Kur’ân-ı Kerim’den Eğitim Prensipleri -4-

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

LİSAN VE BEYAN
Eğitim-öğretim, tebliğ; her zaman söz ile dile gelir.
Konuşmak, beyan kabiliyeti, fasâhat, belâgat, hitabet… Eğitimcinin en mühim vasıtasıdır.
Peygamberlerin en başta gelen usulleri; sohbetti, hatırlatmaktı, tebliğ etmekti, okumaktı, öğretmekti.
DOĞUŞTAN MI?
Hitabet; nedense çoğu kez tabiî kabiliyetlerin kendiliğinden inkişafına terk edildiği, net bir şekilde eğitimi verilmediği için; birçok insan bu sahada kendini kabiliyetsiz zanneder.
Sırf bu zan sebebiyle, meslekî bilgisi, donanımı yeterli olduğu hâlde, iyi bir eğitimci olamayan birçok öğretmen / imam-hatip… vardır.
Hazret-i Musa, rivâyetlere göre peltek veya kekeme idi. Veya Firavun’un denemesinde ateşi ağzına götürdüğü için dilinde yara vardı. Veyahut da kendisinin «dilimdeki düğüm» diye ifade ettiği herhangi bir konuşma/hitabet problemi vardı. (Tâhâ, 27; el-Kasas, 34) Tâhâ 33 ve 34’ün lâfızları, telâffuzundan bir misal veriyor olabilir. Hazret-i Musa’ya birkaç kez; «Korkma!» hitâb-ı ilâhîsi gelir:
“Korkma! Üstün gelecek olan sensin!” (Tâhâ, 68; diğerleri: Tâhâ, 21; en-Neml, 10; el-Kasas, 25; 31)
Mesaj; dezavantajların üzerine gitmek, korkuları yenmek ve başarabileceğine inanmaktır.
İlâhî hikmet, hem Firavun gibi devrin kudretli ve zalim bir hükümdarının karşısına çıkıp hakikatleri anlatmaya ve haykırmaya, hem de «Kelîmullah / Allah ile konuşan» kişi olma bahtiyarlığına onu seçti.
Kur’ân-ı Kerim üç peygambere daha «Korkma!» hitabını bize nakleder. (Hz. İbrahim: Hûd, 70, ez-Zâriyât, 28; Hz. Lût: el-Ankebût, 33; Hz. Davud: Sâd, 22) Bu açıdan bakılınca İstiklâl Marşı’mızın «Korkma!» ifadesiyle başlamasının yersiz değil, gayet yerinde olduğu da anlaşılır.
SAMİMİYET FARKI
Belâgat ve fasâhat, sözü edebiyatın sihriyle söylemek; artı ve eksi yönlere savrulabilen bir sırdır.
Doğru ve iyi mânâların, güzel ve etkileyici bir şekilde söylenmesi ne güzeldir! Fakat bâtıl ve kötünün, sözün sihrinden istifade edebilmesi ne kadar kötüdür… Sözü güzelleştiren bütün âmiller, ses tonundan vurguya, kelime seçiminden söz ve anlam sanatlarına, hepsi neticede kabuktur. Hazret-i Musa gibi büyük bir peygamber, -rivâyetlere göre soytarıların taklidini yapıp eğlenecekleri derecede- kusurlu konuşuyor idiyse, Rabbimiz, bir başka hususa dikkatimizi çekiyor olmalıdır:
Sözün zarflarına aldanmadan mazrûfuna bakabilmek…
Parmağa değil, gösterdiği yöne bakabilmek…
Kelimelerin süsüne, hisleri dalgalandırabilen, gözlerden yaş getiren performanslara değil, sözün ta kendisine ve anlamına bakabilmek… Gerçek bir tahlil için bu şart… Firavunların, dev binalar, maskeler, törenler, unvanlar, sihirler arkasında yaldızladıkları bâtıl akîdelerini yerle bir eden bir adam… Firavun’un kibirli tanıtımıyla; «neredeyse meramını bile anlatamayan» (ez-Zuhruf, 52) bir adam… Hazret-i Musa, meramını pek âlâ anlatıyordu. Fakat onların alışık oldukları, süslü, abartılı, parıltılı, yapmacık üslûpla değil…
Günümüzde beden dilinden, kılık-kıyafete, fon müziğinden, sahne düzenine, sayfa mizanpajından, yazı tipi ve grafiklere, söz ve yazıdaki özü çevreleyen hususlara çok büyük bir vurgu var. «Serbestçiler» tarafından bile şiir sayılamayacak lâkırdılar, bir ton fon, gırtlak ve tonlama ile arz ediliyor. Ne mânâ var, ne sanat, ne de söz…
Sözü çevreleyen unsurlar gözetilmeli fakat iki şartla:
1. Samimiyet, doğruluk, iyi niyet gibi ahlâkî tavır.
2. Yan unsurları sözün / özün önüne geçirmemek.
Güzel mazrûfa güzel zarf yakışır. Hakikatler mırıltı tonunda değil, gürleyerek söylenir. Kalpte hidâyet kandilini tutuşturabilecek söz çırasına ateşi, neyle verebiliyorsak vermeliyiz. Peygamber Efendimiz, samimî olmayan secîleri (kafiyeli nesir), yapmacık duâları, kibirli bir şekilde ağdalı konuşup sözü uzatmayı men ederdi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 86/5006) Kendisi ise cevâmiu’l-kelim (az sözle çok mânâ), âhenkli duâlar, teşbih, temsil ve istiâreler kullanırdı. Sözü, harfleri tek tek söylüyormuşçasına güzel bir diksiyonla ifade eder; soru, tekrar, nidâ gibi üslûplarla ilgiyi canlandırırdı. Mübârek kaşlarındaki damarın şişmesine kadar, asla yapmacık olmayan çok etkili bir beden dili de mevcut idi.
Demek ki fark, samimiyette… Samimî iseniz, mesajın özüne gerekli ehemmiyeti verdiyseniz; sözü çevreleyen katkıları cesurca kullanabilirsiniz.
Samimiyet konusunda şunu da ifade edelim. Eğitim bir süreçtir, o süreçte taklit ve takip usulüyle öğrenme yolunda olmak, samimiyetsizlik değildir.
NETLİK / ANLAŞILIRLIK
Her peygamber, kavminin lisanıyla gelir. (İbrâhîm, 4) Yani alıcı ile verici arasında ortak bir zemin, bir lisan aramak gerekir. Efendimiz, Kur’ân’ı tebliğ ederken, Cenâb-ı Hak’tan «yedi harf» genişliği niyaz etmiştir. (Müslim, Salâtu’l-Müsafirîn, 273) Bu, muhatabı olduğu farklı kabîlelerin lehçelerini gözetebilmek mânâsına geliyordu. Farklı kıraatler, bu genişliğin hâtırasıdır.
Eğitimcinin lisanı mübîndir. (en-Nahl, 103; eş-Şuarâ, 195; Yâsîn, 69; ez-Zuhruf, 2-3; el-Mâide, 15, 92; el-A‘râf, 184; el-Hicr, 1; en-Nûr, 34) Açık, anlaşılır ve nettir. Muğlâk, müphem, oraya buraya çekilebilir değildir… Kapalı, çok ağır, ağdalı, muhatabının seviyesinden yüksek de değildir. Efendimiz, insanların idrak seviyelerini gözetmeyi emreder. (Zebîdî, İthafu’s-Sâde, 2/65; Ebû Dâvûd, Edeb, 20; Deylemî, V, 359)
Burada dikkat edilecek husus, bir yandan öğretmek, bir yandan da anlaşılabilmek dengesini gözetmektir.
Anlamıyorlar diye söz dağarcığımızın seviyesini 300 kelimeye mi indirmeliyiz? Belki evet, fakat tekrar, 3.000’lere, 30.000’lere beraber yükselmek şuuruyla…
Eğer seviyeye inilmezse;
Dâvet edeceksin ama dâvâyı kim anlar?
Öz öz diyerek dilde de en özge bozuldu! (Tâlî)
denilerek, kötümserliğe düşülmüş olur. Peygamberler inşâ edicidir. Fıtrat, en büyük yardımcımızdır. Çoğu kez tebliğcinin vazifesi «tezkir» yani muhatabın hatırlamasını sağlamaktır.
Burada inkârcı, inat muhatapların anlamazdan gelişlerine göre ayar değiştirmeye de gerek yoktur. Hazret-i Şuayb’a kavmi;
“Dediklerinin birçoğunu anlamıyoruz!” diye seslendiler. (Hûd, 91) Firavun, Hazret-i Musa’ya;
“Âlemlerin Rabbi dediğin de ne?” (eş-Şuarâ, 23) diyerek, değil yüklem, daha sözün öznesini bile anlamadığını hissettirmişti. Aklı sıra; “Kimsenin hiç duymadığı olmadık şeyler anlatıyorsun!” demek istiyordu. Kâh, duyulmadık bilinmedik «sayıklamalar…» dediler (el-Enbiyâ, 5), kâh eski masal; «Evvelkilerin efsaneleri…» dediler. (el-En‘âm, 25; vb.) Peygamber Efendimiz’e de; “Rahman da ne?” (el-Furkān, 60) gibi alaycı sualler yöneltildi.
Çare; seviyesine inmek, elinden tutup tekrar yükseltmek…
Sadeleştirme furyası ise, böyle yapmıyor. Eserler, tahrif ediliyor. Istılahlar dahî sadeleştirilmeye kalkılınca ortaya anlamsız yığınlar kalıyor. Anlaşılsın diye anlam katlediliyor.
Istılah demişken;
Dînin kendine mahsus bir lisanı vardır. Fakat, halka büsbütün ıstılahlarla dolu bir lisanla hitap etmek de doğru olmaz. Îmânı, kelâm ilminin yüzlerce yıldır birikmiş kelime kadrosuyla anlatmak, ancak meseleyi ilâhiyatçı olarak ele alan kişilere gereklidir. Îman, bir dînî bilgi olarak, Kur’ân’ın anlattığı, Hazret-i Peygamber’in anlattığı sadelikte anlatılmalıdır.
Yine fıkıh öğretilirken, muhatabımız ehl-i tahkik ve tercih bir müctehid imiş gibi bütün görüşleri önüne dökmek de yanlıştır. Bu tür, bulanık puslu havalar, nefs-i emmârenin sevdiği atmosferlerdir. İşine geleni alacaktır.
Söyleyecek sözü olanlar için, Sözlerin En Güzeli’nde daha nice prensip saklıdır.