ÎMÂNIN FÂRİKALARI

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

 

Cenâb-ı Hak, inananlara doğrudan hitâb eyler:

 

–Ey îmân edenler!

 

Sonra da îman etrafında onların ne yapması gerektiğini; yani îmânın fârikalarını, özelliklerini, hususiyetlerini, incelikleri ve mes’ûliyetlerini tek tek beyan buyurur. Böylece yığınla dertler, çileler, âfetler, zulümler ve felâketler ortasında sarılacakları çareleri, çözümleri ve dermanları öğretir. Nice tıkanan yolları açacak formüller ihsân eder. Fânîden ebediyete uzanan köprüde, alevlerin ortasına düşmeden yüce maksada erişebilmenin yegâne usûllerini ve metotlarını gösterir. Bu çerçevede;

 

Her devri, bilhassa zor zamanları içine alan bir düstur ve çare olarak şu âyet-i kerîme pek mânidardır:

 

“−Ey îmân edenler! 

 

•Sabır ve 

 

•Namaz ile 

 

•Allah’tan yardım isteyin! 

 

Muhakkak ki;

 

Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Bakara, 153)

 

Önce sormalı:

 

–Kimler yardım ister?

 

•Darda kalmışlar

 

Muhtaçlar

 

•Fakirler

 

Dilenciler 

 

•Âcizler

 

Kimsesizler

 

Çaresizler

 

Hastalar

 

•Tehlike altındakiler

 

Âfet ve musîbete dûçâr olanlar

 

Yardım istemeyi önce bir bebekten öğrenmeli insan.

 

Bir bebek.

 

Âciz ve muhtaç. Nasıl yardım istiyor?

 

Hıçkıra hıçkıra.

 

Ağlaya ağlaya.

 

Çağlaya çağlaya.

 

Yardım gelene kadar. Ulaşana kadar. Saatlerce hıçkırış. Hiç durmadan hıçkırış.

 

Yardım istemek işte böyle olur.

 

O bebek;

 

Böyle istemeseydi, aç kalırdı. Kendi kendine hazırlaması mümkün değil. Yiyebilmesi de mümkün değil. Başka çaresi yok. İstemese, uyuyamaz. İstemese şifâ bulamaz. İstemese ciğerleri çalışmaz.

 

Allah’tan isterken işte böyle istemeli. Böyle duâ makbul. 

 

Lâkin dünyevî çerçevede baktığımızda; insanların gençlik zamanı dirilikle dolu, yaşlılık zamanı imkânlarla dolu vesâire. Kimse bu denli âciz değil, böyle muhtaç değil. Dünyaya odaklı düşününce; herkes belli ihtiyaçlara sahip belki, ancak canhıraş bir ihtiyaç hâlinde değil. Dolayısıyla dünyaya endeksli düşünen her kimse muhtaçlığından habersiz ve minnetsizdir, yardım istemek bir tarafa bu ona zül gibi gelir.

 

Ammâ;

 

Âhiret odaklı bakıldığında işin rengi çok farklı. Sonsuz cehennemin ve azap alevlerinin karşısında kimsede gurur, kibir vesâire olması imkânsız. Bu yüzden îman;

 

يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ

 

Allâh’a ve 

 

Âhiret gününe inanmak ile birlikte geçer.

 

Demek ki gerçek îman, âhirete endeksli bir hakikat. 

 

Şüphe yok, âhiret kapıda. 

 

O kapıda hayatı ve ebediyeti idrâk eden, Cenâb-ı Hakk’ın murâd ettiği tefekküre mazhar olur. Bu fânîde îman sırrıyla âhiret penceresini açar. Mahşer meydanına bakar bakmaz;

 

Allâh’a karşı sonsuz muhtaçlığını görür.

 

Gece-gündüz yardım ister.

 

Anlar ki;

 

Bu dünyada her nimet elinde idi ama orada hiçbiri elinde değil. Hepsi kadar yardıma muhtaç. Kaldı ki bunları kazanmak da, orada mümkün değil. Burada kazanıyorsun, çalışınca veriliyor. Orada çalışsan da verilmiyor. Sadece yardım olarak verilirse verilecek.

 

Bunu anlayanlar…

 

Âhiret âlemini seyreden gözlerle ve o âlemi idrâk eden özlerle ellerini açıp da alınlarını secdeye koyanlar…

 

Onlar; 

 

Çırpına çırpına, ağlaya ağlaya muhtaçlıklarının idrâki içerisinde olur ve onlar çok bambaşka yardım dilemesi içerisinde, isteyişler içerisinde Allâh’a ilticâ ederler.

 

Bilirler ki;

 

Âhiret penceresinde herkes dilenciden daha dilenci; darda kalmıştan daha darda kalmış vaziyettedir.

 

Çünkü orada darda kalışın en uç noktası gerçekleşecek. Orada muhtaçlık, Allâh’ın lutfunun dışında asla giderilemeyecek bir muhtaçlık olacak.

 

Burada;

 

Bir garip görüyorsun, bakıyorsun zor durumda. Hemen alıyorsun bir yerden üç-beş bir şey.

 

İlâç lâzım, eczahâne var; gidip alıyorsun. 

 

Meyve lâzım, gidiyorsun manavdan alıyorsun.

 

Bir alışveriş merkezinden şunu alıyorsun, bunu alıyorsun. Mümkün.

 

Her şekilde alıp, tedarik edeceğin bir şey var bu dünyada. Bu dünyadaki muhtaçlıklar onun için çok köklü değil. En acı muhtaç bile, o kadar köklü bir muhtaç değil. Hepsi geçici ve giderilen şeyler.

 

Bundan dolayı bir kimse;

 

Eğer âhiret îmânı itibarıyla çok güçlü değilse, îman gözleriyle o âlemi seyretmiyorsa, her ânında ve tefekküründe âhirete pencere açmıyorsa, o kimse, kendini hiç muhtaç değil zannediyor. Sonsuz muhtaçlığını anlamıyor, Allah’tan da yardım filân da istemiyor. İsterse de dilinin ucuyla istiyor. Dil döke döke istemiyor. İsteyemez çünkü muhtaç değil, tuzu kuru. Duâ cümleleri onun ağzında âdeta;

 

− İster ver, ister verme! şeklinde.

 

Şayet;

 

İç dünyamızda duâlarımızı gözden geçirsek, kendimizi hiç eğip bükmeden tenkit etsek, tefekkür etsek, kezâ yaptığımız sofra duâlarına ve namaz sonrasındaki duâlarımıza baksak, görürüz ki onlar, ekseriyetle dilimizin ucuyla.

 

Niye?

 

Sanki ihtiyacımız yok. Tuzumuz kuru, enerjimiz yerinde, gıdâmız yerinde, şu yerinde, bu yerinde, her şey âlâ! Kendimizce mü’minlerin dertleriyle de dertleniyoruz. Çokça da her yere koşturuyoruz. Fazla fazla hayırlı işler yapıyoruz. Filân.

 

Hep kendimizi aklayacak, paklayacak, rahatlatacak sebeplerimiz var. Böyle olunca, şöyle yana yakıla, içimizi ve ciğerimizi parçalaya parçalaya duâlar etmiyoruz, sözümüzden ve özümüzden yalvarış fışkırmıyor. 

 

İstisnâlar yok mu? 

 

Var.

 

Mahşer meydanını seyredip de gönlüyle, rûhuyla ve özüyle o iklimde olanlarımız, îmanları Allâh’a ve âhirete odaklı samimî gönüller, işte onlar; namazlarında, niyazlarında, secdelerinde ve duâlarında hakikaten bambaşka bir muhtaçlığın içerisinde çırpına çırpına yalvarıyorlar elbette.

 

Dilencilerden daha içli yalvarıyorlar onlar.

 

Darda kalmışlardan daha yanık yalvarıyorlar.

 

Hiçbir şeyi olmayan fakirlerden daha niyazkâr yalvarıyorlar.

 

Kimsesizlerden daha dertli yalvarıyorlar.

 

Âcizlerden daha ısrarlı yalvarıyorlar.

 

Hasta ve çaresizlerden daha bîçâre yalvarıyorlar.

 

Tehlikelerin tam göbeğindekilerden daha acıklı yalvarıyorlar.

 

Âfet ve musîbete uğramışlardan daha sancılı yalvarıyorlar.

 

Gerçekten;

 

Bunların her biri ayrı ayrı yalvartır insanı. 

 

Mahşer meydanı, bunların hepsinin toplamı… Orada her insan bu vaziyette. Hattâ peygamberler bile; «Nefsî!.. Nefsî!..» demeyecekler mi?

 

O açıdan;

 

O âlemin tefekkürü sayesinde, îmânın bizi oraya ulaştıran koridoru içerisinde yaşayanların hayatı, duâ ve ilticâlarla geçer. 

 

Onlar;

 

•Her hâdise karşısında, 

 

•Her çıkmaz meselede,

 

•Her zulüm ve vahşet tablosunda,

 

•Dünya ve âhiretin her türlü zorluk ve sıkıntısında,

 

Namazla ve sabırla Allah’tan yardım isterler…

 

Onlar;

 

Zâlimlerin mazlum beşikleri yaktığı bir dünyada, namaz ve sabırla Allah’tan yardım isterler.

 

Onlar;

 

Aylardır Gazze’de yaşanan ağır katliâmlar karşısında sessiz ve seyirci kalan bir dünyada, namaz ve sabırla Allah’tan yardım isterler.

 

Onlar;

 

Nesillerin türlü günah ve isyan tuzaklarında perişan olduğu bir dünyada, namaz ve sabırla Allah’tan yardım isterler.

 

Onlar;

 

15 Temmuz’da olduğu gibi kendi milletine hâin kesilenlerin vatanı yok etmek için saldırganlaştığı kapkara bir dünyada, nurlu dağlar gibi milletçe dimdik dururlar ve tüm zifirî zulümleri püskürtürler. Çünkü namaz ve sabırla Allah’tan yardım isterler.

 

Onlar, Hazret-i Peygamber’in buyurduğu;

 

Erkek olsun, kadın olsun,

 

Mü’min

 

Allâh’a günahsız olarak kavuşuncaya kadar 

 

Kendisinden

 

Çoluk çocuğundan

 

Malından 

 

Belâ eksik olmaz.” (Tirmizî, Zühd, 57) gerçeğine binâen gece-gündüz namaz ve sabırla Allah’tan yardım isterler.

 

İşte o bahtiyarlar;

 

Kıyâmetin korkunç ahvâline ve âhiret meydanında yaşanacak dehşetli manzaralara karşı, namaz ve sabırla Allah’tan yardım isterler.

 

Ey insanoğlu!

 

O yardımı istemenin vakti ve yeri, burası. Onun için Allah Teâlâ burada; «Namaz ve sabırla Allah’tan yardım isteyin!» buyuruyor.

 

O yardımı burada isteyeceğiz. Orada istediğin yardımın hiçbir kıymeti yok. Orada döktüğün gözyaşı cehennem ateşini alevlendirir. Burada döktüğün gözyaşı ise cehennem ateşini söndürür. 

 

İdrâk etmeli:

 

Buradaki samimî gözyaşlarıyla namaz kıldın. Sadece Allah için kıldın, zâyî olmaz.

 

İnfâk ettin, zâyî olmaz.

 

Gayret ettin, zâyî olmaz.

 

Allah içinse yaptığın her şey; tam mânâsıyla ecre ve nimete dönüşür, asla zâyî olmaz.

 

Değilse;

 

İşin içine başka bir şey karıştırdıysan, zaten sen, o dakika kaybettin.

 

Namazı kaybettin, öyle değilse namazın.

 

Ne yaptıysan, onu Allah için yapmadın ise kaybettin.

 

Şehîd olduysan bile, Allah için değilse kupkuru öldün gittin. Allah içinse, Cenâb-ı Hak işte onu, ölüm olmaktan çıkarıyor. Her fânî ölümü tadıyor, ancak Allah, gerçek şehîd olanlara ölüm yaşatmıyor;

 

“−Allah yolunda can verenler hakkında / Allah yolunda öldürülenlere asla; «Ölüler.» demeyin!” buyuruyor: 

 

“−Onlar bilâkis diridirler. Hayattadırlar, ölmemişlerdir. Ancak siz anlayamazsınız bunun mahiyetini.” (el-Bakara, 154)

 

Nasıl bir dirilik, nasıl bir hayat? Bu fânîde biz bunu anlayamayız ama Allah söylüyor. Allah söylüyorsa, tamamdır. Allâh’ın söylemesi yeter.

 

«Allâh’ın söylemesi yeter» diyebilen gerçek inanç, Cenâb-ı Hakk’ı bizim îman itibarıyla kapasitemizin olması gerektiği çerçevede anlayışımızla orantılıdır. İdrâk ettin ama çok dar çerçevede idrâk ettiysen îmânın o darlıkta boğulur, yok kadar kalır. Onda bir sürü ârıza olur. Senin îmânın belli bir çerçeve içinde kalmış ise, bilmeli ki Allah o çerçeveye sığmaz, sonsuzdur. Sen îmânını bir çerçeve kadar tutmuşsun, îmânını derinleştirmemişsin…

 

Onun için;

 

Devamlı zikretmek, devamlı tefekkür etmek şart. Bir saatlik tefekkür altmış yıllık kabul olmuş ibâdetten daha kıymetli.

 

Niye daha kıymetli?

 

Bundan dolayı daha kıymetli. Çünkü senin o tefekküründe, o derinleşmede sınırlarını kırdıkça sonsuz pencereler açılır sana. 

 

Baktıkça anlarsın;

 

Cenâb-ı Allâh’ın kudreti, ne kadar anlasan da senin anlayış sınırların kadar değil. Bu itibarla sen sınırların kadar anlamayı anlamak zannettiğinde ya yanlış ya da noksan anlamış oluyorsun. Îmânın kifâyetsiz kalıyor:

 

Cenâb-ı Allâh’ın korkusu, kalbinde seni hareketlendirmiyor. Dilinle;

 

Korkuyorum, diyorsun ama hiç de korkmuyorsun. 

 

Görmüş olduğun bir yılanın bile sende bıraktığı korku, daha şiddetli. Gördüğünde seni ürküten bir başka şeyden de korkuyorsun, hem de daha fazla korkuyorsun. Ama Allah korkusu sende kelebek kanadı kadar bir tesir oluşturmuyor. Çünkü idrak çerçeven dar.

 

O dar çerçeveyi kırmak zarûrî. Kırsan da belki yine sonsuz bir idrâk elde edemezsin ama en azından sonsuzlukla arandaki sınırı kaldırabilirsin. Böylece ebediyetle arandaki engeli söküp de Cenâb-ı Hakk’ı hakkıyla yani Allâh’ın senden istediği nisbette idrâk etmeye başlarsın ve gerçek bir tevhîde ulaşırsın. 

 

Yani;

 

Sonsuz idrak mümkün değil ama sonsuzla arandaki sınırı kaldıran bir idrak mümkün. O sonsuzlukla aramızdaki sınırı kaldırıp da idrâk ettiğimiz an, îman, tam mânâsıyla kâmil bir îmân oluyor.

 

O vakit;

 

Allâh’ın söylemesi kâfî. Bir başka söz ihtiyacı olmaz.

 

Gafillerin dünyası ve satırları buna kapalıdır, âmâdır.

 

Gafil tip, bilgiçlik kıskacında türlü unvanlara sahip oluyor, şu oluyor, bu oluyor. Fakat maalesef, Cenâb-ı Hakk’ın dediği, kesin olan şeylerde bile; 

 

Ben de bir şey söyleyeceğim, diyor.

 

Benim de burada başka bir yorumum var, diyor. 

 

Allâh’a muhalefet ediyor. Ters konuşuyor, Allâh’ın dediğinden başka şeyler üretiyor. Üstelik bunu da ilim zannediyor. Oysa;

 

Şeytanca bir cehâlet, ey kul, en kötü filim,

Allah’la ters düşmeyi kimler sanıyor ilim? (Seyrî)

 

Öyle tipler;

 

İblisle aynı filmi çeviriyorlar. Aynı bilgiç cehâleti / câhilliği oynuyorlar. Onlar, bildiği hâlde câhilleşen, kara câhiller… Asıl kara cehâlet bu. Bir yanda biliyor güya ama Cenâb-ı Hakk’a karşı -hâşâ- ukalâ kesiliyor. Allah ne derse, odur, diyecek bir idrakte değil. Değil olunca, gaflet ve hayale mahkûm ve mağlûp olarak yüce hakikate uzak düşüyor. Kaybediyor, mahrum oluyor. 

 

Ancak bu tuzağa düşmeyenler; Hakk’a mazhar oluyor, nâil oluyor. Onlar, Allah’tan Allâh’a yolculukta son durağın cehennem değil, mutlaka cennet olması için tüm insanlığa ifade ediyor ki;

 

Sonsuzlukla idrâkin arasındaki sınırı ve çerçeveyi kaldırarak Allâh’ı kavramak, anlamak ve idrâk etmek, bizi gerçek îmanla buluşturur. Bizi namaz ve sabır ile Allâh’ın yardımına ulaştırır. Hâsılı bizi Allah ile beraberliğe kavuşturur. 

 

Yâ Rab,

 

Nasîb et!

 

Âmîn…