Hepimiz İçin İlâhî İmtihan: ENSAR OLMA VAKTİ

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Tarih göçlerle dolu.

Kimisi büyük âfetler, kıtlıklar, hastalıklar yüzünden.

Kimisi ağır zulümler ve inanç bakımından yaşanılmaz şartlar ve ortamlar yüzünden.

Kimisi de hunhar savaşlar ve katliamlar yüzünden.

Dün de öyle bugün de. Sayısız göç. Bu hususta;

Türkiye’miz, zarurî bir göç merkezi. Dağılan devâsâ Osmanlı mülkünden merkeze doğru iki yüz senedir devamlı bir hicret yaşanıyor. Çaresizliklerle dolu hicretler zinciri. Ecdâdımızın yetimlerinin hicreti. Hepsinin sebebi aynı:

Zulümler ve katliamlar. Ortamlarının yaşanması imkânsız hâle gelmesi.

İki yüz senedir merkez topraklarımızın ve bizlerin vazifesi;

Ecdâdımızın yetimleri olan kardeşlerimize gönül gönül ENSAR / samimî yardımcılar olmak.

Şimdilerde;

Özellikle Suriye’den gelen kardeşlerimize karşı noksan bakış açılarının da bertaraf edilmesi ve üzerimize düşen mes‘ûliyet ve vazifelerin îfâsı bakımında ensar olabilmeyi idrak, çok daha mühim. Bu idrak için;

En hakikatli tefekkür, İslâm tarihinin asr-ı saâdet döneminde gerçekleştirilen kardeşliği ve bunun tecellîlerini anlamaya bağlı.

Çünkü o devirde, âyet-i kerîmedeki;

“O;

• Zulme uğradıktan sonra;

• Allâh’ın rızâsı için,

• Hicret eden,

• Mü’minleri;

Biz;

• Dünyada güzel bir yere yerleştireceğiz.

• Âhiretin mükâfatı ise daha büyük!

(Gafiller de bunu);

• Bir bilseler…” (en-Nahl, 41)

beyanı düstur oldu.

Mekkeli muhâcirler, her şeylerini geride bırakarak Medine’ye hicret ettiler.

Orada;

“Şu kimseler ki;

• Îmân ettiler,

• Hicret ettiler,

• Allah yolunda cihâd ettiler,

• Muhâcirleri barındırıp onlara yardım ettiler…

İşte onlar;

• Gerçek mü’minler!

Onlara;

• Mağfiret ve

• Cömertçe verilmiş rızıklar vardır.” (el-Enfâl, 74) çerçevesinde fazîletler yaşandı.

Medineli ensar, Mekkeli muhâcirleri tarifsiz bir muhabbet ve muamele ile karşıladı.

Onları kendi evlerinde misafir etmek için can attı. Aralarında fedâkârlık yarışı başladı.

Bu durumdan son derece memnun olan Peygamber Efendimiz, muhâcirler ile ensârı kardeş yaptı. Her muhâcir aile, bir ensar ailenin yanına yerleştirildi. O vakte kadar tarihte görülmemiş müstesnâ ve emsalsiz bir kardeşlik tezâhürü gerçekleşiyordu. Ensar, her şeyini paylaşıyordu. Evini-barkını, bağını-bahçesini, nesi varsa ikiye bölerek diğer yarısını muhâcirlere arz ediyordu. Öyle ki;

Fedâkârlık ve keremin zirvesinde bulunan o mübârek ensar, Peygamber Efendimiz’e geldi ve şu talepte bulundu:

“‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Ehl-i hicret kardeşlerimizle aramızda, bizim hurmalıklarımızı da pay et!”

Efendimiz, uygun görmedi:

“‒Hayır, öyle olmaz!”

Bunun üzerine ensar, muhâcirlere teklif değiştirdi:

“‒Ağaçların bakımını ve sulamasını siz yaparsınız, mukabilinde mahsûlü bölüşürüz.”

Bunu, Efendimiz de muvâfık bulunca iki taraf da;

“‒İşittik ve itaat ettik!” dediler. (Buhârî, Hars, 5)

Aynen uyguladılar. Ancak ilk teklife paralel mânidar fedâkârlıklara da şahit olundu. Çünkü;

“Hurmalarını devşirdiklerinde ensar, onları ikiye bölerdi. Bir yana çok, bir yana az hurma koyarlardı. Ancak az olan tarafı (çok göstermek için) hurma dallarıyla beslerlerdi. Sonra muhâcirlere derlerdi ki:

«‒Bunların hangisini arzu ederseniz onu alın!»

Muhâcirler de (çok görünen tarafı ensâra bırakıp) az olan tarafı seçerlerdi. Tabiî, hurmanın çoğu (hiç haberleri olmaksızın) muhâcirlere düşmüş olurdu. Böylece ensar, az olanı kendilerine ayırmış olurlardı.” (Heysemî, X, 40)

Bu bambaşka bir kardeşlik hasleti ve hassâsiyetiydi.

Peygamber terbiyesinde yetişmenin bereketi olarak ensar, kendi ihtiyacı olsa bile canından koparıp karşısındakine ikram ediyordu.

Bir defasında;

Açlıktan zayıf düşmüş bir kimse, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelmişti. Yardım istedi. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz sordu:

“‒Kim bu kardeşinizi misafir etmek ister?”

Ensardan Ebû Talha -radıyallâhu anh-;

“‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben misafir ederim.” dedi ve o fakiri aldı, evine götürdü. Hanımına sordu:

“‒Allah Rasûlü’nün misafirini ağırlayacağız. Yiyecek nâmına bir şey var mı evde?”

“‒Yok. Ancak çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var.”

“‒O hâlde sen çocukları oyalayıver. Şayet sofraya oturmak isterler ise, onları uyut. Misafir geldiğinde de bir bahane bulup lâmbayı karart. Biz de sofrada yiyormuş gibi yapalım.”

Öyle yaptılar. Misafir doydu, onlar aç yattı.

O sabah Ebû Talha’ya Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

“‒Allah Teâlâ, bu gece misafirinize yaptıklarınızdan râzı oldu.” (Buhârî, Tefsîr, 59/6; Müslim, Eşribe, 172-173)

Bu râzı oluşu Cenâb-ı Hak, şu âyet-i kerîme ile de beyan etti:

“Şu kimseler ki;

• Daha önceden Medine’yi yurt edinmişler,

• Îmânı, gönüllerine yerleştirmişlerdir,

Onlar;

• Kendilerine göç edip gelenleri,

• Severler,

• O muhâcirlere verilenlerden dolayı

• İçlerinde bir rahatsızlık hissetmezler.

• Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile,

• Onları kendi nefislerine tercih ederler.

(Zaten) kim;

• Nefsinin cimriliğinden ve hırsından

• Korunursa,

• İşte onlardır, kurtuluşa erenler!” (el-Haşr, 9)

Hayatı, bu ilâhî tariflere ve mazhariyetlere göre tanzim ve tatbik, ensârın her zaman tabiat-i asliyesi hâlinde idi.

Peygamber Efendimiz, onların bu hâlini ayrıca tebcîl ve takdir buyurdu:

“Sizler; görüyorum ki, Allah yolunda muharebeye ve yoksullara yardım etmeye davet edildiğiniz vakit çoğalıyor, topluluklar hâlinde koşuyorsunuz. Fakat size dünyalık verilmek için davet edildiğinizde ise azalıyor, kanaati seçiyorsunuz.” (Ali el-Müttakî, XIV, 66)

Onlar hakkında muhâcirler de dediler ki:

“‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz yanlarına göç ettiğimiz bu insanlar kadar eli açık ve hayr ehli kimseler görmedik. İmkânı fazla olanlar bolca cömertlik yapıyor, az olanlar ise fedâkârlıkta bulunarak yardım ediyor. Geçim sıkıntılarımızın tamamını giderdiler. Mallarına bizleri ortak yaptılar. Vâkıa, bütün ecir ve sevabı onlar kazanacak!”

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu:

“‒Hayır, siz de (o sevaba erişirsiniz. Tabiî,) onlar için Allâh’a duâ ettiğiniz ve yaptıklarından ötürü onları senâ ettiğiniz müddetçe…” (Tirmizî, Kıyâmet, 44/2487)

Yine buyurdu:

“(Fakat şunu da bilesiniz ki) muhâcirler, insanlardan yetmiş sene evvel cennete girip onun nimetlerinden istifade edeceklerdir. Hâlbuki insanlar, hesap vermek için bekletileceklerdir.” (Heysemî, X, 15)

Zira Cenâb-ı Hakk’ın ifadesiyle;

“Onlar;

• Hicret ettiler,

• Yurtlarından çıkarıldılar,

• Ben’im yolumda eziyete uğradılar,

• Çarpıştılar,

• Öldürüldüler…

Ben de, elbette;

• Onların günahlarını,

• Mutlaka örteceğim.

Onları;

• Altlarından ırmaklar akan,

• Cennetlere koyacağım.” (Âl-i İmrân, 195)

Çünkü muhâcirler, herhangi bir dünyalık kaygı ile hicret etmedi.

Onların hicreti;

Sadece rızâen lillâhtı. Dîni yaşayabilmek içindi. Cenâb-ı Hakk’ın emrine itaatti. Onlar; hicretten önce, öz memleketlerinde onca işkencelere, tazyiklere, eziyetlere ve zulümlere de yine aynı gaye etrafında sabretmişler ve îmanlarında sebatkârlık göstermişlerdi.

Bu bakımdan;

Durumlarına göre yardım edilme bahsinde, her zaman öncelikli oldular. Hicret sebebiyle; her şeylerinden mahrum kaldıkları için, onlar daima gözetildiler. Cenâb-ı Hak, ganîmetlerden de onlara diğerlerinden biraz daha fazla pay ayırmayı ferman etti:

“Bu ganîmet mallarında, bilhassa;

• Yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış,

• Allâh’ın lütuf ve rızâsını isteyen,

• Allâh(ın dînine) ve Rasûlü’ne yardım eden,

• Fakir muhâcirlerin hakkı vardır.

İşte;

• Samimî olanlar, onlardır!” (el-Haşr, 8)

Bu âyetin talimatına da riâyette yine ensar, müstesnâ bir kıvamda gayret ehliydi.

Bahreyn arazisi, kısım kısım ayrılıp ashâba pay edilecekti. Peygamber Efendimiz, önce ensârı çağırmıştı. Onlar ise haklarından vazgeçerek dediler ki:

«‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Bunun bir mislini muhâcir kardeşlerimize fazlasıyla pay etmeden bizlere bir şey vermeyiniz!» (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 8)

Muhteşem tablo, fedâkârlığın bile hayran olduğu bir kardeşliğin tezâhürüydü.

Bir kardeşlik ki;

Diğer kardeşlerini kendilerinden önce tercih ile vasıflı ve fazîletli. Gerçek mükâfatı ancak âhirette verilebilecek kadar büyük ve değerli. Karşılığı; dünyada gerçekleşemeyeceği için, onların fazîletlerine mukabil, Hazret-i Peygamber’in beyanı şu oldu:

«‒Ey ensar! Kevser havuzunda bana kavuşuncaya kadar sabrediniz!” (bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 8)

Ayrıca Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün ashâbına şu tembihatta bulundu:

“Sizlere ensâra iyi muamele etmenizi tavsiye ederim. Onlar benim cemaatim, sırdaşlarım ve eminlerimdir. Üzerlerine düşen vazifeleri hakkıyla yapmışlardır. Hizmetlerinin karşılığı ise henüz tam olarak ödenmemiştir. (Âhirette fazlasıyla ödenecektir.) Bu sebeple onların iyilerine iyilikle muamele edin, kötülük yapanlarını da affedin.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 11)

Bir de şöyle buyurdu:

“Kim Allâh’a ve âhirete inanıyorsa, ensâra buğzetmesin!” (Tirmizî, Menâkıb, 25/3906)

Bir de şöyle buyurdu:

“Onları ancak mü’minler sever ve onlardan ancak münafık olanlar nefret eder. Ensârı seveni Allah da sever, onlara buğzedene Allah da buğzeder.” (Tirmizî, Menâkıb, 25/3900)

Bir de şöyle buyurdu:

“Eğer hicret olmasaydı ben, ensardan biri olurdum.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 2)

Çünkü ensar;

Kardeşlikte üzerlerine düşen yardım vazifesini en üst seviyede gerçekleştiriyordu.

Zaten muhâcir ile ensar arasında kurulan kardeşliğin özü de yardımlaşmaktı. Gerek maddî, gerek mânevî her bakımdan birbirlerine destek olmaktı.

Müslümanların takvim başlangıcı olan muazzam hicret; işte bu kardeşlik ekseninde yeni bir devrin imzası oldu.

Çünkü;

Bu kardeşlik;

Her türlü kimsesizlik, yalnızlık ve kederleri paylaşıyordu.

Bu kardeşlik, öz vatanında parya olmaktan kurtarıyor; hidâyet, rahmet ve huzurla dolu, özlü bir medeniyet vatanına mazhar ediyordu.

Bu kardeşlik, hicretin zorluklarına mukabil onun sayısız bereketini ve fazîletini yaşatıyordu.

Bu kardeşlik, görülmemiş seviyede cömertliğin tecellî aynası oluyordu.

Bu kardeşlik; Allah ve Peygamber yolunda kaynaşmanın, bir ve beraber olmanın değerini sergiliyordu.

Bu kardeşlik; riyâkârlık ve yapmacıklığın hiçbir şekilde içine karışmadığı bir samimiyet, ilâhî bir muhabbetti, ulvî bir kucaklaşmaydı.

Öncesinde;

Medine’deki fitnebaz yahudîler yüzünden sürekli birbirlerinin kanlarını döken kabîleler, bu kardeşlik bağları sayesinde birbirleri için fedâkârlık yarışı yapan bahtiyarlar hâline geldiler. Aralarındaki çekişmeler, kavgalar, ihtilâflar ve aykırılıklar; bu kardeşlik dolayısıyla, emsalsiz bir dostluk, uyum, ittifak ve aynılığa dönüştü.

İçte ve dışta;

“Siz birbirinizi yiyin, biz de sizi yiyelim!” diyen düşman ağızlara yem olmak gafletinden uyanıldı.

Mü’minlik şiârı olarak;

Gönüllerde, mü’min kardeşlerine karşı sadece şefkat ve merhametle muamelenin terazileri kuruldu. Ancak kâfirlere şedit olmanın ayarları yapıldı.

Netice;

Saâdet çağını îmar edecek bir toplum oluştu.

Aslında yapı bakımından son derece uç farklılıklara sahip insanlar oldukları hâlde, ashâbın arasında öyle bir vahdet harmanı oluşturuldu ki; deryadaki damlalar misali hepsi birbirinden farksız hâle geldi. Çünkü bir eksenin etrafında kenetlendiler;

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hep birlikte pervâne oldular.

O’nunla birlikte ve bir oldular.

Böylece hem muhâcirler, hem de ensar, her iki taraf da;

İlâhî rızâya göre hareket etmek itibarıyla yüce Allâh’ın özel mânâda methine mazhar oldu:

“Öne geçen ilkler;

• Muhâcirler,

• Ensar ve

• Onlara güzellikle tâbî olanlar var ya,

İşte;

• Allah onlardan râzı olmuş,

• Onlar da Allah’tan râzı olmuştur.

Allah, onlara;

• İçinde ebedî kalacakları,

• Zemininden ırmaklar akan,

• Cennetler hazırlamıştır.

Büyük kurtuluş, işte bu!” (et-Tevbe, 100)

Bütün mesele, bu büyük kurtuluş istikametinde yaşayabilmek. Çünkü o istikamete göre adım atıp da sebat ettiği hâlde, neticeye ulaşmak hususunda ömrü vefâ etmeyenlerin de nice ilâhî mükâfata erişeceği, ilâhî beyanda gayetle zâhir:

“Kim;

•Allah yolunda,

•Hicret ederse;

Yeryüzünde;

•Gidip barınacak birçok yerler de bulur,

•Genişlik de bulur.

Kim;

• Allâh’a ve

• Peygamber’e,

• Hicret maksadıyla,

• Evinden çıkar da, sonra,

• Kendisine ölüm yetişirse,

• Onun mükâfatı, elbette;

• Allâh’a aittir.

Allah ki;

• Çok bağışlayan,

• Çok merhamet edendir.” (en-Nisâ, 100)

Hâsılı;

Ehl-i îmân için gayretlerin özü, Allah ve Rasûlü’ne hicret. Onun da özü, kardeşlik ekseninde fazîletlerle dolu bir yardımlaşma ve fedâkârlık. Her ikisinin özü de, din gayreti. O zaman elde edilecek netice ve nasip, şu Kur’ânî hakikat:

“Elbette Allah;

• Kendi dînine yardım edene,

• Mutlaka yardım eder.

Elbette Allah;

• Çok kuvvetli,

• Mutlak güç sahibi…” (el-Hac, 40)

İfade açık:

Yegâne kuvvetli ve mutlak güç sahibi olarak yüce Allâh’ın hiçbir şekilde yardıma ihtiyacı yok. Fakat bizim ihtiyacımız var. Yani asıl; O bize yardım edecek de, bu sebeple bizim O’nun dînine yardım etmemizi istiyor. Din yolunda gayretlerimiz ile O’nun yardımına lâyık hâle gelmemizi murâd ediyor. Ayrıca buyuruyor:

“Ey îmân edenler!

•Allah ensârı olun / Allâh’ın yardımcıları olun!” (es-Saff, 14)

Elbette kullarına yardım eden zaten Cenâb-ı Allah.

Fakat O;

Bunu vesilelerle gerçekleştiriyor. Dolayısıyla âyetin mânâsı bir bakıma şöyle:

“Ey ehl-i îman! Kullarıma yapacağım yardımda sizler de birer vesile olmaya bakın. Ta ki, Benim yardımımdan bir nasip sizi de kuşatsın, bu da, sizin ebedî kurtuluşunuza vesile olsun!”

Çünkü dünya vesileler harmanı.

Malûm: Her varlığı yaşatan yegâne kudret, sadece Cenâb-ı Hak. Ancak suyu vesile kılmış, gıdayı vesile kılmış, havayı vesile kılmış, daha nice vesileler yaratmış ve hayatı onlarla harman eylemiş. Bu yüzden her varlık neye vesile olduğuna göre değerli. Su niçin aziz? Çünkü insanın hayat damarı. Öyleyse insan, o mübârek sudan da, bütün varlıklardan da daha izzetli nasıl olur? Tabiî ki her şeyden daha kıymetli vazifelere ve hayırlı neticelere vesile olarak. İşte bunun en zirve ifadesi:

Allâh’a yardım.

Ama O’nun ihtiyacı yok!

Maksat;

O’nun murâd ettiği yardıma vesile olabilmek.

Âyette bu vurgu, tamamen âşikâr:

“Ey îmân edenler! Eğer;

• Siz Allâh’a yardım ederseniz (Allâh’ın dînini yaşar ve yaşatırsanız; ayrıca gariplere, fukarâya ve muhâcirlere kol kanat gererseniz),

• O da size yardım eder;

• Ayaklarınızı kaydırmaz / sebat ettirir.” (Muhammed, 7)

Bunun yolu;

Hem hidâyet bahsinde, hem de maddî muhtaçlıklar mevzuunda ensar misali olabilmek. Çünkü Hazret-i Allah, dîne yardımı kendisine yardım olarak ifade etmekte. Yine fukarâ ve kimsesize, gariplere ve muhâcirlere yardımı da kendisine yardım kabul etmekte. Bu gösteriyor; dînin gerçek sahibi kim? Fakir-fukarâyı, garipleri ve muhâcirleri de asıl sahiplenen kim? Elbette yüce Mevlâ.

Onun için Hazret-i Mevlânâ, yoksullara karşı cömertlik hususunda özellikle îkaz eder ve der ki:

“Yoksul kişi, cömertliğin aynasıdır. Sakın ona karşı gönül kırıcı sözler söyleyerek aynayı buğulandırma.

İlâhî takdirde fakir kullar olması, Allâh’ın farklı bir cömertliğidir. Yüce Allah o fakirleri, kerem sahiplerine müracaat ettirip dertlerini açtırır. Bu sayede hayırsever zenginler için, insanlık ve fazîlet yolları hazırlanır. Allâh’ın farklı bir cömertliği de, zenginlerin gönüllerinde fakirlere karşı merhamet ve sevgi duyguları uyandırıp onlara yardım etmelerini sağlamasıdır.

İşte bu sebeple;

Yoksul kimseler, hakikatte Cenâb-ı Hakk’ın cömertlik aynalarıdır.”

Ancak hüner, ensar hazerâtı gibi cömertliği anlayabilmekte ve yaşayabilmekte. Onlar çok az. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bunu da ifade buyurmuş:

“Ey insanlar! İnsanlar çoğalıyor ancak ensar azalıyor. Hattâ yemekteki tuz kadar azalacaklar…” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 11)

Çok mânidar: Bir taraftan ensârın nesep bakımından azalacaklarının beyanı, bir taraftan da mahiyet itibarıyla, onların vazifelerini onlar gibi üstlenecek kimselerin azlığını izhar. Hakikaten mânidar: Azlıkları, yemekteki tuz kadar. Fakat buna rağmen yemeğin bütün tadı onlara bağlı.

Sadece yemeğin tadı değil, dünya sathına yayılan feryat dolu acıların da şifâsı, onlara bağlı.

Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta, Filistin’de ve daha nice İslâm beldelerinde yıllardır bitmeyen dert yangınlarının sönmesi de, onlara bağlı.Hisse büyük:

Âdil ve basîretli bir Emir vardı. Zamanın Ömer’iydi.

Yaşadığı memlekette, bir gün, dehşetli bir yangın çıktı. Alevler, her şeyi, hattâ taşları dahî kuru bir odun misali kül ediyordu. Ateşin üzerinden geçen kuşların kanatları yanıyordu. Koca şehirde mevcut evlerin, yarısı ateşlere teslimdi.

Yangını bir türlü söndüremiyorlardı. Sular da kâr etmiyordu. En serin su bile, ayrı bir alev kesiliyordu. Şaşkın bir şekilde Emîr’e koştular. Telâş içinde sordular:

“‒Ey basîretli emir! Bu amansız yangına su kâr etmiyor. Çaresiz kaldık. Ne yapacağız?”

Tecrübeli ve güngörmüş Emir, hiç beklemedikleri farklı bir cevap verdi:

“‒Ey ahâlî! Bahsettiğiniz sönmeyen yangın, ilâhî bir alâmettir. Bilesiniz ki o, içinizdeki cimriliğin sebep olduğu bir felâkettir. Yine bilesiniz ki; cimrilik yangını suyla değil, ancak fakir-fukarâyı gözetmekle söner. O yangın, muhtaçlara sahip çıkmakla söner. O yangın, gariplere el uzatmakla söner. O yangın, yanımıza hicret eden müslümanlara ensar misali Allah için yardım etmekle söner.”

Dediler ki:

“‒Ey emirler emîri! Bizler zaten yardımseveriz. Sayısız iyilikler de yapıyoruz. Ne kasdettiğinizi anlayamadık!”

Verilen cevap, bugünleri de içine alacak şekildeydi, yine basîret doluydu:

“‒Evet sizler hayır yapıyorsunuz, lâkin verdiğiniz bir lokmada bin riyâ var. Bir iyiliğinizde bin bir gurur var, kibir var, küçümseyip başa kakma var. Yaptıklarınızın iyilik tarafı, sadece âdet kabîlinden. Hepsi de zâhirde ve görüntüde. Mânen ise, farklı bir veçhede yine cimriliğin ta kendisi. İşte bu yüzden şehirdeki yangın sönmüyor.

Eğer;

Gerçekten o yangının sönmesini istiyorsanız, gurur ve kibirden uzak, gösteriş ve âdetten uzak bir ibâdet vasfında cömertlik yapınız! Allâh’ın size verdiği gibi bolca ve ancak yine Allah için veriniz! Tıpkı ensâr-ı kiram gibi. Sadece maddî imkânlarınızı değil, kalbinizi de, rûhunuzu da veriniz. İlminizi de veriniz, irfânınızı da veriniz. Her verdiğinizi de olgunluk ve fazîlet içinde veriniz! Karşınızdakinden teşekkür beklemeden, bilâkis siz ona minnet duyarak veriniz! Yani vazife itibarıyla muhtaca, fakat mahiyet ve hakikat itibarıyla verdiklerinizin gerçek sahibine, Allâh’a veriniz! O’nun olanı O’na teslim ediniz!

Böyle bir çerçeve içinde, bakınız;

Memleket memleket, maddî bakımdan nice garipler kerem beklerken, mânevî fukarâ da ayrıca kerem bekliyor. Hidâyet fakirleri de, îman fakirleri de, ahlâk fakirleri de, insâniyet fakirleri de, ayrıca kendilerine yardım eli uzatacak rahmet dolu cömert gönüller bekliyor.

İnfak mevzuunda; işte o gönüller safında yer almalı, onlar gibi verebilmeli.

İşte o zaman;

O amansız yangın sönecek. Sonra, başka yangınlar da sönecek!

Haydi; acele edin, alevler daha fazla büyümeden yardıma koşun!

Vakit, bu vakit;

Ensar olma vakti…”

Şimdi;

Âhirzamanın sayısız yangınlarında vatanlarından göçmek mecburiyetinde kalan muhâcir kardeşlerimizin sabır ve sebat yanında hatırlamaları gereken hakikat de, Hazret-i Peygamber’in ilk muhâcirlere şu hitabı:

“‒Ey muhâcirler! Ben sizlerdenim.” (Heysemî, X, 14)

Muhtelif coğrafyalardan eski veya yeni muhâcir kardeşlerimize yardıma koşacak olan bizlerin de hatırlaması gereken bir diğer hakikat ise, yine Hazret-i Peygamber’in ilk ensâra şu hitabı:

“‒Ey ensar! Ben sizin kardeşinizim!” (Heysemî, X, 14)

Ne mutlu O’ndan olana!

Ne mutlu O’na kardeş olana!

Ne mutlu;

Gerçek muhâcir ve ensâra!