DÜNYA LÂBİRENTİNDE…

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Yolcuyuz, yollardayız…

Direk konulduk Dâru’l-Karâr’a…

Olmadı… «Durduk yerde» sürçtük… Kovulduk…

Düştük yollara:

Dünya, gurbet…

Sıla, cennet…

Ezel meclisinde çizildi yollar,
Yollarda gönüllü bir tek yolcu var:
Âdemoğlu!.. Gözü yaşlıdır ağlar
Firkat dolu, hasret dolu, dert dolu… (Mürid)

O’ndan geliriz, dönüş de O’na…

O yüzden yollarda başımıza ne gelse dert etmeyiz. Âdeta Hoca Nasreddin’in, «Zaten inecektim» dediği gibi; biz de; «Zaten Rabbimiz’e gidecektik!» (Bkz. el-Bakara, 156) deriz:

O’ndan geliriz, merciimiz Hak’tır Hak!
Mevlâya dönen kullara: «İnnâ lillâh!..» (Tâlî)

Yollardayız… Fakat yollar çeşit çeşit…

O yüzden Mevlânâ duâsı dilimizde:

“Allâh’ım bizim yolumuzu gül bahçesi gibi güzelleştir, varacağımız yerde Sen bulun, konak yerimiz Sen ol, yürüdüğümüz yol bizi Sana götürsün, sadece cennete değil.”

Yollardan O’nun yolunu, Sırât-ı Müstakîm’i bulmak şart…

O’ndan dolayı var, hidâyet rehberleri…

Hidâyet… Yol göstermek… İhtidâ… Doğru yolu bulmak…

Dalâlet… Bunca rehbere rağmen, sapmanın, kaybolmanın bir yolunu bulmak ve o yolda ısrar etmek…

Bir de;

“Yoluna oturacağım / pusu kuracağım! Sana, Sen’in rahmetine ve cennetine gelenlerin yolunu cehenneme çevireceğim, nâra düşüreceğim!” (Bkz. el-Ârâf, 17-18) diyen küstah yol kesici / eşkıyâ var:

Şeytan!

Mü’minler; bu eşkıyâ ve sürülerinden muhafaza için, kervanlar hâlinde, birbirlerine sokularak, cemaat emniyetinde yol alıyorlar.

Gerçi bu eşkıyâ, ne kılıçlarla üstümüze saldırabilir, ne de yollarımıza mayın döşeyebilir. Onunkisi ürümek!..

İt ürür, kervan yürür.

Öyle de, dert bir değil ki…

İki…

Bir de, nefis denilen hâin yoldaş var…

Bu kalleş yoldaş; şeytanın adımlarına ayak uydurmaya, bu yolla, yoldan çıkmaya gönüllü…

İş; o yoldaşı, yol emîri kılmamakta ve onu terbiyeyle, tezkiyeyle yola getirmekte…

“Yola çıkarken, biriniz emîr olsun!”

Yol emîri, irade… Yol emîri, kalp… Yol emîri vicdan…

Pusulası, Kur’ân…

Rehberi, Rasûl-i Zîşân…

Eğer nefis yoldaşını, Hazret-i Ömer gibi yola getirirsen; o eşkıyâ şeytan seni gördüğünde yolunu değiştirir!

Yol, bu şartlarda gidilmeli…

Yoksa zaten illâ ki yolcuyuz…

Dursak, dünya durmuyor…

Geceler, gündüzler; üstü açık bir araçta son sürat gidermişçesine bir his bırakıyor üstümüzde…

Ferdî olarak… Çocukluk, gençlik, yaşlılık… Bir seyr ü sefer…

İçtimaî olarak, asırlar, çağlar, devirler… Bir akış…

Yollar bize Yol’u hatırlatmak için.

Sözün kestirmesi;

Herhangi bir yol tutup gitmek iş değil, doğru yolu bulmak ve ondan gitmek lâzım…

Bilhassa «kötü yola düşmemek» lâzım… Kur’ân; zinâ ve ahlâk dışı âdetleri, kötü yol olarak tasvir ediyor.

Yol, âdet mânâsına da geliyor… İnsanlar, bir şey yol olunca mubah zannediyorlar. Koyunların, içlerinden biri atlayınca birbiri ardına uçurumdan atlamaları gibi; insanlar da çirkinliğe yol açan yanlış bir çığır var diye, açıldı diye takip edebiliyorlar.

Çığır, kar üzerinde ayak izlerinden açılmış yol demek…

Karda dağın başında kaybolan bir kişi, ayak izlerine rastlarsa, demek ki buradan birileri gitmiş; demek ki burası bir yerlere çıkıyor, diye düşünür ve belirsiz bir yöne gitmektense o çığırı takip eder.

İblisten beri isyan çığırı var.

Kābil’den beri cinayet çığırı var.

Lût kavminden beri, cinsî dalâlet çığırı var.

Hutuvâtü’ş-şeytân… Şeytanın adımları, ayak izleri…

Fakat bu yolların sonu mecâzî olarak karanlık… Hakikî olarak cehennem alevleriyle aydınlık…

Hâlbuki, dünya çölünde; cennet vahalarını gösteren geniş geniş şehrahlar var. Ana caddeler var.

Hazret-i Âdem’den beri, tevbe yolu var.

Hâbil’den beri, mazlûm ama masum kalmakta ısrar yolu var.

Hazret-i İbrahim’den beri gürül gürül tevhid yolu var.

Hazret-i İsmail’den beri teslîmiyet yolu var…

Gel sen yine Âdem gibi tevbeyle felâh bul…
İblisçe inâd etme tevâzuyla salâh bul…
Hâbil gibi mâsûmiyet ısrârını göster…
Nefsindeki Kābilliğe inkârını göster…
Tûfanda kalan rûhuna gel, merhamet eyle,
Kurtulmaya bak Hazret-i Nûh’un gemisiyle… (Tâlî)

Cenâb-ı Hak; hakikat ve mârifet isteyenlere, Hazret-i Musa şahsında, bir şerîat ve tarîkat yoluna girmeyi, seyr ü sülûku, seferi, seyahati gösterdi. Hazret-i Musa da;

“Durup dinlenmeyeceğim, demişti. Tâ ki iki denizin birleştiği yere varacağım. Varamazsam senelerce yürümeye devam edeceğim.” (el-Kehf, 60)

Çünkü;

Ferâgat istiyor mümbit seferler… (Tâlî)

Münâfıklar ise, seferin kısasını ve peşin menfaatlisini severler. Tebük gibi, ağır (uzun yol, uzak mesafe, sıcak) ve (Bizans gibi bir güce karşı olduğu için) cesaret isteyen seferlerden hazzetmezler:

“Eğer davet olundukları seferde peşin bir ganîmet bulunsa ve orta yollu bir mesafe olsaydı, mutlaka Sen’in peşinden gelirlerdi; fakat meşakkatli yol onlara pek uzak geldi. Bununla beraber; «Eğer gücümüz yetseydi muhakkak sizinle beraber sefere çıkardık.» diye yemin edeceklerdir. Onlar bu yalanlarıyla kendilerini mahvediyorlar. Çünkü Allah, onların yalancı olduklarını kesinlikle bilmektedir.” (et-Tevbe, 42)

Yol, meşakkat ve çile…

Yol, gurbet… Yol, firkat…

Gurbetin çilesini, türküler söyler, ağıtlar anlatır. Fakat gurbetin en güzel terennümü, bir gurbetzedenin; hava değil, ateş olan nefesinden duyulur:

«Ney»den…

Sazlıktan koparılan, hasretle kuruyan, bağrı ateşle dağlanan neyden…

Mevlânâ, şöyle tercüman olur, mahzun neye:

Ayrılıktan derdi var mahzun neyin,
Dinleyin, feryâdı neyden dinleyin!
“Sazlığımdan ayrı düştüm, ağlarım,
Dinleyen her gönlü kor kor dağlarım.
Hasretinden gönlü yangın olmayan,
Dinler ammâ anlamaz hiçbir zaman.”

(Nazmen Trc. Tâlî)

Herkes anlamaz…

Çünkü gurbet denince, ayrılık denince, yol denince herkesin anladığı aynı değildir.

Macera için, gönül eğlendirmek için, bir yerlerde tutunamadığı için yola düşmek var…

Seyyahlar gibi, tarihe kayıt düşmek için yollara düşmek var.

Ekmek parası yahut başlık parası için gurbete düşmek var.

Kimi boş, kimi lüzumlu bir gayeye mâtuf…

Fakat bir de vatan için, hilâl için, dâvâ için, mukaddes emânet için gurbete düşmek, hicrete koyulmak var.

İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal,
Hamallık ki, sonunda ne rütbe var, ne de mal.
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık; anneden, vatandan, arkadaştan…

(Necip Fazıl)

Bir ideal için sevdiklerinden ayrılmak, dâvâ sahibine kolay gelir. Çünkü dünyanın kendisi gurbet…

Bir yatılı kursa giderken hüzünlenir çocuk… Hocası der ki ona:

“Annenden babandan ayrılıyorum diye üzülme… Asıl, annene, babana kavuşmak için onlardan ayrı düştün…

Çünkü, onlar senin mânen olgunlaşman, Kur’ân öğrenmen için seni buraya getirdiklerine göre, hayırlı insanlar… İnşâallah cennetlik olurlar. Sen de gerekirse bu üç günlük fânî dünyada onlardan ayrı düş, fakat ebedî âlemde ayrı düşmemek için bu gurbet seferinde, ganîmeti bol topla…”

Çünkü asıl ayrılık ebedî olandır; asıl gariplik, öbür cihandadır.

Asıl ayrılık da, anneden, aileden ayrı düşmek değil… Allâh’ın rahmet nazarından, Allah Rasûlü’nün şefâatinden ayrı kalmaktır…

“Allâh’a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle değiştirenlere gelince, işte bunların âhirette bir payı yoktur.

Kıyâmet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap vardır.” (Âl-i İmrân, 77)

Hazret-i Peygamber buyuruyor:

“Dikkat edin! Birtakım kimseler yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim havuzumdan kovulacaklar. Ben onlara; «Buraya gelin!» diye nidâ edeceğim. Bana;

«–Onlar Sen’den sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in Sünnet’ini takip etmeyip başka yollara saptılar.)» denilecek. Bunun üzerine ben de;

«–Uzak olsunlar, uzak olsunlar» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret 39, Fedâil 26)

Şefâat sancağından ayrı düşmek en büyük gurbet…
Bu gurbetten ağır gelmez azâbım yâ Rasûlâllah!..

(Tâlî)

Kâinatı Var Eden’den ve âlemin Varlık Sebebi’nden uzak düşmek, en büyük yoksunluk, en acı yoksulluk ve en esaslı gurbet.

O’na varmayan yolun, adı lâbirent.