İster Mü’min İster Kâfir Olsun; KOMŞUNUN HAKKINA RİÂYET ET

Dr. Âdem AKIN ademakin@yuzaki.com Muhammed YETİM muyetim@yuzaki.com

VASİYET 35

Komşularının ve yakınlarının hakkını gözet. Bu hususta evi sana en yakın olan kişiyi daha sonra da mesafe itibarıyla bir sonrakini öncelikli tut. Allâh’ın sana ihsan ettiği nimetlerden komşularını istifadelendir. Çünkü sen komşundan mes’ulsün.

Komşun her kim olursa olsun ona dokunan her zararı mutlaka izâle et. Sizin birbirinize nisbetle «komşu/câr» olarak isimlendirilmenizin sebebi birbirinize karşı ihsan ve zararı izâle yoluyla «meyl» etmenizden başka bir şey değildir. Zaten «câr» kelimesi de «mâle» yani «meyl etti» anlamındaki «câre» kökünden müştaktır. Nitekim «cevr» de bir meyldir. Çünkü cevr kişinin bâtıla ve zulme meyletmesidir. Zulüm ise örfte -meselâ- eğriyi doğru olarak isimlendiren kişinin yaptığı şeydir. (Yani hakîkat-i hâle mutâbık olmayan her şey bir zulümdür.)

Komşun, şirk veya küfre sapmakla bâtıla meyletmiş birisi olsa dahî, bu durum onun komşuluk haklarını gözetmekten seni alıkoymasın. Mü’min komşunun durumunu da var buradan kıyas et. Çünkü «komşuluk hakkı» bizzat «komşuluk hâli»yle kaimdir.

Komşuluğun ehemmiyeti hakkında bazı büyüklerimizden işitmiş olduğum şu hikâye pek hoşuma gider:

Bir çekirge sürüsü, bir bedevî çadırının etrafına kümelenir. Birkaç bedevî de onları öldürüp yemek kastıyla ellerine âletler alıp çekirgelerin yanına varır. Hâdiseden haberi olmayan çadırın sahibi onların yanına varıp;

“–Hayrola? Ne istiyorsunuz?” diye sorunca bedevîler (şaka yollu) çekirgeleri kastederek;

“–Senin şu komşuları öldürmeye geldik.” derler.

Bu cevap üzerine o bedevî hemen kılıcını çekerek diğer bedevîlerin önlerine durur ve komşu hakkına riâyetteki ziyade titizliğini şu sözüyle ifade eder:

“–Mademki siz onları benim komşum diye isimlendirdiniz, vallâhi sizin onları öldürmenize müsaade etmem.”

(Tesmiyenin/isimlendirmenin hükme tesiri hususunda) benzer bir hikâye de İmam Mâlik bin Enes -radıyallâhu anh- hakkında anlatılır. Şöyle ki:

Hazret’e;

“–Deniz domuzu helâl midir?” diye sorarlar. O da cevaben;

“–Haramdır.” der.

“­­­–Ama…” derler, “o sadece Allâh’ın bize helâl kıldığı deniz canlılarından bir balık çeşididir.”

Bunun üzerine İmam şu cevabı verir:

“–Evet, öyledir; ama siz onu deniz domuzu diye isimlendirdiniz. Deniz balığı demediniz ki?”

Allâh’ın yasakladığı her şeyden kaçındığın gibi, komşuna ezâ ve sıkıntı vermekten de sakın ve; “… kötülüğü en güzel olan hasene ile bertaraf et. O vakit bakarsın ki seninle arasında bir düşmanlık bulunan kimse sıcak bir hısım gibi olmuştur. O rütbeye ise ancak sabredenler kavuşturulur ve o rütbeye ancak büyük bir nasip sahibi olan kavuşturulur.”

Bu âyet-i kerîmelerin sebeb-i nüzûlü hakkında şöyle bir rivâyet bize ulaştı:

Arapların fasihlerinden olan müşrik bir bedevî Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek;

“­–İşittim ki, Allah Teâlâ, sana Arapların en fasihlerini bile çekişmekten âciz bırakan Kur’ân’ı indiriyormuş. Söyle bakalım, Rabbinin sana indirdikleri arasında benim söylediklerime denk bir söz var mıdır?” der.

Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-;

“–Senin söylediğin nedir?” diye sual buyurunca da şu üç beyti okur:

“Akılları kinle bulanmış kişileri, en yakın ahbâbına muâmele edermiş gibi karşıla; bu, gammazlığı engeller.

Şayet açıkça kötü bir söze mâruz kalırsan, sözün sahibini kereminle affet; senden gizli fısıldanmış sözlere de kulak asma.

İşitmekten ıstırap duyacağın ve arkandan söylenmiş sözleri ise sanki hiç söylenmemiş farzet.”

Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmeleri inzal buyurur:

“İyilikle kötülük müsâvî olmaz. Kötülüğü en güzel olan hasene ile bertaraf et. O vakit bakarsın ki seninle arasında bir düşmanlık bulunan kimse sıcak bir hısım gibi olmuştur. O rütbeye ise ancak sabredenler kavuşturulur ve o rütbeye ancak büyük bir nasip sahibi olan kavuşturulur.” (Fussılet, 34-35)

Bu ilâhî kelâmı işiten bedevî heyecanla şöyle der:

“Vallâhi işte bu, işittiğim en tesirli söz. Ben zannederdim ki, benim bu hususta söylediklerimden daha güzel daha mânidar bir söz söylenmiş değil ve söylenmez de. İşte şahâdet ediyorum ki, sen Allâh’ın Rasûlü’sün. Bu söz de rubûbiyet sahibinden gayrı kimseden asla sâdır olamaz.”

Bu bedevî gibi nice kimse, Kur’ân-ı Kerîm’in i‘câzını böyle yakînen fark edip bilmişlerdir.

Ey yâren! Şu bedevînin kendisini hangi güzel huylarla vasıflandırdığına bir bak -ki, bütün bu ahlâkî meziyetler hususunda Allah Teâlâ ondan çok daha büyük bir kerem sahibidir-:

Ezâlara tahammül, güler yüzlülük, cezalandırmaktan vazgeçme, kuvvet ve imkânı olduğu hâlde affetme, nefsine yapılan kötülükleri küçük görme ve kendisinden saklanmaya çalışılan bir kötülüğü, kesin sûrette kendisine malûm olsa da, bilmezlikten gelme… Allah Teâlâ bütün bu hususlarda ondan daha kerim, daha halîm ve daha affedicidir. Ayrıca söz itibarıyla ondan çok daha doğru sözlüdür.

Evet, bedevînin söylediklerinin hepsi güzel birer huydur. Ancak vukûu esnasında bedevînin bu meziyetlere sâdık kalıp kalamayacağı meçhuldür.

Cenab-ı Hak ise, sözünde sâdıktır. Emrettiği her ne varsa kendi vasf-ı ulvîsi olup, kullarına da o vasıfla muâmele buyurmaktadır. Nehyettiği her kötü ve ayıplanmış vasıftan da yine bizzat kendi zât-ı ulûhiyetiyle münezzehtir.

O ki, O’ndan başka ilâh yoktur!

O ki, Azîz’dir, Hakîm’dir!

O ki, Gafûr’dur, Rahîm’dir!…