Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -40- EN GÜZELİN VEÇHELERİ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

MAHBUB ve MATLÛB

 

Müellifimiz; bu iki kaidede, tasavvuf yollarının çeşitliliği meselesini derinleştiriyor. 

 

Elli Sekizinci Kaide:

 

“En güzele tâbî olmak, hem insan tabiatınca sevimlidir, hem de şerîat tarafından talep edilen bir husustur.” 

 

En iyiye bağlanmak ve en üstün olanın peşinden gitmek, tabiî olarak insanın hoşuna gider. Şerîat da bizden bunu ister. 

 

Bugün bir yere giderken navigasyon kullanıyoruz. Navigasyonda bize birtakım alternatif yollar veriliyor. Bunların içerisinde en hızlı, en kısa ve mâliyeti en düşük olanı tercih etmek hem aklın hem de dînin gereğidir.

 

Binâenaleyh;

 

Cennete vâsıl olmak isteyen insan için de, en kestirmeden, en sağlam ve en hızlı götüren yola tâbî olmak hem insan tabiatının, hem de İslâmiyet’in îcâbıdır. 

 

Ticarette; nakliyesi, havalesi olmayan fakat iyi gelir getiren şeyler için söylenen şöyle bir ifade vardır:

 

«Yükte hafif, pahada ağır…»

 

Ufacık bir elmas parçasını taşımak, istenen yere götürmek kolaydır. Kıymeti ise yüksektir. Aynı meblâğı kazanmak için odun ticareti yapmak ne kadar zahmetlidir.

 

Hâsılı;

 

Müslüman da dînini yaşarken en güzel olanına tâbî olacak.

 

(Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur):

 

«Sözü dinleyip en güzeline tâbî olan (kullarımı müjdele!) İşte Allâh’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.»” (ez-Zümer, 18)

 

Bir veçhe göre de; 

 

“En güzel şekilde tâbî olurlar.” 

 

Yani; 

 

“Tâbî olmayı en güzel şekilde yaparlar.” 

 

Aradaki farkı şöyle anlatalım: 

 

Bir misafir ağırlarsınız, sofrada kuş sütü eksiktir ama eğer suratınız sirke satıyorsa o misafir o sofradan lezzet almaz. Ama güler yüzle, tatlı sözle ikrâm ediyorsanız, en güzel ikrâmı en güzel şekilde yapmış olursunuz! 

 

Demek ki;

 

•Yapılan iş en güzel olacak…

 

•Yapılışı da en güzel tarzda olacak… 

 

Müellifimiz; âyet-i kerîmeden sonra, iki de hadîs-i şerif îrâd ediyor: 

 

(Hadîs-i şeriflerde buyurulur):

 

«Allah yüce işleri, üstün işleri sever! Düşük işleri sevmez.» (Taberânî, Evsat, VII, 78)

 

Cenâb-ı Hak, işlerin ulvî olanlarıyla meşgul olunmasından hoşnut olur. Ayak altı işlerle, merdiven altı faaliyetlerle meşgul olunmasını kerih görür. 

 

Bunun için akıllı insanlar; peygamberlerin, Allâh’ın seçkin kullarının neyle meşgul olduğuna bakıp, kendileri de o ulvî faaliyetlere tâlip olmuşlardır. 

 

Peygamberlerin ana meşgalesi; «insan eğitimi»dir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

 

“Ben muallim olarak, (eğitici olarak) gönderildim!” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)

 

“En güzel ahlâkı öğretmek üzere, mekârim-i ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” (Muvattâ, Hüsnü’l-Huluk, 8)

 

Bu hadîs-i şeriften alacağımız bir ders de himmeti âlî tutmaktır. 

 

Hazret-i Peygamber Efendimiz; «Allah’tan istediğiniz zaman Firdevs’i isteyin!» (Buhârî, Tevhid, 22; Müslim, İmâre, 46) buyurur. Niye? Çünkü Allah, himmetini büyük tutanlardan hoşlanır! 

 

Himmetini büyük tutmak; sadece duâlarda değil, hedef ve ideallerde de kendisini gösterir. Biz Âlemlere Rahmet olan Peygamber’in ümmetiyiz. Bizim için; 

 

«–Ben dünyayı kurtaracağım!» iddiası ile ortaya çıkmak büyük bir himmet değildir. Hedefi kâinat olarak koymak lâzım! Bütün yaratılmışlar olarak koymak lâzım!

 

Nitekim tasavvufun tariflerinden biri; «Allâh’ın mahlûkatına şefkatle hizmet etmek»tir. Taşı da Allah yarattı, ağacı da. İnsan bahçıvanlık yaparken bile;

 

«–Bunları Allah yarattı bunlarla ilgilenirsem, Allâh’ın mahlûkatına şefkat göstermiş olurum.» düşüncesi ile davranırsa onun şuuru ile hareket ederse onun da sevâbını alır. 

 

Zerrûk Hazretleri’nin zikrettiği ikinci hadis:

 

«Allah cemildir, cemâli sever!» (Müslim, Îmân, 147)

 

Allah güzeldir, güzeli, güzelliği sever. Yani insanda estetik kaygı, zevk-i selîm; tabiat-ı asliye hâline gelmelidir. Her şeyi en güzel şekilde yapmaya gayret etmek lâzım. 

 

Cenâb-ı Hak «Cemîl» sıfatıyla muttasıf olduğu için cemal de ihsânı gerektirir. Cenâb-ı Hak bizleri de mütenasip, âzâlarımızı gayet mevzun ve düzgün yaratmış. Kaşımız, gözümüz, burnumuz, kulağımız hepsi en güzel yerinde, en güzel ölçüde. Lâkin şeytan musallat olunca, insan burnu ile kavgalı hâle gelir, dudağı ile kavgalı hâle gelir, böylece şeytanın maskarası olur. 

 

Bu âyet ve hadislerin ışığında;

 

“Tasavvuf, «en güzele tâbî olma» esası üzerine kurulmuştur.” 

 

Hayat tercihlerden ibarettir. Tasavvuf, önümüzdeki tercihlerden en güzelini seçmektir. Elbette âhiretimize göre, dînimize ve dünyamıza göre en güzeli seçmek. 

 

(Endülüslü sûfîlerden) İbnü’l-Arîf -rahimehullah- (v. 536/1141) şöyle der:

 

«Müridlik yolundaki en büyük sır; ‘Sözü dinleyip en güzeline tâbî olan (kullarımı müjdele!)…’ âyetidir.»” 

 

“İstihsan, müstahsinin nazarına göre değişir. Allah en iyi bilendir.” 

 

İstihsan, güzel addetmek demektir. Müstahsin, güzel görendir. Güzel bulmak, kişiden kişiye değişir. “Zevkler ve renkler tartışılmaz.” sözüyle anlatıldığı üzere, kiminin beğendiğini kimi beğenmez. 

 

Demek ki;

 

Evvelâ bir güzellik eğitimi / estetik terbiyesi almak lâzımdır. Bu da zevk-i selîm sahibi insanlarla oturup kalkmakla olur. 

 

Müellifimiz; müteâkip kaidede, güzelliğin çeşitlenmesi meselesine temas edecek:

 

MESLEKLER, ÂLİMLER ve ESERLER

 

Elli Dokuzuncu Kaide:

 

“Güzellik yollarının çeşitliliği, istihsan yollarının da çeşitliliğini, çokluğunu gerektirir. Güzel görünen her şeyde güzelliğin husûle gelmesi neticesini verir.

 

Buna göre;

 

Her grubun kendine mahsus bir yolu vardır.

 

Binâenaleyh;

 

-Avam için (yani yeni işe başlayan sıradan biri için) Hâris el-Muhâsibî’nin (v. 243) kitapları ve o tarzdaki eserlerde nakledilen tasavvuf uygundur.” 

 

Muhâsibî; 3’üncü asır mutasavvıflarından önemli bir isim. En mühim eseri de; 

 

«Risâletü’l-Müsterşidîn» Abdulfettah Ebû Gudde Hocamızın tahkîkiyle yayınlanmıştır. Eserin adı «İrşad isteyenleri irşad risâlesi» mânâsına geliyor.

 

«er-Riâye bi-hukûkillâh / Allâh’ın haklarına riâyet etmek» bir başka eseri. 

 

“-Fakîh olan bir zât için uygun olan, İbnü’l-Hâc el-Abderî’nin (ö. 737/1336) «el-Medhal» adlı eserindeki tasavvuftur.” 

 

Faslı Mâlikî fakîhi olan bu âlimin eserinde, fıkhî meseleler ışığında, bid‘atlerden sakındırılarak nezih bir eğitim anlayışı verilmektedir.

 

Hüsn ve ahsen arayışı, her müstahsin için farklı bir müstahsen alanı açıyor. 

 

Bir İspanyol’dan bahsederler; bu zât «Âdiyât Sûresi» ile müslüman olmuş. Bu sûreyi dinleyen, meâlini işiten nice insan var. Onlar niye etkilenmiyor da bu zât etkileniyor? Çünkü adam seyismiş. Atlara çok muhabbeti ve alâkası olan bir kişiymiş. 

 

Demek ki;

 

İnsan, kendi mesleğinden, kendi güzel bulduğu sahadan bir şeyler arıyor. Kur’ân-ı Kerim’de jeoloji diye bir bahis açılsa bizim pek ilgimizi çekmez. Ama bir jeolog dikkat kesilir, kulak kabartır. 

 

Binâenaleyh;

 

“-Muhaddis olanların tasavvufî zevkine uygun olacak olan da, (Mâlikî fakîhi ve muhaddisi) Ebûbekir İbn-i Arabî’nin (v. 468) Sirâc adlı kitabında etrafında dolaştığı meselelerdir.” 

 

Bu âlimin, Sirâcü’l-mühtedîn ve Sirâcü’l-mürîdîn adlı iki eseri, kisve-i tab‘a bürünmeyi bekleyen yazma eserler arasında görünmektedir. 

 

“-Âbid yani ibâdete yoğunlaşmış bir kişi için, İmam Gazâlî’nin (v. 505)«Minhâcü’l-Âbidîn»de ortaya koymuş olduğu tasavvufî neşve uygundur. 

 

-Riyâzat ehli için, Kuşeyrî’nin (v. 465) Risâle’de tembih ettiği tasavvuf anlayışı muvâfıktır.” 

 

Riyâzat; perhiz ve nefsi terbiye için yapılan çalışmalardır. Yani haramdan kaçınmak bir yana, helâl dairesinden de imtinâ edenlerin hâlidir. 

 

“-Nâsik yine ibâdet yoğun bir hayat yaşayan kimse için (Ebû Tâlib el-Mekkî’nin [v. 386]) «Kûtu’l-kulûb» adlı eseri ve (İmam Gazâlî’nin) «İhyâu Ulûmi’d-Dîn» kitabı muhtevâsında bir tasavvuf uygundur.

 

-Tasavvufî neşve açısından hakîm olanlar, hikmetle meşgul olanlar için Hâtimî’nin (Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’nin, Şeyh-i Ekber’in) (v. 638) kitaplarında geçen tasavvufî hayat daha uygun bulunur.”

 

İbnü’l-Arabî Hazretleri’nin el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye ve Fusûsü’l-Hikem adlı eserleri meşhurdur. Ancak bu eserleri, muhtevâsındaki derin nazariyat sebebiyle ancak ehil olanların okuması tavsiye edilir.

 

“-Mantıkçılar için (İslâm felsefesiyle de meşgul olmuş Endülüslü ve Faslı mutasavvıf) İbn-i Seb‘în’in (v. 669) te’lif ettiği eserlerdeki yol güzeldir.

 

-Tabiatçılar (bedenle alâkalı gizli ilimlerle meşgul olanlar) için el-Bûnî’nin (v. 622) eserlerinde zikrettikleri münasip düşebilir.”

 

Tercümesi de bulunan Şemsü’l-maârif gibi gizli ilimlerin isnâd edildiği eserlerin sahibi olan Bûnî; bizim memleketimizde yetişen İbrahim Hakkı Hazretleri’ne (v. 1194/1780), eserleri de bazı yönlerden Mârifet-nâme’ye benzetilebilir. Bazı insanların meşrebi de, bedenimizin sırlarına ve mânevî metotlara meraklıdır. Elbette, dikkat edilmesi gereken bir sahadır. 

 

“-Usûlcü / akāide ağırlık veren sûfîler için ise İmam Şâzelî’nin (v. 656) tahkîki ile meşgul olduğu tasavvuf, yerinde bir meşgaledir. 

 

Binâenaleyh;

 

Herkes kendi meşrebine, usûlüne uygun olanı mahallinden alarak değerlendirir. Muvaffakiyet ancak Allah tarafındandır.” 

 

Tasavvufla alâkalı yazan hocalarımız diyorlar ki:

 

Osmanlı’da her meslek erbâbının tarîkatı farklıdır. 

 

Nakşibendîlik genellikle âlimlerin tarîkatı olarak bilinir.

 

•Demircilik gibi el emeği, alın teri üzerine yoğunlaşan meslek erbâbı; Kādirîliğe daha çok teveccüh ederlermiş. Orada cehrî zikir var, enerji birikiminin dışa vurulması var. Sonra demircilik, Hazret-i Ali yolu olan fütüvvet münasebetiyle, kılıç îmâlâtı ile de alâkalıdır. 

 

•Yeniçeri ocağı, bozulmadan önceki Bektâşî tarîkatının idaresindeydi. 

 

•Mûsıkîşinasların, şiir ve edebiyat erbâbının, Mevlevîlik, Gülşenîlik, Halvetîlik, Cerrâhîlik gibi tarîkatlarda temerküz ettiklerini görüyoruz. 

 

Binâenaleyh;

 

Her meslek erbâbı; kendi meşrebine, kendi mesleğine uygun yol tutar.

 

Yakın tarihimizde de, hepsi rahmet-i Rahmân’a vâsıl olmuş olan Mehmed Zâhid KOTKU Hazretleri’nin üniversite hocaları gibi akademik ve siyaset çevreleriyle, Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri’nin esnaf ve ağniyâ-i şâkirîn zümresiyle, Mahmud Efendi ve M. Râşid Efendi Hazretleri’nin geniş halk kitleleriyle meşgul oldukları ve dergâhlarına gelen farklı meşrepte kişileri, erbâbına yönlendirdikleri bilinen bir husustur. 

 

Maalesef günümüzde, bilhassa son yıllarda, taraftar toplamak için kavga eder görüntüsüne sokulan irfan ocakları, aslında hiçbir zaman böyle bir mücadele içine girmemişlerdir.

 

Âyet-i kerîme ile bitirelim:

 

قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلٰى شَاكِلَتِه۪ۜ

 

“Herkes kendi meşrebine göre amel eder!..” (el-İsrâ, 84)

 

Cenâb-ı Hak, en güzele ittibâ edenlerden eylesin. Güzeli güzel, çirkini çirkin görebilmemizi, yani zevk-i selîmi nasip buyursun. Âmîn…