ASHÂB-I DARVAN

YAZAR : Sami GÖKSÜN

Bazen kısacık bir kıssa, uzun uzun nice vaaz ve nasihatlerin anlatamadığını anlatır. Bu hikmetle, Kur’ân-ı Kerîm’in mühim bir kısmını kıssalar teşkil etmiştir. Kalem Sûresi’nin 17 ilâ 35. âyetleri arasında, yüce Mevlâmız, ibret-i âlem için şu hâdiseyi anlatmaktadır:

Sakif kabîlesinden zengin bir zâtın; San‘a yakınlarında, içinde her türlü meyve ağacının bulunduğu, her yemişin, her sebzenin, her hubûbat cinsinin yetiştiği bir bahçesi vardı. Bu zât-ı muhterem; Allah Teâlâ’ya, verdiği nimetlerinden dolayı devamlı bir şükür hâlindeydi. Bu insan, kendini bu bahçenin bir emânetçisi gibi kabul ederdi. Zekâtını, öşrünü geniş bir şekilde verir, infâkını bol bol yapardı. Beldenin bütün fakirlerine ilân ederdi:

“Bu bahçe bizim ve sizindir. Buranın geçici mülkiyeti, yani bekçiliği ve hizmeti her ne kadar bize ait olsa da, onun kullanım hakkı, ondan istifade etme işi hepimize aittir. Turfanda zamanı geldiğinde evinizin ihtiyaçlarını toplar götürür, çocuk çoluğunuzu sevindirirsiniz. Hasat zamanı gelince de kışlık ihtiyacınızı toplarsınız. Sakın ha çekinmeyin!”

Fakir-fukarâ faydalandıkça da bahçenin hâsılatı bereketlenerek dolar taşardı. Nimetlerin gerçek sahibi olan Cenâb-ı Hak; mânevî hazinelerinden buraya mânevî bir kanal açmış, nimetlerini bolca bu bahçeye akıtmıştı. Çünkü Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’inde;

“Nimetlerime şükrederseniz, Ben de size daha ziyadesini veririm.” (İbrâhim, 7) buyuruyordu. O zengin insan şunu da biliyordu ki, şükretmek sadece;

“Yâ Rabbi şükür!” demek değildi. İnfak etmek, paylaşmak, cömertlik etmek de şükürdü.

Bu zengini herkes seviyordu. Herkes ona duâ ediyordu. Bu sebeple o insanın bütün hayatı saâdet içerisinde geçiyordu.

Bu güzel insan günün birinde îmân-ı kâmil ile Rabbine kavuştu.

Babalarının vefat etmesiyle birlikte onun evlâtları toplandılar ve aralarında konuşup birtakım kararlar aldılar. Dediler ki:

“–Bizden önce babamız yanlış yapmıştır. Bahçemizin ürünlerini sağa-sola, fakire-fukarâya dağıtmıştır. Oysaki ailemiz kalabalık, malımız ise azdır. Fakirlere bir şey vermeyelim.”

Bunu söylerken hiç kimseyi istisnâ etmiyor, kesin bir dille konuşuyor, «İnşâallah, Allah dilerse» gibi kayıtlarda da bulunmuyorlardı. Gözlerini açgözlülük ve hırs bürümüştü. Bahçenin mahsullerini garanti görüyor, hiç kimseye bırakmadan, hepsine sahip olmak adına plânlar yapıyorlardı.

Anlaşıldı ki artık o güzel insanın evlâtları onun açtığı hizmet çığırını devam ettirmeyecekler, ona hayırlı bir evlât olamayacaklardı. Onlar dünyaya meyledecek, bir kısmı bahçenin sahibine kul olacak yerde belki bahçeye tapacak ve hak yoldan sapacaktı.

Bu cimrilik plânı üzerine Cenâb-ı Hak onlara bir belâ ile ders vermeyi murat etti. Onlar daha uykudayken Cenâb-ı Hakk’ın katından gönderilen kuşatıcı bir âfet (ateş) bahçeyi sarıverdi ve güzelim bahçe kapkara kesildi.

Beri tarafta ise onlar, sabah olurken;

“–Madem devşireceksiniz, haydi erkenden mahsulümüzün başına gidelim.” diye birbirlerine seslendiler. Bahçeye giderken de aralarında birbirleriyle şöyle fısıldaşıyorlardı:

“–Babamız fakir-fukarâyı kötü alıştırmıştır. Eğer bahçemizin hâsılatını herkesin gözü önünde toplar, getirmeye çalışırsak; fakirler etrafımızı sarar, bizimle çalışmış, kazanmış gibi malımıza ortak olurlar. Her birimiz çoluk çocuk sahibi insanlarız. Fukarâdan çok, kendi çoluk çocuğumuz geçim ister. Ne yapıp edip bu işi kimseye sezdirmeden yapmalıyız.”

Alınan bu karara, Kur’ân-ı Kerîm’in «ortancaları» diye ifade ettiği tek birisi karşı koydu ve şöyle dedi:

“Ey kardeşlerim, gelin etmeyin, babamızın yolundan ayrılmayın. Babam, Allah rızâsı için, bu bahçenin hâsılatını cömertçe dağıttıkça; bahçe dolar taşardı. Bahçeden alınan hâsılat, onun verim gücünü çok aşardı. Demek ki bu, Allâh’ın lutfu ile rahmet hazinelerinden verdiği bir berekettir. Bereket olmadıktan sonra insan ne kadar çok mal biriktirirse biriktirsin, bir kıymeti olmaz. Hemen elden avuçtan uçar gider.”

Bu, inandığını yaşayan, akıllı, firâsetli, basîretli kardeşleri; onların başlarına gelecek korkunç âfeti sanki fark etmişti. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın; «Cemal, Rahmân, Rezzâk ve Lâtîf» isimlerinin yanında «Celâl, Kahhâr, Zü’ntikām» isimleri de vardı. Bundan dolayı biliyordu ki, Allah -celle celâlühû-’nün gazabını celbedecek davranışlardan sakınılmalıydı.

Dünyalıkları kendilerini sarhoş etmiş olan diğer şımarık kardeşleri onu hiç dinlemek, anlamak istemediler. Oysaki ortanca kardeşleri, onların iyiliğini istiyordu. Artık onları durduramayacağını anlamıştı. Ama gene de onların peşini bırakmadı. Biraz sonra dayandıkları dünyaları arkalarından alınacak ve onlar dehşetle yıkılacaklardı. Bunun önüne artık geçilemezdi. Fakat;

“Acaba bundan derslerini alıp da, Allâh’a dönüp, tevbe eder, cennete bir köprü kurabilirler mi?” diye düşünüyordu.

Nihayet bahçenin kapısına kadar geldiler.

Eyvah! Bir de ne görsünler! Her taraf yanmış kapkara kesilmişti. Bu harabe, hiç onların mâmur bahçelerine benzemiyordu. O güzelim çiçekler, güller, o meyveler, sebzeler, o türlü hubûbattan eser kalmamıştı. Bahçenin ortasındaki sulardan hiçbir belirti görülmüyordu.

Bir müddet etrafa şaşkın şaşkın bakıştılar;

“–Galiba biz yolumuzu şaşırmış, başkalarının yerine gelmişiz, burası bizim bahçeye benzemiyor!” dediler. Fakat ortalık biraz daha aydınlanıp da daha dikkatli bir şekilde bakınca işi anladılar, beyinlerinden vurulmuşa döndüler.

Bundan sonra eyvahlar çekmeye ve sızlanmaya başladılar. Ortanca kardeş ise beklediğinin meydana geldiğini görmüş, Allâh’ın kudretine olan îmânı daha da artmıştı, kardeşlerine dönüp;

“–Ey kardeşlerim ben size demedim mi, Rabbinizi tesbih etmeniz gerekmez mi? diye söylemedim mi?” dedi.

Onlar bu dehşet manzara karşısında şaşırıp, şöyle dediler:

“–Rabbimizi tesbih ederiz, doğrusu biz (kendi kendimize) yazık etmişiz.”

Ardından, kabahati birbirlerine yüklemeye başladılar. Sonunda da şöyle dediler:

“–Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kimselermişiz.” Bu nedâmetin arkasından, bir mahcubiyet içerisinde, şöyle söylediler:

“–Belki Rabbimiz bize bunun yerine daha iyisini verir. Çünkü biz artık Rabbimizin hoşnutluğunu arzuluyoruz.”

Bu kıssayı bize anlatan Cenâb-ı Hak sonunda hükmünü özetle şöyle beyan buyurur:

Allah bazı azgınlık ve günahların karşılığını dünyada iken göstermektedir, bu çok hafif bir sıkıntıdır. Âhiret azabı daha büyüktür, en büyük cezadır!

Buna karşılık takvâ sahipleri için, cömertler için, kardeşlerinin kendisine zimmetli olduğunu bilen merhametli kullar için Rableri katında nimetleri bol cennetler vardır. (el-Kalem, 17-34)

Cenâb-ı Hak bu hâdiseyle insanlara hayatın bazı düsturlarını öğretmektedir. Şöyle ki:

• Mülkün sahibi Allah -celle celâlühû-’dür.

• Cenâb-ı Hak; malı, zenginliği dilediğine emânet eder. İnsan mülk üzerinde sadece emânetçidir.

• Zenginlik de fakirlik de bir imtihan vesilesidir.

• Cömertlik ve nimetlere şükür, nimetin artmasına bir vesile olur.

• Allâh’ın rızâsına muhâlif sergilenen davranışlar, gazab-ı ilâhîyi tahrik eder. Cimrilik, açgözlülük nimetin elden gitmesine sebep olur.

• “Önce can sonra canan!” diye hafifletmeye çalışarak, bencilliğe kılıf uydurmak doğru değildir. Zira insan kendini öne alırsa, bereket zâil olur.

• Dünyaya gösterilen hırs, er veya geç fakat daima boşa çıkar. İnsan uhrevî kıymetlere iştiyaklı olmalı, onlara gayret etmelidir. Darvan ehli de, hırs gösterdikleri dünya malının ellerinden gitmesiyle, ondan daha hayırlı olana, uhrevî nimetlere yönelmişlerdir.

• Hakkı tavsiye etmek, âkıbette hayır getirir. Başta tesiri olmuyor gibi görünse de, ortanca kardeş, sonunda kardeşlerinin tevbe etmelerine yardımcı olmuştur. Zalim kardeşe de zulmünden vazgeçirmek için yardımcı olmak gerekir.

• Güzel söz ve tebliğe tâbî olmak lâzımdır. Suça bahane aramak, başkalarını suçlamak hiçbir fayda vermez.

• Hata ve yanlışların farkına varır varmaz bir an evvel «nasuh» bir tevbeyle Hakk’a yönelmelidir.

Cenâb-ı Hak hepimize, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye istikametinde bir hayat nasip eylesin. Âmîn…