BİTİŞ VE BAŞLANGIÇ…

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Bu yazı dizisi, hayalî bir roman tekniğiyle değil, cemiyetin içinde yaşadığı hâdiseler ve ulvî hakikatler etrafında oluşan gerçekleri ve meseleleri canlandırma, tasvir, konuşma ve sohbet üslûbu ile kaleme alınmıştır. Bir yanda zulmet ve onun hüsran dolu ahvâli, diğer yanda ezelî ve ebedî nûrun nimet ve bereketli ahvâli. Bu ikisinin arasında zulmetten nûra açılan bir hidâyet penceresi…

BİTİŞ VE BAŞLANGIÇ…

Yoğun gayret halkaları peş peşe eklendi. Seneler senelerle bütünleşti. Hayırlı besmeleler, hayırlı semereler verdi. Çileli çalışmalar, nesil endişesi ile dolu yıllar, büyük dağarcıklar oluşturdu.

O dağarcıklarla Orhan, İlâhiyat Fakültesinden mezuniyet diplomasını aldı.

Bu müjdeyle eve vardığında, amcası ve yengesinin gözleri doldu. Tebrik ettiler. Turgut amca, titrek bir sesle konuştu:

“–Orhan evlâdım! Üzerimizde Allâh’ın ne büyük lütufları tecellî etti. Nereden nerelere geldik. Kurban olduğum Rabbim, hepimizi yerin yedi kat derinliğinden aldı semâlara çıkardı. Çirkinliklerin pençesinden kurtarıp güzelliklerin ravzasına yerleştirdi. Felâketlerin eşiğindeydik, tevbe ve rahmete nâil olduk. Doktor Selim Bey, Orhan evlâdımıza vesile, o da bize vesile oldu. Vesile, vesile içinde; nice hayırlar gerçekleşti.”

Yengesi tasdik etti:

“–Hakikaten öyle. Rabbimiz’e sonsuz şükür.”

Sonra Orhan’a döndü:

“–Peki, evlâdım! Bundan sonra ne yapacaksın? Hemen vazife mümkün oluyor mu?”

Orhan, derin bir nefes aldı:

“–Yengeciğim, Allah lutfetti. Dağarcığımıza ilim ve irfan hazinesinden birçok emânetler kondu. Şimdi onları yerli yerinde değerlendirme zamanı. O hazineden mahrum olanlara ikram etme zamanı. Hem ilim, sarf ettikçe artan bir nasip. Eğer sarf edilmezse, azalır, sonunda ziyan olur gider.”

Turgut amca sordu:

“–Yani Orhan? Bu noktada düşüncen ne?”

“–Amcacığım, zihnimde ve gönlümde hayli hayırla dolu fikirler oluştu, fakat önce Doktor Selim Amcayla istişâre etmeyi düşünüyorum.”

“–Gayet isabetli olur. Basîreti yüksek bir şahıs. Eminim ki, en doğru ve en hayırlı olanı tavsiye edecektir.”

Orhan, o gün, öğle civarı Nasipli Şevket ile birlikte Doktor Selim Bey’e uğradı. Birlikte öğle yemeği yediler. Sonra çaylarını yudumlarken Orhan mevzuu açtı:

“–Doktor amca, bugünlere gelmemde sizin fazîletli irşadlarınızı hiçbir zaman unutmayacağım. Rabbim sizlerden sonsuz râzı olsun. Hep sizlerle ve Yûnus Dedemiz’le istişâre ederek hareket ettim. Elhamdülillâh, hepsinin neticesinde Allah hayır kapıları açtı, şükre vesile nasipler ihsan etti. Şimdi de mezuniyet sonrası için sizinle istişâreye geldim. Ne buyurursunuz?”

Doktor Selim Bey tebessüm etti:

“–Evlâdım; benim söyleyeceklerim, zaten senin idrâk ettiğin hususlardır. Sen neler düşündün, önce onu söyle bakalım.”

Orhan, tefekkür hilâlini güneşli bir sabaha ulaştırmışça bir huzur ve azim ile cevap verdi:

“–Akşam, dünya haritasını inceledim. Müslümanların ahvâlini derin derin tefekkür ettim. Merhum Âkif’in şu cümleleri hatırıma geldi:

«Odama girdim; kapıyı kapadım; ağlamaya başladım. O gün akşama kadar İslâm’ın garipliğine, müslümanların inhitâtına ağladım, ağladım…»

Bu cümlelerle benim de gözlerim doldu. Sabaha kadar ince ince aktı. O vaziyette, bu cümlelerinin ardından Âkif’in yazdığı şu beyitleri okudum:

Samîmî yaşlarından coştu rûhum, herc ü merc oldu;
Fakat, mâtem halâs etmez, cehennemler saran yurdu.
Cemâat intibâh ister, uyanmaz gizli yaşlarla!
Çalışmak!.. Başka yol yok, hem nasıl? Canlarla, başlarla.
Alınlar terlesin, derhâl iner mev‘ûd olan rahmet…

Doktor amca;

Bu hissiyat içerisinde ben de, müslümanlara mev’ûd / va‘dedilmiş olan rahmetin tecellîsi için gayrete karar verdim. Nerede ihtiyaç varsa, orada hizmet etmek isterim.”

Doktor Selim Bey, sevinçle ayağa kalktı:

“–Tebrik ederim. Tebrik ederim. Bir müslüman delikanlı, nâil olduğu hak din olan İslâm’ın şükrünü edâ yolunda bir misyonerden daha şuurlu olmak zorunda. Bâtıl bir dînin gafil misyonerleri, doğru zannettikleri yanlışları yaymak için neler yapıyor neler! Bâtıl içinde Hakk’ı bulmaya çalışıyorlar. Biz ise daha büyük bir gayretle onların da hidâyetine vesile olabilecek hizmetleri yapmakla elbette mükellefiz ve mes’ûlüz. Bu hususta Âkif’in şu beyti de çok mânidar:

Misyonerler, gece-gündüz yeri devretmedeler;
Ulemâ, vahy-i İlâhî’yi mi bilmem, bekler?

Orhan evlâdım, bu güzel niyeti, yarınki sohbetin ardından Yûnus Dede’ye de arz edelim. İnşâallah hayırlı bir hizmet kapısı nasip olur.”

Ertesi gün, Yûnus Dede’nin sohbetini âdetâ iple çektiler. Orhan’ın içi içine sığmıyordu. Kalbini o âna kadar hiç tatmadığı bir mânevî meltem kuşatmış, rûhuna göklerin kanadı olmuştu. Bu feyiz ve vecd hâli içinde Hüdâyî Camii’ne geldi. Boyun büktü ve Yûnus Dede’nin tane tane yaptığı sohbete aklı da, kalbi de, rûhu da kulak kesildi:

“Kıymetli kardeşlerim,

Hak yolunda ashâb-ı kirâmın hayatı, baştan sona tam bir mücâhede ve hizmet örneğidir. Onlar, Allah Rasûlü’nün kalbî derinliği ile şahsiyet kazandılar. Derecelerine göre, Allah Rasûlü’nün hissiyâtı ile duygulandılar.

Câlib-i dikkattir;

Vedâ Haccı’nda 120.000 sahâbî mevcut idi. Bu kadar sahâbîden ancak 20.000’i Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’de medfun. Diğerleri ise, İslâm’ı tebliğ etmek ve i‘lâ-yı kelimetullah için bütün dünyaya yayılmışlar. Varabildikleri en ileri nokta, kabirleri olmuş.

Onlar;

Din yolunda, fazîlet uğrunda; mallarını ve canlarını vermekten asla kaçınmadılar. Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; onlardan dînî bir gaye için yardım talebinde bulunduğu zaman, servet ve imkânlarını huzûr-i saâdete cömertçe döktüler. Hanım sahâbîler de, küpelerini, bileziklerini ve gerdanlıklarını çıkarıp fedâkârlıkta bulundular.

Böylece;

Ashab devrinde mü’mini kemâle erdiren akıl ve kalp fonksiyonları, büyük bir âhenk içinde ve müştereken kullanıldı. Mü’minde heyecan ve aşk unsuru canlı tutularak tefekkür derinleşti. İnsanlar bu cihanın bir imtihan dershânesi olduğunun idrâki içinde yaşadılar. Kalpler, ilâhî azamet ve kudret akışlarına âşinâ oldu. Emr bi’l-mâruf ve nehy ani’l-münker için Çin’e, Semerkant’a ve arkadan gelenler de Endülüs’e kadar yolculuk etti. O câhiliye toplumu «gerçek bilenler»den oldu. Geceler gündüze döndü. Kışlar bahar oldu. Tefekkür gelişti, insan vücudunun bir damla sudan, kuşun basit bir yumurtadan, ağacın ve meyvelerin yok kadar bir çekirdekten meydana gelişleri ve emsalleri üzerinde derin tefekkürler başladı… Hayat, Allah rızâsına endekslendi. Merhamet, şefkat, hakkı tevzîdeki derinlik, zirveleşti.

Sahâbîler için hayatın en zevkli ve mânâlı anları, insanlara tevhid mesajını ilettikleri zamanlar oldu. İdam edilmek üzere iken kendisine üç dakika zaman tanıyan nasipsiz bedbahta sahâbî teşekkür etti ve;

“−Demek ki tebliğ için üç dakikalık vaktim var.” dedi.

Velhâsıl ashâb-ı kiram, Kur’ân ile beraber ve Kur’ân için yaşadılar ve hayatlarını Kur’ân’a adadılar. Onlar tarihte görülmemiş bir gayret ve hizmet sergilediler. İşkenceye, baskıya, zulme mâruz kaldılar, lâkin inandıkları değerlerden asla taviz vermediler. Allâh’ın gönderdiği âyetleri yaşayabilmek için mallarını, mülklerini, yurtlarını bırakarak hicret ettiler, bu uğurda her şeylerini fedâ etmekte tereddüt etmediler.

Cenâb-ı Hak, sâlih mü’minler hakkında âyet-i kerîmede;

“… Onlar hayırda birbirleriyle yarışırlar.” (Âl-i İmrân, 114) buyurmaktadır.

O sâlih mü’minler, ömürlerini birer vakıf insanı olarak hizmette yarış hâlinde yaşayabilen bahtiyarlardır. O vakıf insanların başında, insanlığın en zirvesinde bulunan peygamberler gelir. Sonra velîler. Sonra da onların terbiyesinde kemâle eren mü’minler gelir.

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’den itibaren îman heyecanını, dünyanın dört bir tarafına taşıyan ve tarihin en güzîde altın sayfalarını yazan şahsiyetler, bu vakıf insanlardır. Onların hayatlarının özeti de, şan ve şeref dolu hizmetleridir.

Elbette ki;

Hizmetler muhteliftir. Allah rızâsı için yapılan gayretlerin tamamı, hizmet dairesi içine girer. Mühim olan; gerek maddî ve gerekse mânevî olarak gönüllerin, liyâkat, istîdat ve iktidarları ölçüsünde bir hizmeti gerçekleştirmesidir. Zira Allah Teâlâ; herkese bir hizmet takdir etmiş, onu yaratılışına göre bir işe lâyık kılmış ve bunun için maddî-mânevî gerekli imkânları da bahşetmiştir.

Hizmet rûhunun muazzam misallerinden biri Vehb bin Kebşe -radiyallâhu anh-’tır.

Bu mübârek sahâbînin türbesi Çin’dedir. Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- onu, Çin’de tebliğ hizmetinde bulunmak üzere vazifelendirmiştir. Hâlbuki o zamanın şartlarıyla Çin, bir yıllık mesafededir. Bu sahâbî oraya kadar gidip uzun bir müddet tebliğde bulunduktan sonra gönlünü kavuran Rasûlullah hasretini bir nebze dindirebilmek ümidiyle Medine yollarına düşmüştür. Bir yıl süren çileli bir yolculuğun ardından nurlu Medine’ye vâsıl olmuş, fakat ne yazık ki Hazret-i Peygamber vefat etmiş olduğu için O’nu görememiştir. Hasreti bir kat daha artmış olarak, Allah Rasûlü’nün kendisine emrettiği hizmetin kudsiyyetinin idrâki içinde tekrar Çin’e dönmüş ve bu hizmetteyken rûhunu teslim etmiştir.

Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin seksen küsur yaşına rağmen iki sefer İstanbul surları önüne kadar gelmesi ve orada şehid olması; insanları hidâyete çağırarak, onları dünya ve âhiret saâdetine kavuşturabilmenin cihanşümûl gayretlerinden biridir. Hizmet aşkı ve âhireti kurtarabilme mücadelesi, onları dünyanın dört bir tarafına sevk etmiştir.

Bu hakikatler, ancak büyük bir îman vecdiyle tâkat getirilebilecek muhteşem ve fedâkârâne hizmet tablolarıdır. Onların hizmet aşk ve rûhu, bizler için ebedî kurtuluş yollarını aydınlatan parlak birer yıldız hükmündedir.

Hepsinin mazhariyeti de, şu hadîs-i şerif muhtevasında yaşamalarıdır:

Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir gün şöyle buyurdular:

“–Size bir kısım insanlardan haber vereyim mi? Onlar ne peygamber ne de şehiddirler. Ancak kıyâmet gününde peygamberler ve şehidler, onların Allah katındaki makamlarına gıpta ederler. Nurdan minberler üzerine oturmuşlardır ve herkes onları tanır.”

Ashâb-ı kiram;

“–Onlar kimlerdir yâ Rasûlâllah!” diye sordular.

Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“–Onlar, Allâh’ın kullarını Allâh’a sevdiren ve Allâh’ı da kullarına sevdiren kimselerdir. Yeryüzünde nasihatçi ve tebliğciler olarak dolaşırlar.”

Sahâbî sordu:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allâh’ı kullarına sevdirmeyi idrâk ettik. Peki Allâh’ın kullarını Allâh’a sevdirmek nasıl olur?”

Efendimiz buyurdu ki:

يَأْمُرُونَهُمْ بِمَا يُحِبُّ اللّٰهُ وَيَنْهَوْنَهُمْ عَمَّا يَكْرَهُ اللّٰهُ
فَإِذَا أَطَاعُوهُمْ أَحَبَّهُمُ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ

“–İnsanlara Allâh’ın sevdiği şeyleri emrederler, sevmediği şeylerden de sakındırırlar. İnsanlar da buna itaat edince Allah -azze ve celle- onları sever.” (Ali el-Müttakî, III, 685-686; Beyhakî, Şuabu’l-Îman, I, 367)

Rabbim hepimizi bu vasıfta bir hizmet ömrüne mazhar eylesin. Âmîn…”

Sohbetten sonra Yûnus Dede ile görüşüldü.

Nur yüzlü o gönül insanı, kalbini gözlerinden bir dolunay gibi yansıtıyordu. Çok memnun olmuştu. Orhan’ı alnından öperek tebrik etti. Etraflıca değerlendirmeler yaptı ve neticede istişâreden Orhan’a Afrika yolculuğu göründü. Kapıdan uğurlarken Yûnus Dede, son olarak şunları söyledi:

“–Evlâdım, bu dünya fânî. Onu değerlendirmesini bilen bâkîye nâil olur. Dünyada her şey bitmeye mahkûmdur. Fakat ârif gönüller, erbâb-ı hizmet olanlar, her bitişi hayırlı bir başlangıca dönüştürürler. Böylece fânî bitişler, bâkî başlangıçlar olur. Hayatın da özeti zaten budur. Çünkü esas hayat, âhiret hayatıdır.

Elhamdülillâh.

Sen de okulunun bitişini çok hayırlı ve ebedî vasıfta bir başlangıca dönüştürdün.

Allah mübârek etsin.

Fânî günlerin bitiş gününü ebedî nasiplerin başlangıcı eylesin…”

Huzurdan çıkarken hepsinin gönlünde tek ifade vardı:

“–Âmîn…”

Başarılı bir bitişi, hayırlı bir başlangıca döndürmeye;

“–Âmîn…” diyorlardı.