VASFIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

YAZAR : Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Vasıf, sıfat ve nitelikle aynı anlamda olup hem bir kelime türüne hem de tamlamalarda isimleri niteleyen kelimelere denilmektedir. Âlim, fâzıl, hakîm gibi bir nitelik içeren kişi ve varlıklara delâlet eden kelimeler; kelime türü olarak sıfattır. Çünkü âlim, ilim sahibi kimse; fâzıl, fazîlet sahibi kimse; hakîm, hikmet sahibi kimse demektir. Âlim, fâzıl ve hakîm gibi tür olarak sıfat olan kelimeler Türkçede isimlerin önüne, Arapça ve Farsçada isimlerin sonuna gelince ise tamlama içerisinde sıfat, -bir diğer Arapça terimle na‘t- olurlar. Âlim adam, fâzıl zât, hakîm kral gibi…

İsminin önünde böyle olumlu bir sıfat bulunan ve bunu hak eden kimselere ne mutlu! Ancak böyle bir sıfatı olmayıp da bu sıfatlarla muttasıf başka kimselerle kendileri arasında bir şekilde bağ kuran ve isimlerini onların isimleriyle bir arada kullananların durumu ise çok acıklıdır! Babası âlim olan adam, dayısı fâzıl olan şahıs gibi. Bu örneklerdeki «âlim» ve «fâzıl» kelimeleri, -her ne kadar isimden önce zikredilmiş olsa da- «baba» ve «dayı»nın sıfatıdır. Arapçada «sıfat câriye ‘alâ gayr-ı men hiye leh / ait olmadığı ismi niteleyen sıfat» denilen bu tür dolaylı sıfatlara ihtiyaç duyan ve bunları kullanan kimseler, bir de bu tür sıfatlarla hak etmedikleri makam ve mevkîlere gelmeye kalkışmazlar mı? İşte o zaman «hem kel hem fodul» dediğimiz durum ortaya çıkar. «Falancanın oğluyum», «filâncanın yeğeniyim» diyerek işlerini yürütmeye çalışan, hattâ bu sebeple hiçbir gayret göstermeyerek tufeylî bir hayat yaşayan kimselere hepimiz az-çok rastlamışızdır. Böyleleri «baba» ve «dayı»larının ismini kullanarak atâlet ve meskenete düşerken; başkaları alın teri döküp dirsek çürüterek, onların «baba» ve «dayı»larının sıfatlarını, çalışma ve gayretleriyle elde ederler.

Sıfat kelimesi, lügat ve belâgat dışında İslâmî ilimler içerisinde en çok kelâmda bahis konusu edilmiştir. Allâh’ın sıfatlarının zâtı ile aynı mı gayrı mı olduğu uzun süre devam eden büyük tartışmalara sebep olmuştur. Mu‘tezile, bir görüşe göre taaddüd-i kudemâ (ezelî varlıkların çokluğu) problemine meydan vermemek için Allâh’ın sıfatlarının zâtıyla aynı olduğunu ileri sürmüştür. Daha mâkul bir görüşe göre ise Mu‘tezile’nin bu kanaatinin temelinde başka dinlere mensup kişilerle ve özellikle de «Yeni Eflâtuncu» görüşlerden etkilenmiş hıristiyanlarla girdikleri tartışmalar yer almaktadır. Emevî sarayında çalışan Süryânî hıristiyan Yuhannâ ed-Dımeşkî’nin günümüze intikal eden yazılarından anlaşıldığına göre bu tartışmalar şöyle cereyan etmekteydi:

Müslüman: Siz; Hazret-i İsa’nın Allâh’ın oğlu olduğunu söylemekle tevhidden çıkıyor, Allâh’a şirk koşuyorsunuz. Yaratılmış olan Îsâ’ya ulûhiyet atfediyorsunuz!

Hıristiyan: Hayır! Biz, şirke düşmüyoruz. Çünkü bize göre İsa, Allâh’ın kelâm sıfatının tecessüt etmiş, bedenlenmiş şeklidir. Size göre Allâh’ın kelâmı olan Kur’ân ne ise bizim nezdimizde de İsa öyledir! Yalnız bize göre, Allâh’ın kelâmı sözlerden oluşmaz. Aksine İsa’nın kendisidir! Size göre kelâmullah olan Kur’ân nasıl mahlûk değilse, bize göre de İsa mahlûk değildir! Siz Kur’ân’ın mahlûk olmadığına inanırken şirke düşmediğiniz gibi, biz de İsa’nın mahlûk olmadığına inanmakla şirke düşmüş olmayız.

Hıristiyanların bu savunması karşısında muhtemelen Mu‘tezile mensupları;

“Kur’ân’ın mahlûk olmadığına inandığımızı da nereden çıkarıyorsunuz? Bize göre Kur’ân mahlûktur!” tepkisini vermişler ve kanaatlerini bu doğrultuda geliştirmeye başlamışlardır.

Nitekim herkesi Kur’ân’ın yaratılmış olduğuna inanmaya mecbur tutan ve bu yönde ilk direktifi veren Abbâsî halîfesi Me’mûn’un, Bağdat valisine gönderdiği mektupta; Kur’ân’ın yaratılmamış olduğuna inananları, Hazret-i İsa’nın yaratılmamış olduğunu söyleyen hıristiyanlara benzemekle itham etmesi ve Kadı Abdülcebbar gibi mu‘tezilî âlimlerin eserlerindeki ifadeleri de bunu teyit etmektedir.

Daha sonraki zamanlarda kelâm sıfatındaki bu tartışmalar, diğer sıfatlara da sıçramış ve neticede Mu‘tezile, naslarda zikredilen Allâh’ın sıfatlarından birçoğunu mecâza hamledip tevil etmiş, diğerlerini ise zât ile aynîleştirerek;

“Allah zâtıyla bilir, zâtıyla görür vb…” demişlerdir. Öyleyse ehl-i sünnet âlimlerinin onları «muattıla / sıfatları reddedenler» şeklinde yaftalaması çok isabetli değildir. Çünkü sıfatları külliyyen reddetmeyip zât ile aynîleştirmektedirler.

Ehl-i sünnet ise; sıfatların zât ile ne aynı ne de gayrı olduğu görüşünü savunmakta birleşmekle birlikte, sıfatların sayısında ve onlara inanmanın keyfiyetinde yekpâre bir bütün oluşturmamaktadır. Başlangıçta (mütekaddimûn devri) Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî ve Bâkıllânî gibi büyük sünnî kelâmcılar da dâhil olmak üzere kelâm sıfatı haricindeki bütün sıfatlara tevilsiz inanılıyordu.

Meselâ Allah hakkında kullanılan ve haberî sıfat denilen yed, istivâ vb. kelimeler hakikî anlamlarından çıkarılmıyor, ancak herhangi bir yorum da getirilmeyerek keyfiyeti Allâh’a havâle ediliyor ve Allâh’ın şânına lâyık bir şekilde bu sıfatlarla muttasıf olduğu düşünülüyordu. Ancak Cüveynî ve Gazâlî gibi sonraki dönem âlimleri (müteahhirûn), gördükleri lüzum üzerine bu sıfatları; «yed, kudrettir», «istivâ, hâkimiyettir» şeklinde mecâza hamlederek tevil ettiler ve bu konuda Mu‘tezile ile aynı çizgide buluştular. Ehl-i sünnet-i hâssa da denilen ve kelâm metoduna, dolayısıyla mecaz dairesinin geliştirilip bu konuda tevil kapısının aralanmasına karşı olan Selefiyye ise, Cüveynî ve Gazâlî öncesindeki tavrı sürdürmeye devam etti.

Algılarımızdaki kusur ve yetersizlikler sebebiyle Cenâb-ı Hakk’ın zâtını idrak etmemiz mümkün olmadığından O’nu sıfat ve eserleriyle tanırız. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak; «Alîm, Hakîm» gibi birçok sıfatla nitelenmektedir. İnsan, aklıyla Allâh’ın varlığını, hattâ belki bazı sıfatlarını bulabilir. Meselâ antik Grek filozofu Aristo, fizik dünyadaki hareketi başlatan bir gücün olmasını aklen zarurî görmüştür. Onun zarurî gördüğü bu güç, her ne kadar bir Tanrı anlayışına atıfta bulunuyor gibiyse de mekanik bir güç şeklinde anlaşılmaya da müsaittir. Dolayısıyla Allâh’ı sahih bir şekilde tanımak, ancak peygamberlerin getirdiği mesajlara bakmakla mümkün olabilmektedir. Bu sebeple Allâh’ı sıfatlarından soyutlanmış olarak düşünemeyiz.

Kaldı ki vasıftan mahrum olmak bir eksikliktir. Çünkü vasıf sahibi olmak, olup biten işlere yön verebilmek ve onlarda müessir olabilmek anlamına gelir. Vasıfsızlık ise akıntıya kapılıp gitmeye yol açar. Bütün dünya tarihi bunun şahididir. Bilgi ve güçle donananlar, şecaat ve gayreti ilke edinenler, dünyaya hep yön vermişler; bu özelliklerden mahrum olanlar ise hep başkalarının tesir ve nüfuzu altına girmişlerdir. Allah, İslâm âlemi olarak akıntıya kapılıp gittiğimiz günleri sona erdirip, yeniden vasıflı kişilere sahip topluluklar olarak dünyaya yön vermemizi nasip etsin!