılık etmek, yani hüküm sahibinden ricacı olmaktır. Şefaat için başvurduğu makam nezdinde, şefaatçinin bir hatırı, bir sevgisi bulunur. Fakat bu hatır, kuvvet değildir. Hele hüküm sahibinin üzerinde bir kuvvet hiç değildir.

Şefaatin ne olduğunun anlaşılması için, dünyadan ve insanlar arasından bir misal verelim:

Kureyşli asil bir kadın, hırsızlık yapmış ve şer‘î cezaya çarptırılmıştı. Bu cezanın tatbik edilmemesi için, birileri Peygamberimiz’e Üsâme bin Zeyd -radıyallâhu anhümâ-’yı gönderdiler. Çünkü Peygamberimiz’in Üsâme ve babasını çok sevdiğini biliyorlardı. Hulâsa edersek, Peygamberimiz, bu aracılığa çok kızdı ve;

“–Allâh’ın koyduğu cezalardan birinin tatbik edilmemesi için aracılık mı yapıyorsun?!.” dedi.

Yani şefaatçi olan Üsâme -radıyallâhu anh-, hâşâ Efendimiz’den kuvvetli, güçlü, O’na söz geçirecek bir konumda değildi. Sadece O’nun nezdindeki hatır ve sevgisini kullanarak ricacı olmaktaydı. Neticede Efendimiz de bu aracılığı, bu şefaati reddetti. Cezayı uyguladı. (Buhârî, Megâzî, 53; Nesâî, Kat‘u’s-Sârik, 6, VIII, 72-74)

Kur’ân-ı Kerim’de mahşerdeki şefaati, Allâh’ın meşîetine bağlayan çok sayıda âyet-i kerîme vardır.

“Allâh’ı bırakıp da taptıkları putlar, şefaat edemezler. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır.” (ez-Zuhruf, 86)

Geçtiğimiz sayıda Hak Terazisi -2- başlıklı yazıda bu hususta tafsilâtlı bilgi verilmiştir.

EVLİYÂ TÂRİZİ

Programda A‘râf Sûresi 3. âyet-i kerîme de okunmuştur:

“Rabbiniz’den size indirilene (Kur’ân’a) uyun. O’nu bırakıp da başka dostların peşlerinden gitmeyin…”

Burada «başka dostlar»ın, tasavvuftaki evliyâlar olduğu şeklinde 180 derecelik bir çarpıtma yapılmaktadır.

Hâlbuki buradaki dostların mânâsı müfessirler tarafından; Allah’tan gayrı ibâdet edilen ve Allâh’ın emirlerine rağmen, itaat edilen putlar, şeytanlar, cinler, kâhinler olarak tefsir edilmiştir. (Taberî, İbn-i Kesîr, Begavî vb.)

Bu âyeti mutlak olarak anlamaya çalışmak, yani Allah’tan başka hiçbir dost edinmemek; herhangi bir arkadaşlığı bile haram hâle getirir. Kastedilenin Kur’ân ve Sünnet’e zıt ve aykırı dostluklar ve ittibâlar olduğu açıktır.

Yardım isteme hususunda olduğu gibi, dost edinme noktasında da ölçü; bu dostluğun, bu ittibâın Allâh’ın emri ve izni dâhilinde, mutlak hâkimin O olduğu idrâki içinde kalmasıdır.

Neticede;

Abdülaziz BAYINDIR da, kendisine kulak verenlerin dostudur. Akîde ve ibâdet hayatını, onun anlattığı şekilde şekillendirenler, ona tâbî olmaktadırlar. Bu âyet, sadece takvâ üzerine yaşayan bir mürşide bağlananları değil, herkesi alâkadar etmektedir! Kur’ân ve Sünnet; ehl-i tasavvuf olsun veya olmasın her mü’min için, herkes için mîyardır.

Bu hususlarda tafsilâtlı malûmat için muhterem müellif Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi’nin «İslam’dan İhsâna Tasavvuf» vb. eserlerine müracaat edilebilir.

HULÂSA EDERSEK;

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri ilâhî tecellîler ve kudret akışlarını müşâhededen ilâhî takdir kadar nasiplenmiş bir Hak dostudur. Emir Külâl Hazretleri; talebesi Bahâüddin Nakşibend Hazretleri’nin, küçük görülen hayvanlarda bir tecellîyi seyretmesini arzu etmiştir. Bu hârika tecellî karşısında Şâh-ı Nakşibend Hazretleri bir vecd ve istiğrak hâli yaşamıştır. Hayvandaki bu kurbiyet hâlini müşâhede etmiş, bu tecellî onu kendi acziyetine sevk etmiş, hayranlığını ifade etmiştir. Bu mahviyet hâlindeki hizmetiyle, yani bu sâlih amelleriyle Allah’tan yardım istemiş ve birtakım tecellîlere nâil olmuştur.

Bu esnada, kerâmet kabîlinden olmak üzere; bu mahlûkātın zikrine ve Cenâb-ı Hakk’a niyazlarına şahit olmuş, bu hâli; mahviyet içinde, hiçliğin zirvesinde Rabbine yalvarmaya bir vesile addetmiştir.

Bu kıssa el-Hadâiku’l-Verdiyye adlı Nakşibendî yolunun menkıbelerini câmi eserde yer aldığı gibi, Necip Fazıl merhumun sadeleştirdiği, Safiyyüddin Hazretleri’nin Reşahat adlı eserinde de bulunmaktadır.

Muhterem Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi’nin, tasavvufta şer‘î istikamete riâyet etmeye gösterdiği ihtimam, herkesin malûmudur.

Muhterem müellif; başta Fahr-i Kâinât Efendimiz olmak üzere, ashab ve evliyâullah hazerâtının hayatlarından, mahlûkāta şefkat ile muamele misallerine sohbetlerinde ve eserlerinde çok yer vermekte böylece talebe ve sevenlerine; «Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkāta bakış» hissiyâtını aşılamaya büyük ehemmiyet atfetmektedir.

Böylece İslâm âlemine yöneltilen şiddet iftiralarını da, bu rahmet ve merhamet mesajlarıyla reddetmeye büyük gayret sarf etmektedir. Yani; kedi, köpek veya karıncadan bahsederken asıl mesaj insanadır. Zarif, nâzik bir kalbin, rakik bir gönlün ehemmiyetinin ortaya konmasına dairdir.

Bu hususta Yüzakı Yayınlarından neşredilen «Bizim Medeniyetimiz» adlı eserde, mahlûkāta şefkatin birçok misâli cem edilmiştir.

Sadece tasavvufa değil, fıkıh birikimine, mezheplere, hadislere ve içtihatlara, hemen hemen bütün İslâmî mîrâsa dil uzatan Abdülaziz BAYINDIR’ı, insaf ve iz‘âna davet etmek bizim vazifemiz.

Bu talihsiz beyanlarından rücû edip, adını andığı zâtlardan özür dilemesi de, bir mü’min olarak onun boynunun borcudur.