MÜHR-İ ŞERİF

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

Üçüncü İslâm Halîfesi Hazret-i Osman Zinnûreyn, 574’te Tâif’te doğdu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in halasının torunudur. Ümeyye kabîlesine mensuptu. Ticaretle uğraştı. İlk müslümanlardandı. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e iki defa damat olma şerefine erdi. 

 

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-; Kur’ân-ı Kerîm’i okudu, ezberledi, ahkâmıyla bir ömür amel etti. Hilâfeti döneminde Kur’ân’ı toplayıp çoğalttı, nüshalarını İslâm merkezlerine gönderdi.

 

Hayâlı, iffetli ve cömert halîfenin hilâfeti döneminde İslâm dîni geniş coğrafyalara yayıldı. 

 

Osman -radıyallâhu anh-, 17 Haziran 656’da Kur’ân okurken şehîd edildi. Kabri, Cennetü’l-Baki‘dedir.

 

*

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Acem Şâhına, Rum Kayserine ve Habeş Necâşîsine mektup yazdırmak istediği zaman ashâb-ı kiramdan bazıları;

 

“–Yâ Rasûlâllah! Onlar bir mektubu mühürlü olmadıkça okumazlar!” demişti. Bunun üzerine, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gümüşten bir mühür yüzük edindi ki, kaşına, üç satır hâlinde aşağıdan yukarıya doğru «Muhammedü’r-Rasûlullah» nakşedilmişti:

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sal­lâl­lâhu aleyhi ve sellem-; bu mühür yüzüğü, sol elinin serçe parmağına takardı. Sağ elinin parmağına taktığı da olurdu. Kaşını avucunun içine çevirirdi. Hattâ bu yüzük, parmağında olduğu hâlde vefât etti. O’nun vefâtından sonra bu yüzüğü Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, o vefât edince Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, ondan sonra da Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- parmağına taktı. 

 

Osman -radıyallâhu anh-; hilâfetinin altıncı senesinde, bir gün Eris Kuyusu’nun başında oturmuş, yüzüğü parmağından çıkarmış, elinde evirip çeviriyordu. Bu esnada yüzük nasıl olduysa kuyunun içine düşüverdi. Osman -radıyallâhu anh-; kuyunun bütün suyunu çektirdi, üç gün arattı. Lâkin yüzük bir türlü bulunamadı. (İbn-i Sa‘d, I, 258; Ahmed, III, 223, 290; Buhârî, Libâs, 50, 55; Müslim, III, 1655, 1659, Ebû Dâvûd, IV, 88; İbn-i Mâce, II, 1202; Hâkim, III, 250, İbn-i Abdilber, el-İstiâb, III, 1178)

 

Bu Mühr-i şerîfin kaybolmasıyla alâkalı şöyle bir nükteden bahsedilir:

 

Peygamber Efendimiz -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem-’in Mühr-i şeriflerinde, aynen Süleyman -aleyhisselâm-’ın «Mühr-i Süleyman» diye meşhur mührü gibi pek çok esrar mevcuttu. Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-’ın mührü kaybolunca, mülkü nasıl bir sarsıntı geçirip çökmüşse; Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti döneminde Mühr-i şerif kaybedilince de idarede çalkantılar baş göstermiş, Mısırlı ve Iraklı âsîler ayaklanmış ve halîfenin şehîd edilişine kadar varan bu fitnenin artık bir daha önüne geçilememiştir. (Prof. Dr. Ali YARDIM, İslâm’da Yüzük Kullanma, s. 145)

 

 

SAÇI SAKALI AĞARTAN

 

Filozof ve âlim Ebû Ali el-Hüseyin bin Abdullah İbn-i Sînâ, 980 yılında Buhara’nın Afşana köyünde doğdu. On yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledikten sonra; dil, edebiyat, akāid, fıkıh, geometri, aritmetik, felsefe ve mantık okudu. 

 

Az uyur, çok çalışır, sürekli okur, devamlı yazardı. Fizik, astronomi ve felsefeye dair yüz elli eser kaleme aldı. En meşhurları; felsefe ansiklopedisi kitabı «eş-Şifâ» ve tıp ansiklopedisi kitabı «el-Kānun fi’t-tıb»dır. 

 

Bazı tıbbî tavsiyeleri şöyleydi: Bedenî yorgunluk ve keyifsizlik için çörek otu tüketmek, bir yemeği hazmetmeden diğerini yememek, yediğin zaman az yemek, yemeyi bitirince de 3-4 saat hiçbir şey yememek.

 

İbn-i Sînâ, 21 Haziran 1037’de Hemedan’da vefât etti. Kabri, İran/Hemedan’dadır.

 

*

 

Günün birinde etıbbâdan (tabiplerden) vukuf sahibi bir zâta sordum:

 

“‒Saçının sakalının ağarması nedendir?” O da; 

 

“‒Balgamdandır.”* dedi. Bunun üzerine çekinmeden o zâta; 

 

“‒Sözünde hata ettin, balgamdan değil, belki gamdandır” dedim. 

 

______________________________

 

* Kadim tıpta beden yapısının esasını teşkil ettiği kabul edilen dört unsurdan biri. (Diğerleri: Kan, sevda ve safra)

 

 

ÂLİMİN İLMİ… YENDİĞİ YİRMİ… 

 

İslâm âlimi Ebu’l-Kāsım Mahmud bin Ömer bin Muhammed el-Hârizmî ez-Zemahşerî, 18 Mart 1075’te Türkistan Zemahşer’de doğdu. Dindar bir aileye mensuptu. Yaşadığı devrin ilim merkezleri olan Hârizm, Bağdat ve Buhara’da tahsil gördü. Tefsir ve dil bilgisi alanında derinleşti. Tefsir eseri el-Keşşâf meşhurdur.

 

Kırk beş yaşına kadar makam ve şöhret peşinde koşan, hırslı bir insan olan Zemahşerî; geçirdiği ağır bir hastalık sürecinde bu hislerini törpülemiş, nefsini dizginlemiş ve kemal yolunu tutmuştu. 

 

Îtikatta Mu‘tezilî, amelî olarak Hanefî mezhebinden olan Zemahşerî, 13 Haziran 1144’te Harezm Cürcâniye’de vefât etti. 

 

*

 

Bir gün medreseye derse geldiği sabah, daha giriş kapısında yirmi kadar talebesi Zemahşerî’yi karşılamışlar ve art arda sorular sormaya başlamışlardı. Hoca vaziyeti sezmiş ve talebelerinin hazırladıkları zor sorularla, kendisini sıkıştırma plânı yaptıklarını anlamıştı; 

 

“–Durun!” dedi. “Hepiniz tek tek sorularınızı sırayla sorun, ben de ardından her birinizin sorusunu tek tek yine aynı sırayla cevaplayacağım.” Talebeleri sevindiler; hocanın hâfızası ne kadar güçlü olursa olsun, yirmi soruyu hem aklında tutacak hem de sırayla cevap verecek! İmkânsız görüp sormaya başladılar. Hepsinin sorusu bittikten sonra hoca her birine;

 

“Senin sorun şuydu, cevabı budur; seninki şuydu, cevabı da bu… ” yirmi kişinin de sorusunu söyleyip cevabını verince talebeleri hayranlık ve hayret içinde kaldı. Zemahşerî bunun üzerine Arapçanın meşhur dil bilgisi kaidelerinden birisini söyleyip ardına bakmadan çıkıp gitti: « كُلُّ جَمْعٍ مُؤَنَّثBütün çoğullar müennestir.» Yani onların çoğunluk olmalarından kinâyeyle; tek bir kişiye karşı erkekçe davranmadıklarını, plân hattâ kumpas kurduklarını, böylelikle müennes (dişi) gibi davrandıklarını ifade etti.

SİPERDE ZAFER GELDİ

 

Kahramanmaraş müdafii Arslan TOĞUZATA, 1883’te Maraş Göksun’da Fındık köyünde dünyaya geldi. Göksun’da ve Elbistan’da tahsilini tamamladı. Bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra polis oldu. Halep’te başladığı vazifeye Trablusşam’da devam etti. Serkomiserliğe terfî etti. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasıyla, doğduğu toprakları müdafaa etmek için 1919’da Maraş’a döndü. 12 Şubat 1920’ye kadar Maraş’ı düşman işgaline karşı müdafaa etti. 

 

I. Mecliste vekillik yapan İstiklâl madalyası sahibi Arslanbey, 7 Haziran 1963’te vefât etti. Kabri, Şeyh Âdil Kabristanlığı’ndadır.

 

*

 

Maraş’taki Millî Mücadele sırasında, Arslanbey ile kahraman bir Türk kadını arasında geçen hâdise şöyledir:

 

Maraş mücâhidlerinin komutanı Arslanbey; emrindeki muharebe gruplarını tek tek dolaşarak, gece için hazırlamış olduğu baskın plânını bütün teferruatıyla anlatıyor, grubun yapacağı vazifeye ait emirleri veriyordu. Şehrin kuzey tarafından; hazır olan gruba yaklaştığı sırada, kayalar arkasında siper almış milislere mensup bir kadının, sancılar içinde kıvranmakta olduğunu fark ederek merakla sordu:

 

“–Neyin var bacı? Yaralı mısın yoksa?” Kadın bu yabancı sesle birdenbire irkilmişti. Karşısında Arslanbey’i görünce yüzündeki ızdırap çizgilerini kaybetmeye çalışarak;

 

“–Bir şeyim yok ağa!” diye inledi. “Hamdolsun hiçbir şeyim yok!” Bu cevaba rağmen kadının bir derdi olduğu, ızdırâbını güçlükle yenmeye gayret ettiği anlaşılıyordu. 

 

Arslanbey ısrar etti:      

 

“–Senin bir derdinin olduğu belli. Söyle, sıkılma bacı. Belki çaresini buluruz.” Kadın ne kadar saklamaya çalışsa da ızdırâbının yüzünden okunduğunu anlayınca mahcubiyetle kızarmıştı. Önüne bakarak susuyordu. Nihayet mutlaka bir cevap vermek mecburiyetinde olduğunu görünce, sıkılgan ve titrek bir sesle:

 

“–Derdimi sana söyleyemem.” diye mırıldandı. “Sen er kişisin. Şu binanın gerisindeki çukurda yaralılarla uğraşan Ayşe bacıyı bana gönderirsen hayır işlersin, yalnız biraz acele lâzım…” 

 

Arslanbey; durumdaki aceleyi anlamıştı, söylenen tarafa koştu. Ayşe bacıyı kısa zamanda buldurarak, kayanın arkasında kıvranmakta olan kadıncağızın yardımına ulaştırdı. Çok geçmeden haber geldi. Bu fedâkâr ve kahraman Türk kadını; hemen oracıkta, o kayanın dibindeki ıslak ve soğuk zemin üzerinde, nur topu gibi bir evlât dünyaya getirmişti. Bütün mücâhidler sevinip gözlerini siperde dünyaya açan bu yavruyu bağırlarına bastı. Arslanbey bu çocuğa «Zafer» adını koydu. (Serdar YAKAR, Maraş Millî Mücadelesinde Arslan Bey, s. 132)