Sabır ve Mîrac

Naci ÖZTÜRK

Kul isteyen, Rab verendir. Mülk O’nundur; dilediğine dilediği kadar verir. Bütün sebepleri yaratan ve sonuca ulaştıran da O’dur. Hiç kimse O’nun hükmünün önüne geçemez. Zerreden kürreye, yerden göğe, damladan okyanusa hiçbir sebep, O’nun izni olmaksızın hareket edemez. O dilemedikçe hiçbir sebep kimseye fayda veya zarar veremez. Sebepler sadece birer vesiledir. Netice dâima Kâdir-i Mutlak Allah’a aittir. Ayrıca sebeplerin tağyir ve tahavvülâtında bizce bilinmesi imkânsız nice gaybî hikmetler vardır. Bize düşen, sebeplerin imtihan hikmetine mebnî olduğunu bilmektir. Bu irfan kıvamına sahip olup gereği gibi davranmak da sabır hasleti ile mümkün hâle gelir.

«Sabır, îmanın yarısıdır.» buyrulmuştur. Bütün hayırların başında ve sonunda dâima sabır vardır. Ancak, sabrı anlayan ve şehevî arzularından ferâgat ederek gayesinin adamı olan çok azdır! Çoğu insan için ömür, şehevî arzuların peşinde hebâ edilen bir zamandır. Çünkü insan nefsi; arzularını, tutkuyla sarıldığı alışkanlıklarını hemen ve aceleyle isteyen bir yapıya sahiptir. Bu yüzden sabır, nefse en ağır gelen fazîletlerdendir. Sabrın kalpte yerleşip sebat etmesi ancak ciddî bir terbiye ve tezkiye neticesinde mümkün olur. Ancak, nefsini ıslah edip bedene galebe edenler sabrın gayesine erişebilirler.

Cenâb-ı Hak fıtrat kanununa tedricîlik ve takdirin tecellîsine muayyen bir merhalecilik yerleştirmiştir. Ayrıca O’nun her işinde bizce bilinmeyen gaybî hikmetler bulunmaktadır. Bu yüzden insana düşen, sabırla beklemek ve asla şikâyet etmeden içinde bulunduğu her vaktin iktizasıyla amel etmektir.

Neticesi hayır olan bekleyiş; şekvâ ve sızlanmadan uzak kalarak takdirin tecelligâhında vakâr ve sabırla durmak, azim ve teşebbüs gibi hususları ihmal etmeksizin neticeyi Allah’a havale ile tevekkül ipine tutunmaktır. Bu, insanı kemâle eriştiren bir keyfiyettir. Çünkü insanın çektiği mihnet ve meşakkatler, rüşd ve kemâline birer vesiledir. Cenâb-ı Hak, kullarını muhtelif vesile ve sebeplerle terbiye etmekte ve bu şekilde onlara mânevî diriliş ve yenileniş fırsatları vermektedir.

Şuurlu bekleyişlerin başında; sebeplere teşebbüs ve Allah’a tevekkül, neticesinde ise rızâ ve şükür vardır. Yani sabır ve rızâ birbirini tamamlayan iki haslettir. Nasip sırrında da kat’î bir niyet, azimli bir teşebbüs ve netice hususunda sadece Allah’a tevekkül mevzubahistir.

Beklenmeye değer bir gayeleri olanlar, cân u gönülden ve severek beklerler. Bu sebeple gayesi Allah’a vuslat olan ârif kullar, gönüllerini ve gözlerini vuslat sevincine dikerek, yüreklerinde bir damla bile şüpheye yer bırakmadan azimle, şevkle ve yakînle beklemektedir. Onlar ümidin asıl kaynağına, bütün sebeplerin ötesine göz dikmişler, nasip sırrına yürekten îman etmişler ve gönüllerinden sebepleri büsbütün silmişlerdir. Böylesi kulların bekleyişi bir bayram arifesidir; bekleyişlerinin sonunda kutlu bir bayram vardır! Sabır, acı bir şurup gibidir. Acıdır, ama içene şifâ verir.

İyilik ve güzellik sabırda kemâlini bulur; ancak sabredenler ömrün gayesine kavuşur. Fücurdan sakınma ve takvâya doğru istikâmet kazanmada sabır elzemdir.

Sabrın mevzubahis olduğu hususları ise şöyle maddelememiz mümkündür:

1. Nefsin günahkâr arzularına sabır,

2. İbadet, tâat ve sâlih amellere devamda sabır,

3. Nefsin aceleciliğine ve tâatlere tahammülsüzlüğüne sabır,

4. Kalbe gelen şeytanî vesveselere karşı sabır,

5. Tövbe edip istikâmet üzere kalmakta sabır…

Bütün bu hususlarda sabreden kişinin her işi biiznillah -sabır sayesinde- hayırla neticelenir.

Hâsılı: Bir işin başında sabrın mevcut oluşu o işin sonunda hayrın bulunuşuna alâmettir.

Hele Allah yolunda büyük sabırların mükâfatı daha da büyüktür. Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke döneminde nice çileler çekmiş ve bilhassa Tâif’teki hakaret ve taşlamalara da sabretmiş, her şeye rağmen kavmi için Allah’tan hidâyet ve merhamet niyaz etmişti. Neticede böyle bir sabır ve olgunluğun mükâfatı da O’ndan önce hiçbir peygambere nasip olmayan bir lütuf oldu: Mîrac…

O günden beri mîrac, her vuslat iştiyakı içerisinde yanan gönlün en büyük ideali oldu. Hayat bir mîrac hazırlığı olarak addedildi.

Çünkü mîrac, Cemâlullah’a nâil olma ulvî gayesi içerisinde bütün ibadetlerin özünü oluşturan en büyük hakikattir. İbadetlerimize hazırlanırken ve onları îfâ ederken bu en yüce gayenin şuurunda olmamız gerekmektedir.

Meselâ, kişi abdest alırken bu hakikatin şuurunda olursa zâhirî âzâsıyla birlikte rûhunu ve kalbini de temizlemiş olur. Abdestte aslolan da zaten bu iç temizliğidir. Dış temizlik iç temizliğin bir temsili mesabesindedir. Namazla kemâle erecek bir seyr ü seferin başlangıcı nefsin tezkiyesini ifade eden abdest ile başlar. İnsan abdest alırken aynı zamanda abdest de onu almalı. Alıp onu nebevî muhabbete ve Cemâlullah’a ulaştırmaya vesile olmalı… Aksi takdirde rûhu ebedî vuslata taşımayan abdest, maddî bir temizlikten ibaret kalır.

Müslüman bâtınını kin, haset gibi pisliklerden tövbe pınarlarıyla temizleyip hulûs-i kalple namaza yöneldiği zaman, namaz onun için bir vuslat yoluculuğu hâlini alıverir.

Namaz, esas itibarıyla rûhun Cemâlullah’a ulaşma cehdinden ibarettir. Bu mânâda: “Namaz mü’minin mîracıdır.” Mîrac neş’esi içinde îfâ edilebilmiş iki rekatçık namaz, bu mertebeye erişmemiş binlerce yıllık ibadetten elbette ki katbekat hayırlıdır.

Peki, mü’min için mîrac sadece beş vakte mi hastır? Hayır. Aslında her ânını bir ibadet şuuru içinde değerlendirebilme saadetine ermiş bir mü’min dâima Allah’ın huzurunda imiş gibi davranır mîrac neş’esini hayatının her ânına nakşeder. Geçmişimiz bunun örnekleriyle doludur. Ecdadımızın ortaya koymuş olduğu sanat eserlerine baktığımızda özellikle de camilerde mîrac rûhunun derin izlerini görmekteyiz. Meselâ, Osmanlı mimarîsinde cami avlularına merdiven çıkarak girilir. Çünkü namaz, yükseliştir, urûcdur. Bedenini her merdiven basamağını çıkışta yükselten Müslüman rûhunu da mîrac iklimine yüceltir. Tâc kapılardan camiye giriş Allah’ın huzuruna girişteki haşyet duygusunu hissettirsin diye heybetli bir sûrette bina edilmiştir.

Hâsıl-ı kelâm, namazını mîrac şuuru ve şevkiyle îfâ eden kişi Allah’a kavuşma noktasını bulmuş demektir. Şu mısralar bunu ne güzel ifade etmektedir:

Peygamber-i Zîşân oradan indi namazla,
Mîrâca çıkar her dileyen şimdi namazla.

[Tâlî]

Cenâb-ı Hak, bize şuurla abdest alıp, şuurla namaz kılmayı ve kulluk vazifelerimizi samimî bir şekilde yerine getirebilmeyi nasip eylesin.

Âmîn!..