Zafer ya da Mağlûbiyet: İKİ MECRÂ, İKİ ME’VÂ

Prof. Dr. Ömer ÇELİK omercelik08@hotmail.com

Mecrâ; yol, güzergâh, gidiş yönü, akış istikâmeti demek. Derelerin, ırmakların mecrâsı gibi.

Me’vâ; varış yeri, ulaşılan ve karar kılınan yer demek. Irmakların akıp ulaştıkları denizler, okyanuslar gibi.

Hayat yolculuğunda insanın yürüyeceği iki yol, su gibi akıp gideceği iki mecrâ var. Bunun tabiî bir devamı olarak da varacağı iki yer, ulaşıp karar kılacağı iki me’vâ var.

Kur’ân-ı Kerim yeri geldikçe bunları:

Hak yol – bâtıl yol,

Doğru yol – eğri yol,

Îman yolu – küfür yolu,

Hayır yolu – şer yolu,

Şükür yolu – nankörlük yolu,

İyilik yolu – kötülük yolu,

Nimet verilenlerin yolu – gazaba uğrayanların ve sapanların yolu tarzında beyan eder.

Bu açıdan şu âyet-i kerîmelere dikkat çekmek yeterli olacaktır:

“Biz insanı katışık bir meniden yarattık. Onu denemek istiyoruz; bu sebeple de kendisini işiten ve gören bir varlık yaptık.

Ona (doğru ve eğri) yolu da gösterdik: Artık ister şükreder, ister nankör ve kâfir olur.

Biz, kâfirler için zincirler, demir halkalar ve alevli bir ateş hazırlamışızdır.

İyi insanlar ise, kâfur suyu ile hazırlanmış içecek kâselerinden yudumlarlar.” (el-İnsan, 76/2-5)

Beled Sûresi’nde ise bu husus daha da bir netlik kazanır:

“Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi?

Ona iki yolu (hayır ve şer yolunu) göstermedik mi?

Fakat o sarp yokuşu aşmadı. (Verilen bu nimetlerin şükrünü edâ etmedi).” (el-Beled, 90/8-10)

Bu sebeple Allah Teâlâ insanları dünyada aynı din üzere yaşayan bir tek ümmet yapmamış, bahsedilen iki yoldan her birinin gönüllü tâbîleri olmuştur, olmaktadır ve olacaktır. Sünnetullah, hükmünü böyle icrâ etmektedir. Bu hayatta Cenâb-ı Hakk’ın hem; «Hâdî: Hidâyet veren, doğru yola ileten» hem; «Mudıll: Saptıran, doğru yoldan uzaklaştıran» isimleri her an tecellî hâlindedir. Îman edip rahmet-i Rahmân’a erecekler olduğu gibi, küfürde kalıp ilâhî rahmetten mahrum olanlar da bulunacaktır.

İnsanların ruh hâlleri, psikolojik yapıları, arzu ve istekleri, düşünce ve temâyülleri de tuttukları yola göre şekillenir. İyiler iyiliklerin peşinde iken ve onlara teşne iken, kötüler de kötülüklerin peşinde koşarlar. Bal arısı bin bir güzel renk ve kokudaki çiçeklerin üzerinde dolaşır, onların özlerini toplar ve insanlar için şifa kaynağı tertemiz balı yaparken; pislik böcekleri bir türlü ellerini, ayaklarını, ağız ve burunlarını o pislikten kurtaramazlar.

Gül kokusuna âşinâ bir burun, kokuşmuş deri kokusuyla karşılaşınca fenalık geçireceği gibi; debbâğ dükkânında içi-dışı pis deri kokusu hâline gelmiş bir burun da gül kokusunu duyunca dehşete kapılır, bayılır düşer. Ceylânlar en temiz meralarda dolaşır, en temiz otların, çiçeklerin en güzel taraflarıyla beslenir, arı-duru akan gözelerden içerler. Karınlarından da dünyanın en güzel kokusu, misk ü amber çıkar. Merkepler ise ne bulursa yer, ağır yüklerin altında ezilir, en çirkin sesleri çıkarıp birbiriyle tepişirler.

Hak yolunu tutan, hak mecrâsında akan «iyi insan» şahsiyeti ile bâtıl yolunu tutan ve o mecrâda akan «kötü insan» şahsiyeti, zannederim şu âyet-i kerîmede en derin boyutlarıyla ortaya konmaktadır:

“Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara; temiz ve iffetli kadınlar temiz ve iffetli erkeklere, temiz ve iffetli erkekler de temiz ve iffetli kadınlara yaraşır. Bu temiz olanlar, (iftiracıların) dedikodularından çok uzaktırlar. Onlar için bir bağışlanma, bol ve güzel bir rızık vardır.” (en-Nûr, 24/26)

Bu; iyilerle kötüler, iyiliklerle kötülükler, temiz ile temiz olmayan, helâl ile haram münâsebetlerinde; özellikle kadın-erkek ilişkilerinde cereyan eden sosyolojik ve psikolojik kanunları beyan eden şümullü bir âyet-i kerîmedir. Bu çerçevede âyete şu mânâlar verilebilir:

1. İffetsiz, zinâkâr kadınlar zinâkâr erkeklere yakışır. Böyle kadınlar sadece böyle erkeklere nasip olurlar. Çünkü Allah Teâlâ’nın görevlendirdiği bir melek vardır. Bu melek, aralarında benzerlikler bulunanları birbirlerine yönlendirip kaynaştırır. Zinâ eden erkekler de zinâ eden kadınlara yakışır. Çünkü ortak vasıfları taşımak, bir araya gelip bir birlik oluşturmanın şartlarından biridir. Zinâdan uzak olan iffetli kadınlar iffetli erkeklere, iffetli erkekler de iffetli kadınlara yakışır. Çünkü iffetli erkekler, iffetli kadınları bırakıp iffetsiz olanlara talip olmazlar. İffetli olan erkek ve kadınlar, iftiracıların dedikodularından çok uzaktırlar. Onların insan olmaları hasebiyle işledikleri başka hataları için bağışlanma vardır. Onlar dünyada helâl rızıklara, âhirette ise daha güzel ve bol olan cennet nimetlerine erişeceklerdir.

2. Kötü sözler, kötü erkek ve kadınlar için olup onlar hakkında söylenmesi lâyıktır. Kötü sözün iyiler hakkında söylenmesi uygun düşmez. Aynı şekilde erkek ve kadınlardan kötü olanlar, haklarında kötü sözlerin söylenmesine lâyıktırlar. Güzel sözler, iyi erkek ve kadınlara lâyıktır. İyi erkek ve kadınlar da haklarında güzel sözler söylenmesine lâyıktırlar. İşte bu iyi ve temiz insanlar, haklarında kötü insanların söylediklerinden uzaktırlar.

3. Kötü sözler ancak kötü olan erkek ve kadınlardan sâdır olur. Temiz insanlardan böyle şeyler sâdır olmaz. Kötü erkek ve kadınlar da kötü söz söylemeye alışıktırlar. Çünkü kabın içinde ne varsa dışarı o sızar. İyi sözler ise ancak iyi erkek ve kadınlardan sâdır olur. Kötülerden böyle şeyler sâdır olmaz. İyi erkek ve kadınlar da iyi sözler söylemeye alışıktırlar. Onlardan iyi sözden başkası duyulmaz. İşte bu iyi insanlar, kötü insanların söylediği kötü sözleri söylemekten uzaktırlar. Onlar, bu gibi kötü şeyleri asla ağızlarına almazlar.

4. Allâh’ın haram kıldığı amelleri ancak gönüllü olarak onları tercih eden kötü insanlar yaparlar. Onlar, hep bu tür amellere meylederler. Herkes kendine lâyık olan şeye bağlıdır. Buna göre fiil de fâiline lâyıktır. Bir iş yapan, yaptığı o işle temiz mi pis mi, değerli mi değersiz mi, şerefli mi şerefsiz mi olduğunu ortaya koyar. Yine kötü hâller, nefsânî arzular, şehvetler bunlara lâyık olan habis ruhlu kimselere lâyıktır. Çünkü sıfat, sahibinden; sahibi de sıfatından ayrılmaz. Aynı şekilde haram mallar, yiyecek ve içecekler de rütbesi o seviyede olan ve himmetini bunlar üzerine teksif eden kişilere lâyıktır. Habis ruhlu insanlar ancak böyle haram mallara meylederler; böyle haram mallar da ancak o habislere nasip olur. Buna mukâbil Allâh’ın râzı olduğu ameller, taatler temiz insanlardan sâdır olur. Onlar böyle amelleri tercih eder ve onları yerine getirmek için çalışıp çabalarlar. Yine güzel hâller, ulvî duygular, nefsâniyetten sıyrılarak Hakk’a yaklaşma iştiyakı bu gibi güzel ve temiz insanlara aittir. Onlar himmetlerini her türlü âdî, basit ve değersiz şeylerden yükseklerde tutarlar; ancak gerçek izzet sahibi Rabbin huzurunda boyun eğer, tezellül gösterirler. Aynı şekilde temiz ve helâl mallar, yiyecek ve içecekler de bu gibi temiz insanlara lâyıktır. Onların kazandıkları ve kullandıkları mallarda ne şerîat açısından bir pürüz ne de yaratıklar açısından bir minnet söz konusu değildir.

Demek insan bir meçhul; duygu, düşünce ve temâyülleri itibarıyla sınırsız bir umman gibi. Onun iç dünyasına girmek, aklına, duygu ve düşüncelerine hitap etmek ve onları hayra yönlendirmek, İslâmî terbiye bakımından çok büyük ehemmiyet taşımaktadır. Bu şekilde çembere alınıp terbiye edilen insanlar «iyi insan» safında yer alacak ve iyilikler peşinde koşturacaklar; böyle bir terbiyeden mahrum kalanlar ise «kötü insan» safında yer alıp, hep kötülükler peşinde koşturacaklardır.

Netice; mahşerde de insanlar umûmî mânâda iki grup olacak:

“(Onların) bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgın alevli cehennemde olacaktır.” (eş-Şûrâ, 42/7)

İşte dilimizin döndüğü kadarıyla iki mecrâ ve iki me’vâ bu. Akış istikameti ve varış yerine göre insan ya zafer tâcıyla taçlanacak veya mağlûbiyet hüsrânıyla perişan olacaktır. Yüce Rabbimiz cennete ve Allâh’ın rızâsına ulaşmayı; «En Büyük Zafer» olarak ilân ederken, cennetten ve rızâdan mahrumiyeti en büyük mağlûbiyet ve; «Apaçık Hüsran» olarak haber vermektedir. Şu âyet-i kerîmelere birlikte kulak verelim:

“Allah; mü’min erkeklere de, mü’min kadınlara da, ebedî kalmak üzere girecekleri, içinden ırmaklar akan cennetler vaad etti. Hem Adn cennetlerinde güzel güzel konaklar! Hepsinden âlâsı ise Allâh’ın kendilerinden râzı olmasıdır. İşte en büyük zafer, en büyük başarı budur.” (et-Tevbe 9/72)

“… De ki: Gerçekten hüsrâna uğrayanlar, kıyâmet günü hem kendilerini, hem de ailelerini ziyana sokanlardır. Bilesiniz ki, bu apaçık hüsrandır.” (ez-Zümer, 39/15)

Millî zaferlerimizi kutlayıp heyecan duyduğumuz bu günlerde, bunlara sevinip göğsümüz heyecanla dolmakla birlikte, fert ve toplum olarak, ümmet ve insanlık olarak dînî ve mânevî bakımdan «ZAFER» mecrâsında mı, yoksa «HÜSRAN» vadisinde mi aktığımızın; sonunda «CENNET» me’vâsına mı yoksa «CEHENNEM» makarrına mı varacağımızın tam da muhasebesini yapma zamanıdır!