Saltanat Sürmek mi, Hizmet Etmek mi? II

M.Âkif GÜNAY

İslâm tarihinin adâlet âbidesi Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ile ilgili dikkat çekici bir hâdise nakledilir. Hazret-i Mevlânâ’nın da Mesnevî’sine derc ettiği bu kıssaya göre bir gün Rum elçisi Medîne’ye gelerek Müs­lü­manların halîfesinin sarayını sorar. Elçi, bütün Müslümanların hükümdarı olan halîfenin, muhteşem bir sarayı olduğunu zannetmektedir. Sorduğu kimseler ona:

“–Halîfe’nin adı, Mü’minlerin Emîri ve Halîfesi olarak bütün cihâna yayılmışsa da, onun dünyaya ait bir köşkü yoktur. Parlak bir gönül sarayı vardır. Kendisi, fakirlerin ve gariplerin barındığı gibi bir kulübede yaşar. Fakat sen, gözündeki hastalıkla, onun mânevî ve rûhânî sarayını göremezsin!” derler.

Bu sözler üzerine Rum elçisi meraka kapılır. Yükünü, atını, hediyelerini başıboş bırakarak Hazret-i Ömer’i aramaya koyulur. Bir Arap kadına rastlar. Kadın ona:

“–İşte senin aradığın Halîfe, şu hurma ağacının altındadır! Herkes yatakta, döşekte yatarken; o, kumların üzerindedir! Git de hurma ağacının gölgesinde yatan halîfeyi gör!..” der.

Uyumakta olan Hazret-i Ömer’den elçinin rûhuna hoş bir heybet hâli gelir. Elçi, muhabbet ve heybet, birbirinin zıddı iki haslet olduğu hâlde, bu tezadın kendi rûhunda nasıl birleştiğine hayret eder. Kendi kendine:

“–Ben, imparatorlar görmüş ve onların nezdinde takdir toplamış bir kimseyim! Onlarda böylesine mânevî bir heybet görmedim, fakat bu zâtın mehâbet ve muhabbeti şuurumu zâil etti. Bu halîfe, silâhsız, muhafızsız yerde yatıyor ve uyuyor. Ben ise, karşısında bütün bedenim ile titriyorum! Bu hâl neyin nesidir?!. Demek ki bu mehâbet, Hak’tandır. Şu aba giyen kimseden değildir!..” der.

Rum elçisi, böyle rûhî çalkantılar içindeyken, Ömer -radıyallâhu anh- uyanır. Selâmlaşırlar. Derken Hazret-i Ömer bu elçiye ince, derin, hikmetli sözler söyler. Elçi, dinlediklerinin ve şâhit olduklarının tesiriyle kendinden geçer. Nihayet îmanla şereflenir.

İslâm tarihinin asr-ı saadetten sonra en muhteşem devresi sayılan Osmanlı’nın yükseliş asırlarına baktığımızda da bu nevî tablolara şâhit olmaktayız. İlk Osmanlı halîfesi Yavuz Sultan Selim Han, dünya siyaseti bakımından elde ettiği göz kamaştırıcı zaferlere mukâbil:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş…

diyecek kadar derviş gönüllü bir padişahtır.

O, nizâm-ı âlem ve i’lâ-yı kelimetullah gayeleri uğrunda gecesini gündüzüne katmış, bütün dünyevî zevk ve rahatlık düşüncelerini bir kenara atmıştı. Bu sebeple tahta çıkıp bîat alırken etrafındakilere, kendi devr-i saltanatında rahat ve zevk u safâ içinde bir yaşantı beklememeleri hususunda peşinen îkazda bulunmuştu. Nitekim 8 sene süren saltanatı, tahta geçtikten kısa bir müddet sonra çıktığı seferlerle at sırtında geçmişti. Hakikaten de o, tahta çıkarken söz verdiği gibi gözünü budaktan sakınmayan bir cengâver idi. Mercidâbık Savaşı’nda ordusunun en önünde askerleriyle birlikte kılıç kılıca çarpışmak için atını mahmuzlamıştı. Sadrazam Sinan Paşa, ellerine sarılıp:

“–Şevketlü Hünkârım! Olmaya ki heyecana gelir kendinizi ateşe atarsınız, yüreğimiz dilhûn olur!” diye yalvarınca Yavuz Han:

“–Biz cennetmekân Fatih Sultan Mehmed Han’ın torunuyuz, çadır içinden savaş idare etmeyüz!” diye haykırmıştı.

İşte Yavuz Selim Han, ecdadını örnek almasını bildiği gibi, kendisinden sonra gelen nesillere de, uzaktan kumanda ile lâyıkı vechile bir hizmet îfâ edilemeyeceğini telkîn etmişti.

Maddî ve mânevî sultanlığı özünde cem edebilmiş müstesnâ şahsiyetlerden biri olan Yavuz Selim Han, saltanatı boyunca sarayda pek az bir müddet ikâmet etmişti. Günlük hayatında da son derece sade ve mütevâzı idi. Bir gün sarayın bahçesinde oğlu şehzade Süleyman’ın (Kanunî) son derece kıymetli ve süslü bir elbise ile dolaştığını görünce onu yanına çağırmış ve:

“−Evlâdım! Öyle süslenmişsin ki vâlidene giyecek bir şey bırakmamışsın!” diyerek ince bir târizde bulunmuştu.

Halkına ve etrafına karşı son derece cömert olmasına rağmen, kendi yaşantısında zâhidâne bir sadeliği gönüllü olarak tercih etmekteydi. Çoğu gecelerini kitap okumakla geçirirdi. Her öğün tek çeşit yemek yer, ağaçtan tabak kullanırdı. Dünyevî zevklere, süslenmeye ve gösterişe asla heves etmezdi. Bir elbiseyi eskiyene kadar giyerdi. Bütün devlet erkânı da böyle davranmak mecbûriyetinde kalırdı.

Bir defasında Venedik elçisi Antonio Jüstiniani’nin İstanbul’a gelip huzûr-i şâhâneye yüz süreceği haberi gelmişti. Bunun üzerine vezirler, yabancılara karşı devletin îtibarını düşünerek, üzerlerindeki hayli eskimiş elbiseleri değiştirme ihtiyacı hissettiler. Durumu sadrazam aracılığıyla Yavuz’a tedirginlikle de olsa bildirdiler. Yavuz ise hiç kızmadı ve teklifi münasip buldu. Zira o, devlet erkânının güzel giyinmesini müsâmaha ile karşılardı. Nitekim bir seferinde yakınlarına:

“–Vezirlerin ve kumandanların güzel resmî giysiler giymesi, padişahlarını tekrîm ve ona hoş görünmek içindir. Biz kime hoş görüneceğiz ki o külfete katlanalım!” demişti.

Venedik elçisinin geleceği gün bütün vezirler, yeni esvaplarıyla padişahın huzuruna vardılar. Ancak gördüklerine inanamadılar. Zira Hünkâr’ın üzerinde yine eski elbiseler vardı. Bu durum karşısında bütün vezirler, üzerlerindeki görkemli elbiselerden dolayı mahcup oldular.

Hünkâr, tahtında oturmuş, keskin kılıcını çekip tahtın basamağına dayamıştı. Kılıcının, karşı pencereden vuran gün ışığı altındaki parıltısı gözleri kamaştırıyordu. Derken elçi huzura kabûl edildi ve bu minvâlde görüşme yapıldı.

Venedik elçisi ülkesine döndüğünde, kendisine padişahın nasıl biri olduğu soruldu. Elçi ise şaşkınlık içinde:

“–Kılıcı öyle parlıyordu ki, gözüm kamaştığından kendisini hiç göremedim.” karşılığını verdi.

Bunu daha sonra işiten haşmetli Hünkâr şu hikmetli sözleri söyledi:

“–Paşalarım! İşte Osmanlı’nın kılıcı parladığı sürece düşmanların başı dâima önlerine eğik olur. Ama Allah korusun, bu kılıç kınına girer ve paslanmaya yüz tutarsa, o zaman bu kafalar yavaş yavaş dikilir ve bir gün bize tepeden bakmaya başlar…”

Yazımın başında zikrettiğim Hazret-i Ömer kıssasıyla büyük benzerlikler arz eden bu hâdise, koca Hünkâr’ın kimleri ve nasıl bir yaşayışı kendisine rehber edindiğini apaçık bir sûrette ortaya koymaktadır. Denilebilir ki o, asr-ı saadetin mütevâzı ve sade yaşantısına mukâbil ulaştığı mânevî ihtişam, gayret ve huzur seviyesini yakalayabilmeyi, devletinin siyasetine temel hedef ittihâz etmiş, Hazret-i Ömer meşrepli bir padişahtı.

Onun saltanattaki maksadını en iyi ifade eden hâdise de Mısır’ı fethedip hilâfet uhdesine tevdî edildiğinde Cuma hutbesinde hatibin kendisinden “Hâkimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn” diye bahsetmesi üzerine derhâl müdâhale ederek “Bilâkis, Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn deyiniz.” diye düzeltmesidir. Bu edep ve nezâket bereketiyledir ki, günümüze kadar o mukaddes beldelerde idarenin başında bulunanların hiçbiri artık bu hâdiseden sonra kendisini o beldelerin hâkimi olarak îlan etmemiş, oraların hâdimliğini en şerefli unvân olarak telâkki edegelmiştir. İşte onun mukaddes beldelere duyduğu eşsiz muhabbet, kendisinden sonra gelenlere de böyle müstesnâ bir edep ve hürmet tezâhürü şeklinde miras kalmıştır.

* Bu yazının hazırlanmasında Muhterem Osman Nuri TOPBAŞ Hocaefendi’nin «Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI ve Tarihe Yolculuk» adlı eserlerinden istifade edilmiştir.