O’NUN İZİNDE OLABİLMEK!

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Her medeniyet kendi insan tipini inşâ eder.
Gerçek fazîletler medeniyeti:

O’NUN İZİNDE OLABİLMEK!

 

Ebediyyen sevecek cân O’nu, cânân olarak,

Şart-ı peymân olarak, hüccet-i îmân olarak.

 

Âşık olan can, O’nu;

 

Yegâne cânân olarak,

 

Yemin şartı olarak ve

 

Îmânın delili olarak ebediyyen sevecektir.

 

-sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 

Yaratılmışlar arasında seyyid-i beşer.

 

Hazret-i Allâh’ın;

 

«Habîbim» dediği ve ömrüne yemin ettiği Peygamberler Sultanı Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-.

 

Rabbü’l-âlemîn O’nu;

 

Bütün âlemlere rahmet olarak göndermiş ve kelime-i şahâdette îmânın delili kılmıştır. Öyle ki, îman dairesine girebilmek için yüce Allâh’a şahâdet getirip de O’na şahâdet getirmeden mü’min olmak mümkün değildir. Yani Allâh’a inanıp O’nu inkâr, küfürdür.

 

O’na îman bu derecede bir delil ve farzdır. Ayrıca;

 

Îmân ile birlikte Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak, Rasûlullâh’a itaati de, Allâh’a itaat olarak ferman buyurmuştur.

 

Diğer taraftan;

 

Ezelde Allâh’a verdiğimiz sözün, aşk ve îmâna dair ettiğimiz yeminin şartı da, sadece Allâh’a değil, Allâh’ın bizzat fermanı ile Rasûlullâh’a da îman ve itaattir.

 

Buna binâen;

 

Ehl-i îmânın Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan aşkı ve bağlılığı pek müstesnâdır. Çünkü Allâh’ın murâdı, âyette buyurulduğu üzere şudur:

 

اَلنَّبِىُّ اَوْلٰى بِالْمُؤْمِنٖينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ 

 

“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha evlâdır.” (el-Ahzâb, 6)

 

İşte;

 

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i nasıl sevmemiz gerektiğine dair Allâh’ın beyan ettiği ilâhî ölçü.

 

Abdullâh bin Hişâm’ın naklettiği şu hadîs-i şerif, bu âyetin nasıl anlaşılması gerektiğine dair hikmetli ve câlib-i dikkat bir misal:

 

“Bir defasında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte bulunuyorduk. Rasûl-i Ekrem, orada bulunanlardan Hazret-i Ömer’in elini avucunun içine almış oturuyordu. O sırada Ömer -radıyallâhu anh-;

 

“–Yâ Rasûlâllah! Sen bana canımın dışında her şeyden daha sevgilisin!” diyerek Rasûlullâh’a olan muhabbetini ifade etti.

 

Onun bu sözüne karşılık Peygamber Efendimiz;

 

“–Hayır, canımı kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki ben sana canından da sevgili oluncaya kadar hakikî îmân etmiş sayılmazsın!” buyurdu. 

 

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hemen; 

 

“–O hâlde vallâhi şimdi Sen bana canımdan da çok sevgilisin yâ Rasûlâllah!” dedi. 

 

Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 

“–İşte şimdi oldu ey Ömer!” buyurdu. (Buhârî, Eymân, 3)

 

İfadeler, gayet açık:

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet, her şeyin üstünde, candan bile. Çünkü O’na îmân etmekle mükellef olduğumuzdan bunu ancak candan daha evlâ bir sevgi ile gerçekleştirmek mümkün. Öyle bir sevgi yoksa, öyle bir îmânın mevcudiyeti ya «ârızalı» ya da «lâ» olur. Bu gerçeğe istinâden bir başka hadîs-i şerifte Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i her şeyden ve herkesten ziyade sevmek şartının, hakikî bir îman şartı olduğu yemin ile ifade buyuruluyor: 

 

“Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin olsun ki; 

 

Sizden biriniz, 

 

Ben kendisine; 

 

Anasından, 

 

Babasından, 

 

Evlâdından ve 

 

Bütün insanlardan 

 

Daha sevimli olmadıkça,

 

Hakikî mânâda îmân etmiş olamaz.” (Buhârî, Îmân, 8)

 

Ashâb-ı kiram, bu cümleleri can kulağıyla işitti, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in etrafında aşk kafileleri hâlinde yaşadı. En küçük bir nebevî buyruk veya beyan karşısında bile;

 

–Anam, babam Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü!

 

–Malım da canım da Sana kurbân olsun yâ Rasûlâllah!

 

–Lebbeyk yâ Rasûlâllah! diyerek söylenileni canla-başla edâya koşuşturdu.

 

Onlar;

 

Bu hususta her türlü vesileye aşk ile sarıldılar, Muhammedî muhabbetlerini ve sevdâlarını daima hürmet, gayret ve fedâkârlıkla tescil ettirdiler.

 

O muhabbete hiçbir vakit lâkayt olmadılar. Daima diri kaldılar ve bunu kurtuluş reçetesi olarak bildiler.

 

Onların ardından gelen aşk kervanlarının mümtaz bülbülleri de onlar gibi şakıdı:

 

Tanırım ben yalınız Hazret-i Fahru’r-Rusül’ü, 

Gönül iklîmine şâhenşeh-i zîşân olarak.

 

Bütün devranda;

 

Gönül ülkesi için,

 

Şan sahibi padişahlar padişahı olarak

 

Ben sadece,

 

Bütün peygamberlerin iftihar vesilesi olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tanırım.

 

O’ndan başka hiç kimsenin böyle bir makamı yoktur.

 

Bu çerçevede:

 

Yeter âyetleri Mevlâ’nın, eğer lâzım ise,

Rif‘at-i şânının i‘lâmına burhân olarak.

 

Eğer gerekliyse;

 

Hazret-i Peygamber’in şânının yüceliğini bildirmek üzere

 

Mevlâ’nın âyetleri,

 

Delil olarak her bakımdan yeter.

 

Gerçekten de;

 

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şerefi, şânı, yüceliği, değeri ve kıymeti hakkında O’nu tebcil ve takdir eden, tahkim ve tescil eden nice âyet-i kerîmeler nâzil olmuştur. Meselâ:

 

وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ 

 

«Ey Habîbim! Yüce şânınla, temiz, 

 

İsminin yâdını yükselttik Biz!» (el-İnşirâh, 4)

 

وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظٖيمٍ   

 

«Çünkü Sen’sin yüce ahlâk üzere!» (el-Kalem, 4)

 

İşte târif, yüce Allâh’a göre… (Nazmen tercüme: Seyrî)

 

Bütün mesele;

 

O’nun izinde olabilmek.

 

O’nu sevmenin gayesi de:

 

O’nun izinde olabilmek.

 

O’na îmân etmenin ve kelime-i şahâdet getirmenin de maksadı:

 

O’nun izinde olabilmek.

 

Bu itibarla;

 

İslâm tarihinde bütün aşk kervanları, O’nun mübârek izinde O’na koşmuşlar, asr-ı saâdetten sonraki devirlerde de her türlü ahvalde yine O’nunla bütünleşmişler ve daima O’nunla bambaşka bir kalbî beraberlik içinde yaşamışlardır. Bu hâlin yanık bir tercümanı olarak Hazret-i Yûnus Emre ne güzel şakımaktadır:

 

Arayu arayu bulsam izini, 

İzinin tozuna sürsem yüzümü, 

Hak nasîb eylese görsem yüzünü,

Yâ Muhammed, canım arzular Sen’i!

 

Bir mübârek sefer olsa da gitsem, 

Kâbe yollarında kumlara batsam, 

Hub cemâlin bir kez düşte seyretsem, 

Yâ Muhammed, canım arzular Sen’i!

 

Zerrece kalmadı gönlümde hile, 

Sıdk ile girmişem ben bu hak yola, 

Ebûbekir, Ömer, Osman’la bile, 

Yâ Muhammed, canım arzular Sen’i!

 

Ali ile Hasan, Hüseyin anda, 

Sevgisi gönülde, muhabbet canda, 

Yarın mahşer günü ulu dîvanda, 

Yâ Muhammed, canım arzular Sen’i!

 

Arafat Dağı’dır bizim dağımız, 

Anda kabul olur bizim duâmız 

Medine’de yatar Peygamberimiz, 

Yâ Muhammed, canım arzular Sen’i!

 

Yûnus medh eyledi Sen’i dillerde, 

Dillerde dillerde hem gönüllerde, 

Ağlayı ağlayı gurbet ellerde, 

Yâ Muhammed, canım arzular Sen’i!

 

Bu şekilde;

 

O’nun izinde olabilenler hep erenlerden oldular. Ölümsüzleştiler.

 

Ancak;

 

Âhirzamanın çalkantılı girdapları insanlığı kıskacına aldıkça gaflete düşenler mahrumiyetlere sürüklendiler. Felâketlerini saâdet zannetmenin aldanışı içinde neler kaybettiler neler. Hepsinden kötüsü, iki dünyada da O’nu ve O’nun şefaatini kaybettiler.

 

Bu kaybı, İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-  şöyle nakletmekte:

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, vaaz etmek üzere aramızda doğrulup ayağa kalktı ve şöyle buyurdu:

 

Ey insanlar! 

 

Şüphesiz ki siz yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz olarak 

 

Allâh’ın huzûruna toplanacaksınız. 

 

(İlâhî ferman bu):

 

–İlk defa yoktan var ettiğimiz gibi 

 

–Yeniden yaratacağız, 

 

–Bu va‘dimizdir. 

 

Biz gerçekten bunu yapacağız. [el-Enbiyâ, 104

 

Haberiniz olsun! 

 

Kıyâmet günü insanların ilk giydirileni İbrahim -aleyhisselâm-’dır. 

 

Haberiniz olsun! 

 

Ümmetimden birtakım kimseler getirilip

 

Sol tarafa, cehennem tarafına sevk edileceklerdir. 

 

Ben;

 

Ey Rabbim! 

 

Bunlar benim ashâbım, 

 

Benim ümmetim, derim. 

 

Bunun üzerine;

 

Sen, bunların Sen’den sonra 

 

Nice bid‘atler ortaya çıkarıp 

 

Ne kötülükler yaptıklarını bilmezsin, denir. 

 

Bunun üzerine ben, sâlih kul İsa -aleyhisselâm-’ın dediği gibi derim:

 

Ben aralarında bulunduğum sürece durumlarını gözettim; 

 

Fakat Sen beni öldürüp aralarından alınca,

 

Onların denetleyicisi ve gözetleyeni sadece Sen oldun. 

 

Sen her şeye hakkıyla şâhitsin. 

 

Şayet;

 

Onları cezalandıracaksan şüphesiz ki onlar Sen’in kullarındır. 

 

Eğer onları bağışlayacaksan, 

 

Mutlak güçlü ve hikmet sahibi ancak Sen’sin [Mâide, 117-118] 

 

Bunun üzerine bana şöyle denilir:

 

–Gerçekten onlar, 

 

Sen kendilerinden ayrıldığından beri, 

 

Topukları üzerinde geri dönüp, 

 

Dindarlıktan dinsizliğe yönelmeye devam ettiler.” (Buhârî, Enbiyâ, 8, Rikāk, 45; Müslim, Cennet, 58. Ayrıca bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 3; Nesâî, Cenâiz, 119)

 

Bundan dolayı; 

 

Cenâb-ı Hak, asırlar öncesinden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bu hususta îkaz ve irşâd etmesini ferman buyurdu: 

 

“(Ey Rasûlüm),

 

İnsanları, 

 

Kendilerine azâbın geleceği gün ile uyar! 

 

Zira o gün zâlimler diyecekler ki: 

 

–Ey Rabbimiz! 

 

–Yakın bir müddete kadar bize süre ver de 

 

Sen’in davetine uyalım ve peygamberlere tâbî olalım / rasûllerin izinden gidelim.

 

Onlara şöyle denilecek: 

 

–Daha önce, sizin için bir zevâl olmadığına / sonunuzun gelmeyeceğine 

 

–Yemin etmemiş miydiniz?” (İbrâhîm, 44)

 

İzinden gitmeyenlerin acıklı hâli böyle.

 

İzinden gidenlerin hâli de rahmetle dolu.

 

Nitekim yine âyet-i kerîmede Hazret-i Peygamber’e itaat ile O’nun izinden gidilmesinin nasıl bir hakikat ve ganîmet olduğu da şöyle ifade buyuruldu: 

 

وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزًا عَظ۪يمًا

 

“(Ey mü’minler!)

 

Kim; 

 

–Allâh’a ve Rasûlü’ne 

 

–İtaat ederse,

 

Elbette; 

 

–Büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (el-Ahzâb, 71)

 

O kurtuluş yolunda;

 

Peygamber âşıkları nice yanışlar içinde O’nun izine koşmuşlar, O’na aşk ile diller dökmüşlerdir:

 

Yanan kalbe devâsın Sen, bulunmaz bir şifâsın Sen, 

Muazzam bir sehâsın Sen, dilersen reh-nümâsın Sen,

Habîb-i Kibriyâ’sın Sen, Muhammed Mustafâ’sın Sen

Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah! (Yaman Dede)

 

Yâ Rab!

 

Nasîb et! 

 

Âmîn…