Dünyada Barışın Anahtarı FETİH RUHU

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Nerede bir mazlum varsa, onun imdadına koşma gayretinde olan Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, dünya; bitmez-tükenmez savaşlar, kargaşalar gayyâsında kıvranıyor; kan ve ateş deryasında inliyor. Bu vahim durumdan en fazla etkilenen de, imâmesi kopmuş tesbih taneleri gibi dağılmış olan İslâm ülkeleri. Albert Camus, 20. asrı, «cinayetler asrı» olarak tavsif ediyordu. Gidişat, yeni asrın da bu istikamette devam ettiğini gösteriyor. Çünkü dünyaya yön verme iddiasında olanlar, hükümranlıklarının sürmesi için plânlarını bu esasa göre yapmışlar. Adaletin yerine zulmün ikāme edilmesiyle mecrâından çıkan dünya nizamı, bu fâciayı tevlid edenlerin kirli emellerine; «Dur!» diyecek «Fatih»lere muhtaç; selâmet getirecek «fetih»lere hasret.

«Cihad» ve «fetih» mefhumlarının künhüne vâkıf olmayanlar, tarihe emsali görülmemiş altın sayfalar kazandıran şanlı bir mâzîye, «istîlâ ve işgal» yaftası ile bühtanda bulunuyorlar. Hâlbuki cihad ve fetih, bütün insanlığa hayat bahşeder. Onda selâmet vardır, barış vardır, saâdet vardır, adalet vardır… Çünkü bu mukaddes hareketin kaynağında; «Bir kişiyi öldürenin, bütün insanlığı öldürmüş gibi; bir kişiyi diriltenin de bütün insanlığı diriltmiş gibi olacağı» kazıyyesi vardır.

Fetih, «açmak» mânâsında Arapça asıllı bir kelimedir. Fetih kelimesi, Türkçemizde daha çok; «bir yeri savaşarak düşman elinden almak» anlamında kullanılmaktadır. Bununla birlikte, aynı anlamdaki istîlâ ve işgal ile aralarında önemli bir nüans vardır. O da fethin, i‘lâ-yı kelimetullah, yani Allah kelimesini yüceltmek gayesine mâtuf olarak yapılan cihad neticesinde Müslümanların nâil olduğu ilâhî bir lütuf olmasıdır. Nefis ve şeytanı yenmek için gayret göstermek mânâsına da gelen cihad; din, vatan, namus gibi mukaddes değerleri korumak ve tebliğin önündeki engelleri kaldırmak gayesiyle yapılan savaştır.”

“Milletleri fetihler yüceltir. Beldelerin fethi, ruhlarda yapılacak fetihlere başlangıç olmalıdır. Fetih, neşve kapısıdır. Ruhlara aydınlık getirmeyen fetihler, gerçekte yıkılıştır. Fethi yapan kılıçlar, uyanışlarla ebedî yaşayışların sırrını saklamalıdır. Kendimizi sık sık fethetmeliyiz. Nefse teslim oluş, Rabbe ihanettir.”2

Tarih; fetih ve istîlânın cemiyetlere neler getirdiğini, her ikisi arasındaki mâhiyet farkını sarih olarak göz önüne serecek sayısız misallerle doludur. Cengiz Han’ın neredeyse bütün Asya kıtasına yayılan ruhsuz, dehşet verici istîlâsı; bu coğrafyadaki İslâm’ın kazandırdığı muazzam medenî eserleri mahvetmiştir. Ancak, kan ve ateşten başka bir şey tanımayan müstevlîler, güya hâkim oldukları bu topraklarda kısa bir zaman içinde çözülüp erimişler; fethin ruhları dirilten soluğunda yeniden hayat bulmuşlardır.
637 yılında Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- zamanında fethi ile lâyık olduğu; «öldüren değil, hayat veren» bir nizama kavuşan mukaddes şehir Kudüs; 1099’da Haçlılar tarafından zaptedilmiştir. Anadolu’yu harap ederek geçen bu çapulcu sürüsünün bahis mevzuu işgaliyle, asırlardır devam eden barış ve sükûn ortamına son verilmiş, 70 bin kişi katledilmiştir. Bu zulmü irtikâp edenlerin hâtıralarında; «atlarının dizlerine kadar kan gölünde yürüdükleri» iftiharla anlatılır. Bundan 88 yıl sonra;

“Kudüs işgalden kurtuluncaya kadar gülemem.” diyen Sultan Selâhaddin Eyyûbî’nin Kudüs’ü ikinci defa fethiyle, mukaddes belde tekrar kurtulur; kan dökülmeden anlaşma ile ele geçen şehir, her din mensubu için emin hâle gelir. Tâ ki, 1917 yılında Osmanlı’nın çekilme mecburiyetine kadar…

Ulvî mânâları fiiliyata geçiren, bahar meltemleri gibi gönülleri mest eden, cemiyetleri huzura kavuşturan fetihler; yüksek fazîletlerin tecessüm ettiği, mübârek şahsiyetlerin, fatihlerin eseridir. En büyük fethi gerçekleştiren de; Allah Teâlâ’nın seçtiği ve insanlara en güzel örnek «üsve-i hasene» olarak kendi ahlâkı ile terbiye buyurduğu, «Âlemlere Rahmet» Fahr-i Kâinat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. O’nun vârisi ve O’na nispetle şeref arayan takipçileridir.

«Çöle İnen Nûr»u hâle hâle bütün âleme yayan sonraki fatihler de.

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in «Vedâ Haccı»nda bulunan 120 bin sahâbî -radıyallâhu anhüm-’ün ancak 10 bin kadarı yerlerinde kalmış; diğerleri, fethin temâdîsi/devamı için yeryüzüne dağılmışlardır. Yataklarında ölmeyi zül addeden; cihâdı hayatının gayesi sayıp, şehid veya gazi olmayı cana minnet bilen ashâb-ı kiram hazerâtı…

Ve onlardan devralınan sancağı düşürmeyen; emirler, gönül sultanları, âlimler, sâlihler gibi gönül fedaîlerinin teşkil ettiği duâ ve gazâ ordusu mensupları… Rasûl-i Ekrem Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, tebliğden vazgeçmesi karşılığında krallık teklif edenlere;

“Bir elime ayı, diğer elime güneşi verseniz vazgeçmem.” buyurdukları «Yüce Dâvâ», 1400 yıl sonra bugün insanlığa sunulacak tek tercih ise; her an dünya semâsı O’nun tebliği olan mübârek «Ezan»larla yankılanıyorsa; Allah Teâlâ’nın teselsülen vesile kıldığı yüksek değerlerle mücehhez bu şahsiyetler sayesindedir.

İslâm fetihleri Osmanlı devri ile taçlanmıştır. Bu şerefe mazhar olan Osmanlı Beyliği, sırf cihad aşkı ile Bizans sınırındaki Söğüt’e yerleşmiştir. Bir «cihan devleti» olmanın Osmanlı’ya nasip olmasının sırrı; 50 bin asker çıkarabilen bir Karamanoğulları Beyliği varken, takrîben 400 askere sahip olan Osmanlı’nın bu işe talip olmaktaki ihlâs, dirâyet, aşk ve firâsetidir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ordusuyla hareket ettiğinde her harpte olduğu gibi mübârek dilleri şu duâyı terennüm ediyordu:

“Yâ Rabbî! Sen göklerin ve altındakilerin, yerlerin ve taşıdıklarının, şeytanların ve sapıttıklarının, rüzgârların ve savurduklarının Rabbisin! Allâh’ım, biz Sen’den bu beldenin ve ahalisinin iyiliğini istiyoruz! Şerlerinden de Sana sığınıyoruz!”3

Nitekim, Osman Gazi de; “Bizim dâvâmız kuru bir cihangirlik dâvâsı değildir.” diyerek, sadâkatle O’nun izini takip gayretinde olmuş; önce gönüllerin fethine girişmiştir. Mihaloğulları, Evranosoğulları gibi devlete büyük hizmetler yapan «Akıncı Ocakları», bu muhabbetin bir eseridir. Tek gayesi i‘lâ-yı kelimetullah olan beylik; ilim, güç ve adalete istinat ederek, devlet umûrunu «Nizâm-ı Âlem»e göre tanzimle, kısa bir zamanda «cihan devleti» olmayı başarmıştır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendilerini takip edecek olan fatihler silsilesinin önüne engin bir ufuk sermişlerdi. Bu meyanda da;

“İstanbul, elbette fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan; onu fetheden asker ne güzel askerdir.” buyurmuşlardı. Bu andan itibaren de, bütün İslâm akıncıları, bu müjdenin etrafında pervâne olmuşlardı. Ancak, kader-i ilâhî; İstanbul kucağını açmış, Fatih Sultan Mehmed Hân’ı bekliyordu. Hattâ devrin gönül sultanı Hacı Bayram Velî Hazretleri, kendisine İstanbul’un fethinden soran İkinci Murad Han’a, mürîdi Akşemseddin Hazretleri’ni ve kundakta yatan Mehmed bebeği işaret ederek; “Allâhu âlem, bizim köse ile şu yavruya müyesser ola.” diye cevap verecektir.

Fetih, sadece kılıç işi değildi. Ondan daha önce bir ruh, bir donanım, bir gönül işiydi. Devlet de, cemiyet de, sultan da bu fethe hazır olmalıydı. Nitekim de öyle oldu… Devlet; ilim, adalet ve güç ile yükseldi. Birlik ve beraberliğini sağlayan cemiyet; ilim, irfan, edep, vefâ, diğergâmlık… gibi ferdi yücelten fazîletlerle fevkalâde sağlam bir içtimâî yapı kazandı. Veliaht İkinci Mehmed, en mükemmel hocalar elinde yetişti; mükemmel bir âlim, mühendis, edip, emir, kumandan ve gönül adamı hâline geldi.

“Ya ben İstanbul’u alırım; ya İstanbul beni.” diyerek, nebevî bir üslûpla, dâvâsında ihlâs ve azmini ortaya koydu. Merhum Nurettin TOPÇU, O’nun şahsiyeti ile ilgili şu tespitleri yapıyor:

“Fatih’in de mâzîsi vardır, hem de büyük bir mâzîsi. Onun mâzîsini teşkil eden irade ve hayal hazinesinde şüphesiz ki çok ve karakter bakımından pek çeşitli sîmâlar barınmıştır. Onun en uzak mâzîsinde, kendisini metheden ve kendi ismini veren büyük Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görmek hata olmaz sanırım. Sonra da Anadolu’da devletimizin temelini civanmertlikle kuran Alparslan’la, Anadolu’yu Türk kalesi yapmak için kılıcı üzerine yemin etmiş bir Kılıç Arslan’ın, Fatih’in ruh yapısında temel kuvvetler olduğunu kabul etmeliyiz. Nihayet kendisine kadar gelen Osman’ın oğulları, Fatih’in şahsiyetini yapmış olan sîmâlardır. Fatih’te, Osman Bey’in insaf ve adaletiyle, oğlu Orhan’ın tedbir ve basîretini, âlim zekâsının inceliğini; Hüdâvendigâr’ın îman dolu kalbiyle, Yıldırım şiddetine benzer huşûneti, nihayet babası İkinci Murad’ın ilim, sanat ve tasavvuf aşkını buluyoruz.”4

Cemiyet yapısı çürümüş köhne Bizans’ın güvendiği ise, saltanatını devam ettirmek isteyen papalığın yapacağı «Haçlı» yardımı ile şehri koruyan fevkalâde tahkim edilmiş asırlık surlardı. Ancak bunların, vakti gelmiş mukadder âkıbete ne tesiri olabilirdi? Üstelik patrik, yardımı beklenen kuvvetleri kastederek;

“Kardinal külâhı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederim.” diyordu. Nitekim, Akşemseddin Hazretleri’nin de mânevî işaret ve himmetleriyle, Konstantiniyye, 21 yaşındaki Fatih Sultan Mehmed Han’ın iradesine boyun eğdi. Başta Eyüp Sultan Hazretleri -radıyallâhu anh- olmak üzere bu yola canını adayanların hasretleri tahakkuk etti. Herkese tanınan mal, can ve inanç hürriyetiyle bir emin belde olarak hayat bulan İstanbul, Uzakdoğu’daki Açe’den Batı’daki İrlanda’ya kadar bütün mazlumların imdadına koşan bir idare merkezi oldu.

Bugün dünya gidişatını yönlendirenlerin, sömürme zihniyetiyle, ülkeler coğrafyasını nasıl bir kan ve ateş deryasına dûçâr kıldıkları ortada. Hususiyle de Filistin, Irak, Afganistan ve diğer sırada olanlar… Kur’ân-ı Kerim’de, i‘lâ-yı kelimetullah yolunda seferber olanlar için:

“Ey îman edenler, sizden kim dîninden dönerse, o zaman Allah (sizin yerinize) kendisinin onları, onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı gayet yumuşak, kâfirlere karşı da oldukça onurlu ve sert bir toplum getirir ki, onlar Allah yolunda savaşırlar, hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu Allâh’ın lutfudur ki, onu dilediğine verir. Allah lutfu geniş olandır, (her şeyi) bilendir.” (el-Mâide, 54) buyuruluyor. Bu ilâhî müjdeye nâil olacak; adalet ve barışı dünya nizamında tekrar hükümfermâ kılacak fetih rûhu ile dirilmeye, insanlığın ne kadar da ihtiyacı var; bu fâcianın müsebbipleri de dâhil olmak üzere. Merhum Ârif Nihat ASYA, bu mukaddes yolun yolcularına, gençlere şöyle sesleniyor:

Bırak, bozuk saatler yalan-yanlış işlesin!
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!
Yürü, aslanım, fetih hazırlığı başlasın…
Yürü, hâlâ ne diye, kendinle savaştasın?
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!

___________________

1 Dr. Harun ÖĞMÜŞ, Yüzakı, Ağustos 2008.
2 Nurettin TOPÇU, Büyük Fetih, Hareket Yay., İst. 1968, kapak.
3 Osman Nûri TOPBAŞ, Nebîler Silsilesi-4, Erkam Yay., İst. 1998, s. 223.
4 Nurettin TOPÇU, a.g.e., s. 51.