BÜYÜK SELÇUKLULAR

Ahmet MERAL ahmetmeral@yuzaki.com

Türklerin tarih boyunca kurdukları etkili devletlerin en büyüklerinden biri de Oğuzlar tarafından kurulan Büyük Selçuklu Devleti’dir.

Türkler bu devleti inşa ederken, millî hasletlerinin ve yeni girdikleri İslâm medeniyetinin esaslarından yararlanarak muazzam müesseseler oluşturmayı başarmış ve ardından gelen Türk-İslâm devletleri de bu müesseseleri geliştirerek devam ettirmiştir.

Bu müesseselerden en önemlileri:

Osmanlılarda tımar sistemi olarak anılan iktâ isimli toprak düzeni;

Osmanlılarda Kapıkulu adını alacak olan hassa ordusu;

Abbâsîlerden alınıp yapısı ve fonksiyonu geliştirilen dîvan;

Meşhur vezir Nizamülmülk’ün kurup yaygınlaştırdığı ve büyük ölçüde Gazâlî tarafından biçimlendirilen medrese düzenidir.

Bu müesseseler Selçuklular eliyle Anadolu’ya getirilmiş; Eyyûbîler, Memlûklular ve bilhassa Osmanlılar tarafından da benimsenmiştir.

Selçuklular; XI. yüzyılda siyasî bütünlüğünü ve genişleme istîdâdını kaybetmiş olan İslâm dünyasına yeni bir soluk getirmiş, İslâm medeniyetinin üstün birikimini Türklerin teşkilâtlanma kabiliyetiyle birleştirerek Bizans’a karşı fetih rûhunu dirilten yeni bir güç olarak ortaya çıkmıştır.

Horasan bölgesinde doğup İran ve Anadolu topraklarında genişleme başarısını gösteren Selçuklular; İslâm dünyasını Bizans’a karşı korudukları gibi, 1096 yılında başlayıp 175 yıl sürecek olan Haçlı saldırılarına da ilk elden göğüs gererek İslâmiyet’in batıya doğru ilerleyişini durdurmak isteyen Hıristiyan güçlere karşı tarihî direniş hattını oluşturmuştur. Gerçek kurucusu Tuğrul Bey, Anadolu’yu Türklere vatan yapan Alparslan, Selçuklu hâkimiyetini Horasan’dan Marmara Denizi’ne kadar genişleten Melikşah ve Sultan Sencer gibi yönetici ve komutanları; tarihe, İslâm adına gerçekleştirilen büyük fetihlerin ölümsüz kahramanları olarak geçtiler.

SELÇUKLULARIN TARİH SAHNESİNE ÇIKIŞI

Devlete adını veren Selçuk Bey ve ailesi, Oğuzların Kınık boyuna mensuptur. Selçuk’un babası Dukak, konargöçer Türk boylarınca kurulan ve Aral Gölü civarında hüküm süren Oğuz Yabgu Devleti’nin ordu komutanlığını yürüten önemli bir şahsiyetti. Ölümünden sonra aynı göreve oğlu Selçuk Bey getirilmişti. Oğuz Yabgu Devleti coğrafî olarak İslâm âleminden Hazar ülkesine ve Volga Bulgarlarına giden ticaret kervanlarının güzergâhı üzerinde bulunmaktaydı.

Oğuzlar; Müslüman tüccarlarla kurdukları münasebetler sonucunda İslâmiyet’e yönelmiş, Selçuk Bey de bu temas ve telkinlerin ardından Müslüman olarak kendisine bağlı Oğuzlarla birlikte Aral Gölü’nün kuzeydoğusundaki Cent şehrine yerleşmişti. Selçuk Bey, nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu Cent şehrine yıllık vergisini tahsil için gelen Oğuz yabgusunun vergi memurlarını; «Kâfirlere haraç vermeyeceğini» söyleyerek şehirden uzaklaştırdı. Bu girişimiyle bölgedeki siyasî ağırlığını artıran Selçuk Bey, Cent ve çevresini Yabgu’dan ayırarak müstakil sayılabilecek bir idarenin temellerini atmış oldu.1

Selçuk Bey liderliğinde ilk siyasî çıkışların gerçekleştirildiği 1000’li yıllarda Türklerin yoğun olarak yaşadığı Mâverâünnehir ve Horasan bölgeleri büyük siyasî çekişmelere sahne olmaktaydı. Horasan bölgesi, Afganistan ve Kuzey Hindistan’ı da yöneten Gaznelilerin elinde bulunuyordu. Mâverâünnehir bölgesinde ise Karahanlılar hüküm sürmekteydi. Sâmânoğullarının topraklarını paylaşarak bu devleti ortadan kaldıran Gazneliler ile Karahanlılar, bölgede üstünlük mücadelesi vermekteydiler. Selçukluların büyük bir devlet olarak ortaya çıkmalarında bu çekişmenin şüphesiz önemli bir payı vardı.

Selçuk Bey’in yüz yaşında Cent şehrinde vefatından sonra Selçukluların başına dört oğlundan Arslan Bey geçti. Ancak onun Gazneli Mahmud tarafından Kalincar kalesinde tutuklanması üzerine, Selçuk Bey’in ölen oğlu Mikâil’in Tuğrul ve Çağrı isimli oğullarının önü açıldı ve beyliğin idaresi birbiriyle uyumlu bu iki kardeşin eline geçmiş oldu. Çağrı ve Tuğrul Beyler başlangıçta iki büyük Türk-İslâm devletinin arasında ayakta kalma, yurt edinme ve hâkimiyet alanlarını genişletme konusunda büyük zorluklar yaşadılar. Hattâ yaşadıkları Cent kentindeki baskıların artması üzerine kendilerine yeni bir yurt aramak zorunda kaldılar. Kaynaklar, bu dönemde Çağrı Beyin liderliğinde Anadolu’ya keşif ve yurt edinme amacıyla seferler düzenlendiğini kaydetmektedir.2

Baskıların artması üzerine Selçuklular izinsiz olarak 1035 yılında Gaznelilerin hâkimiyetinde bulunan Horasan bölgesine girip yerleşmek zorunda kaldılar. Bu durum pek tabiî olarak Selçuklular ile Gaznelileri karşı karşıya getirdi. Horasan’ın hâkimiyeti için Gazneli-Selçuklu ilişkilerinde üç merhaleli bir mücadele süreci yaşandı.

Mücadelenin ilk safhası Nesa şehri çevresinde gerçekleşti. Selçuklular kazandıkları ilk büyük askerî zaferin sonunda Nesa’yı da içine alan bu bölgede tutunmayı başardılar.

Horasan’ın hâkimiyeti konusundaki ikinci merhale de 1038 yılında gerçekleşti. İki devletin orduları bu tarihte Serahs şehri yakınlarında karşı karşıya geldi. Bu mücadelede de kazanan taraf Çağrı Bey’in üstün gayretleriyle Selçuklular oldu. Bu askerî başarının ardından Horasan; büyük ölçüde Selçuklu hâkimiyetine girdiği gibi, Nişabur’da da Tuğrul Bey adına hutbe okunmaya başlandı. Selçukluların bu zaferi o günkü Abbâsî Halîfesi tarafından da tebrik edilerek Selçuklu hâkimiyeti ve meşrûiyeti onaylandı ve Çağrı Bey’e unvanlar takdim edildi.

Selçuklular ile Gazneliler arasındaki mücadelenin üçüncü merhalesi ise bir Müslüman-Türk devletini yıkılma sürecine sokarken bir diğer Müslüman-Türk devletini de tarih sahnesine çıkaran nihâî bir savaşla gerçekleşti.

1040 yılında Gazneli Sultanı Mes’ud, 300 fille destekli 50 bini aşkın askerden oluşan büyük bir orduyla Horasan bölgesine doğru sefere çıktı. Amacı bir süredir hâkimiyet ve prestij kaybettikleri Horasan’dan Selçukluları atmak ve Gazneli otoritesini yeniden tesis etmekti. Ordusunda bulunan dönemin tarihçisi Beyhakî’ye göre, Gazneli ordusu; bütün Türkistan kuvvetleri birleşse de mukavemet edilemeyecek kadar güçlü ve donanımlı bir orduydu. Selçuklular; Serahs bölgesinde ilerleyen Gazneli ordusunun karşısına doğrudan çıkmak yerine, yıpratıcı vur-kaç taktiklerine dayalı bir mücadeleyi tercih ettiler. Nihayet taciz edici ve yıpratıcı vur-kaç saldırılarıyla güç durumda bıraktıkları Gazneli ordusunu Merv yakınlarındaki Dandanakan Hisarı önünde bir kez daha kesin bir bozguna uğrattılar. Sultan Mes’ud hazinelerini ve savaş malzemelerini bırakmak zorunda kalarak kendisine bağlı az sayıda askeriyle kaçtıysa da kendi adamları tarafından öldürüldü. Neticede Gazneliler bütünüyle Horasan bölgesini kaybederken Tuğrul Bey de Selçuklular adına yeni devletin sultanı ilân edildi.

TUĞRUL BEY VE SELÇUKLU DEVLETİ’NİN GENİŞLEMEYE BAŞLAMASI

Bu gelişmenin ardından Selçuklu ileri gelenleri Merv’de devletin kuruluş, teşkil ve tanzimini görüşmek amacıyla bir kurultay düzenlediler.

Yaygın bir rivayete göre Tuğrul Bey kurultayın açılışında eline aldığı bir oku ağabeyi Çağrı Bey’e vermiş ve ondan bu tek oku kırmasını istemiştir. Çağrı Bey isteneni yaparak tek oku kolayca kırmış, ok sayısı ikiye çıktığında da onları kırmakta zorlanmamıştır. Ne var ki, üç oku güçlükle kırabilmiş, dört ok yan yana geldiğinde ise hiçbirini kırmayı başaramamıştır. Bunun üzerine Tuğrul Bey bir konuşma yaparak birlik hâlinde bulunmalarını, yoksa tek oklar gibi kolayca kırılabileceklerini ifade etmiştir.

Dandanakan Savaşı; Türkistan, Orta-Asya ve Türk-İslâm dünyasında siyasî dengeleri bütünüyle değiştirmişti. Selçuklular birlik ve beraberlik içerisinde hareket ederek yeni konjonktürden yeni mevziler elde etmeyi başarmışlar, bu başarılarıyla da önemli bir inisiyatif elde etmişlerdir. Böylece hâkimiyetlerinin sınırlarını da başta İran ve Afganistan olmak üzere Orta-Asya yönünde genişletmeye muvaffak olmuşlardır.

Tuğrul ve Çağrı Beyler tam bir mutabakat içerisinde hareket ederek kuzeyde Kafkasya’dan güneyde Yemen’e kadar uzanan toprakları birlikte denetim altına almayı başardılar. Şimdiki İran’ın başkenti Tahran’a 22 kilometre uzaklıktaki Rey kenti başkent yapıldı ve Türk ilerleyişi batıya doğru kaydırılmaya başlandı. Böylece Bizans İmparatorluğu’nun denetiminde olan Anadolu ve şimdiki Ermenistan sınırlarına kadar ulaşıldı.

İslâm dünyası için büyük bir tehlike teşkil eden Bizanslılarla ilk çatışma 1048 yılında Pasinler Ovası’nda gerçekleşti. Bu ilk çatışma Selçukluların zaferiyle sonuçlandı. Selçukluların Erzurum’a kadar ilerleyişi Bizans’ı harekete geçirmiş ancak Gürcü kralı Liparit’le birleşen Bizans ordusu Türkler önünde bozguna uğramıştı. Bu, Bizans ve müttefikleriyle Anadolu için yapılan ilk savaş oldu ve; «Anadolu’nun kapılarını Türkler için tıklatan savaş» olarak nitelendi.

Malazgirt zaferinin âdeta habercisi olan Pasinler savaşının ardından anlaşma yolları arayan Bizans’la oldukça başarılı bir anlaşma gerçekleştirildi. Bu anlaşmayla Selçuklular diplomatik ve siyasî üstünlüklerini Bizans’a kabul ettirmeyi başardılar. Nitekim yapılan anlaşmaya göre Gürcü kralı fidye ödemeden serbestçe ülkesine dönebilecekti ancak bunun karşılığında İstanbul’da Emevîler döneminde yaptırılmış olan cami onarılacak ve bu camide okunan hutbelerde Abbâsî Halîfesi ile Tuğrul Bey’in adı anılacaktı. Selçuklular bu anlaşmayla Doğu Anadolu’daki hâkimiyetlerini Çoruh Irmağı’na kadar genişlettiler. Aynı zamanda Anadolu’ya çok sayıda Türkmen yerleştirilmeye ve Bizans’a ait müstahkem kalelerin tahrip edilmesi yönünde adımlar atılmaya başlandı.

TUĞRUL BEY’İN BAĞDAT’A GİRİŞİ VE HALÎFEYİ KORUMA ALTINA ALMASI

IX. asırdan itibaren İslâm dünyasının siyasî parçalanmaya uğraması ve birçok devletin ortaya çıkması Abbâsî Devleti’nin siyasî etkisini iyice daraltmış, hâkimiyet alanını Bağdat ve çevresiyle sınırlı hâle getirmişti. Ancak İslâm dünyasının mânevî otoritesini temsil etmeleri ve İslâm dünyasında siyasî gücü eline geçirebilenlere meşrûiyet sağlama imkânları Abbâsî Halîfelerini yine de güçlü kılan faktörlerdi. Askerî gücü hayli azalan Abbâsî Halîfeliği, Tuğrul Bey zamanında Büveyhîler ve Türk askerleri kumandanı Arslan Besasirî’nin siyasî ve askerî baskısı altında idi. Ayrıca Arslan Besasirî Mısır’daki Fâtımî Devleti ile de temasta idi. Bu durum karşısında Abbâsî Halîfesi ısrarla Sultan Tuğrul Bey’i Bağdat’a davet etmiş ve kendisini bu güç durumdan kurtarmasını istemişti. Nihayet bu davetler sonucu Tuğrul Bey harekete geçerek 1055 yılında İslâm dünyasının o zamanki merkezi Bağdat’a girdi.3

Arslan Besasirî, sultanın gelmesi üzerine Bağdat’tan kendisi için daha güvenli bulduğu yerlere çekilirken Bağdat’taki Büveyhî hâkimiyetine de son verildi. Bağdat, muhaliflerin baskılarından kurtarıldı ve halîfe adına nizam ve intizam yeniden tesis edildi. Tuğrul Bey bir süre Bağdat’ta kaldıktan sonra Arslan Besasirî’nin üzerine Rahle yolunda sefere çıktıysa da Arslan Besasirî’nin kaçması üzerine Cizre ve Sincar’ı hâkimiyeti altına aldı. Musul’u da Selçuklu beylerinden İbrahim Yınal’a bırakarak tekrar Bağdat’a döndü.

Selçuklu sultanının bu yardımı halîfeyi oldukça rahatlatmıştı. Tuğrul Bey şerefine Bağdat’ta büyük bir merasim düzenledi ve onu; «Doğunun ve Batının Sultanı» ilân ederek taltif etti. Böylece halîfe; İslâm âleminin dünyevî otoritesini, Tuğrul Bey’e devretmiş oluyordu. Bu durum bazı aydınlar tarafından abartılı bir biçimde din ve devlet ayrımının, yani laikliğin Türk ve İslâm dünyasındaki ilginç bir örneği olarak nitelendirilmiştir. Oysa laiklik çok daha kapsamlı ve girift bir konudur. Devlet idaresinin dayandığı temellerin dinden arındırılmasından, yönetici kadroların dinlere karşı tarafsız tutum almalarına kadar varan konularda, ne Selçuklularda ne de onların izinden giden diğer Türk-İslâm devletlerinde böyle bir ayrışmadan bahsetmek mümkün gözükmemektedir. Ancak başta Selçuklular olmak üzere Türk-İslâm tarihinin bütün devirlerinde samimî bir hoşgörünün hâkim olduğu görülmektedir.

Tuğrul Bey batıda ve İslâm dünyasının merkezî bölgelerinde Selçukluların güç ve otoritesini artırırken kardeşi Çağrı Bey de doğuda Mâverâünnehir ve Afganistan içlerine kadar seferler düzenleyerek Karahanlıları Selçuklulara bağımlı hâle getirmiştir.

Çağrı Bey son derece cesur ve eşine ender rastlanan bir komutandı. İsteseydi kendisi sultan olabilirdi, ancak kendi elleriyle bilge bir kişi kabul edilen kardeşi Tuğrul’u tahta oturtmuştur. Kaynaklar 1060 yılında Serahs kentinde vefat ettiğini bildirmektedir.

Tuğrul Bey, devletini sağlam temeller üzerine oturtup sınırlarını doğuda Ceyhun ırmağından batıda Fırat’a kadar genişletmiş ve 1063 yılında Başkent Rey’de yetmiş yaşında iken vefat etmiştir.

Sultan Tuğrul; dirayetli, adaletli, dindar ve zeki kişiliğiyle tanınan bir hükümdardı. Yaklaşık yirmi beş yıllık saltanatı döneminde, temelini attığı Büyük Selçuklu İmparatorluğunun yakın doğuda dînî anlaşmazlıkları giderici, âsâyişi yerleştirici vasfı ile de sarsılmaz bir siyasî teşekkül olarak gelişmesini temin etmiştir. Bu itibarla Tuğrul Bey, Türk-İslâm tarihinde seçkin bir yer tutmaktadır.4

1 İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi; Prof. Dr. Nesimi YAZICI.
2 Müslüman-Türk Devletleri Tarihi; Erdoğan MERÇİL, s. 49.
3 Müslüman-Türk Devletleri Tarihi; Erdoğan MERÇİL, s. 50.
4 İbrahim KAFESOĞLU; Selçuklu Tarihi, s: 41.