Gönüllerin Yönelimi KIBLE MESELESİ -6-

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr 

 

 

 

وَلَئِنْ اَتَيْتَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ بِكُلِّ اٰيَةٍ مَا تَبِعُوا قِبْلَتَكَۚ وَمَٓا اَنْتَ بِتَابِعٍ قِبْلَتَهُمْۚ وَمَا بَعْضُهُمْ بِتَابِعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍۜ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَٓاءَهُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ اِنَّكَ اِذًا لَمِنَ الظَّالِم۪ينَۢ ۝١٤٥

 

“Andolsun ki (ey Rasûlüm!) Sen, kendilerine kitap verilenlere (yahudi ve hıristiyanlara) her türlü âyeti/mûcizeyi getirsen, onlar yine de Sen’in kıblene asla dönüp uymazlar (Sana tâbî olmazlar). Sen de onların kıblesine dönüp tâbî olacak değilsin (onlara asla tâbî olmayacak, uymayacaksın). Zaten onlar birbirinin kıblesine de uymazlar. Eğer Sana gelen bunca ilimden sonra (onları kazanmak adına) onların arzusuna uyacak olursan, işte o vakit Sen de (kendisine yazık edip) hakkı çiğneyen zâlimlerden olursun!” (el-Bakara, 2/145)

 

Vahiyde açıkça görüleceği gibi; kıble meselesinde de müslümanlar, yahudi fitnesi karşısında uyarılıyor, onların saldırı ve komplolarının arkasında yatan gizli ve gerçek faktörler açığa çıkarılıyor. Yüce Allah buradaki açığa vurmayı; bu müslüman cemaati geleceğe hazırlamak, onu yahudilerin fitne ve yıkımından korumak için, ne kadar büyük bir gayret harcanması gerektiğini vurgulayan bir üslûp ile yapıyor!

 

Allah Teâlâ Hazretleri; Rasûlü’nün sessiz dileğini, hoşuna gidecek şekilde indirdiği vahiyle cevaplandırdı. Rasûlü’nün dileğinin kabul edildiğini belirten ilâhî ifade; yüce Allah ile arasındaki merhamet yüklü, samimî ve sevgi dolu iletişimi, çok çarpıcı biçimde açığa vurur niteliktedir: 

 

“Sen’i hoşuna gidecek bir kıbleye kesinlikle döndüreceğiz!” 

 

Bu ilâhî kelâmın hemen arkasından, Rasûlü’nü hoşnut edeceğini bildiği kıbleyi belirliyor: 

 

“Bundan böyle yüzünü, Mescid-i Haram tarafına çevir!” 

 

Hüküm, hüküm verenlerin, hâkimler hâkimi yüce Allâh’ın!

 

Rasûlullah -aleyhisselâm- ve O’nun ümmetinin kıblesi olacak burası! O anda çevresinde bulunan sahâbîlerin, onlardan sonra gelecek olanların; kısaca yeryüzünde gelip geçecek olan bütün müslüman kuşakların ortak kıblesi olacak burası.

 

“Nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin!”

 

 

Yön belli, emir belli; her şey açık ve net! «Yönüne yönel» diye emrediyor yüce Allah!

 

Yurtlarının farklılığına, ırklarının, dillerinin ve deri renklerinin başkalığına rağmen, bu ümmeti aynı noktada toplayıp birleştiren tek bir kıble. Doğusundan batısına kadar, yeryüzünün her tarafına yayılmış tek bir ümmetin yöneldiği, bunun sonucu olarak kendisini aynı hedefe yönelmiş, aynı hayat düzeninin hâkimiyetini gerçekleştirmeye çalışan bir tek organizma ve bir tek varlık olarak hissetmesini sağlayan tek bir kıble. Gerçekleştirilmesine çalışılan bu hayat düzeni; bu ümmetin tümü ile tek bir ilâha kulluk etmesinin, bu Peygamber’e tâbî olarak, tek bir kıbleye yönelmesinin ürünüdür.

 

Yüce Allah bu ümmeti bu şekildeki bağlarla birleştirip, bir kılıyor. Tek ilâh olarak yüce Allah, tek Rasûl olarak Muhammed -aleyhisselâm-, tek din olarak İslâm, tek kıble olarak Mescid-i Haram! İşte değişmez ve değiştirilemez hakikat!

 

Yurt, ırk, deri rengi ve dil farklılıklarına rağmen, bu birliği meydana getirdi. Cenâb-ı Hak, bu ümmetin birliğini, saydığımız bu sosyal âmillerden hiçbiri üzerine oturtmadı! Ancak ve ancak, bu birliği inanç sistemi ve kıble ortaklığı üzerine oturttu! Memleket, ırk, renk ve dil farklılığını, bu birliğe engel saymadı. İnsanoğluna yaraşan birlik budur. İnsanlar, inancın ürünü olan ibâdetleri sırasında yöneldikleri kıble üzerinde birleşirler.

 

“Hiç şüphesiz ki; kendilerine kitap verilenler, bu kıble değişiminin Rablerinin buyruğuna dayanan bir gerçek olduğunu bilirler.” 

 

Ehl-i kitap olanlar; Kâbe’nin, hem bu doğru yol mîrasçısı ümmetin ve hem de bütün müslümanların ortak atası olan İbrahim -aleyhisselâm- tarafından yapılmış ilk beyt (Beytullah) olduğunu ve buraya yönelmenin yüce Allâh’ın emrine dayalı, tartışma götürmez kesin bir gerçek olduğunu kesinlikle biliyorlardı. Fakat onlar; bu kesin bilgilerine rağmen, bu bilgilerinin gereği ile bağdaşmayan yıkıcı girişimlere kalkışmışlardı. Ama ne olursa olsun, müslümanları bir olan yollarından ve yönlerinden döndüremeyeceklerdir. Rabbânî buyruk açık ve net:

 

“Allah, onların neler yaptıklarından habersiz değildir!”

 

Ne kadar anlatılırsa anlatılsın, onlar hiçbir delil ile iknâ olmazlar. Çünkü onların mahrumu oldukları şey; delil değil samimiyet olup, nefsin arzularından arınmışlık ve öğrenecekleri gerçeğe teslim olma yeteneğidir. Samimî olmayana, hattâ samimî olma niyetinde bile olmayana, samimiyet anlatılamaz! Yani onlar; nefsin arzularının yönlendirdiği, menfaatlerinin körüklediği ve kinlerinin bilediği kör bir inatçılığın esiridirler. Bu hakikat, onları en iyi bilen tarafından ilân ediliyor:

 

“Ehl-i kitaba Sen her türlü âyeti (delili) göstersen de onlar yine Sen’in kıblene uymazlar!”

 

 

Bazı saf kimseler; yahudiler ile hıristiyanların, İslâm’ı bilmedikleri ya da bu din onlara inandırıcı bir biçimde sunulmadığı için, ona inanmadıklarını sanırlar! Bu asılsız bir vehimdir. Tam tersine, onlar İslâm’ı bildikleri için onu istemiyorlar. İyi bildikleri bu dînin; onların menfaatlerine ve saltanatlarına dokunacağından korktukları için, ona karşıdırlar. İslâm’a karşı bunca ardı arkası gelmez, sürekli oyunlar ve komplolar düzenlemeleri, bunun için değişik yollar ve usûller denemekten geri durmayışları, kimi zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı yollardan giderek bu kirli oyunlarını ve düşmanlıklarını sürdürmelerinin sebebi budur. Bu yüzden de İslâm ile yaptıkları savaşı; bazen karşı karşıya gelerek yaptıkları gibi, çoğu zaman da perde arkasından sürdürüyorlar. Kimi zaman bizzat kendileri savaşa giriyorlar, kimi zaman da herhangi bir bahane ile İslâm’a karşı savaşa girişerek, kendilerine uşaklık eden, sözde müslümanları piyon olarak kullanıyorlar.

 

Hâin ve entrikacı yahudiler ile hıristiyanların İslâm’ın emrettiği hayat tarzını ve bu hayat düzenini sembolize eden İslâm kıblesini; böylesine ısrarla reddetmeleri karşısında, yüce Allah, Rasûlü’ne, normal olarak takınması gereken tutumu ve tavrını da çok net ortaya koyuyor:

 

“Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin!”

 

Buna göre bu ümmet; yüce Allah tarafından Rasûlü için seçilen, O’nu hoşnut etmek için beğenilen kıbleden başka bir kıbleye asla yönelmeyecektir! Yine, kendisini yüce Allâh’a bağlayan sancak dışında, başka hiçbir bayrak taşımayacak, dalgalandırmayacaktır! Allah tarafından belirlenen bu kıblesinin sembolize ettiği ilâhî düzenden başka, hiçbir düzenin peşinden gitmeyecektir! Müslüman, müslüman kaldıkça takınabileceği tutum budur. Eğer böyle yapmazsa, İslâm ile hiçbir ilgisi kalmaz! O zaman da; «Müslümanım.» demesi, kuru bir iddiadan ibaret kalır.

 

“Onlar birbirlerinin kıblelerine de uymazlar!”

 

Onlar birbirlerini tanımazlar. Gerek yahudiler ile hıristiyanlar arasında ve gerek yahudilerin değişik mezhepleri arasında ve yine gerekse farklı hıristiyan mezhepleri arasında, son derece amansız bir düşmanlık hüküm sürer.

 

“Sana gelen bu bilgiden sonra; eğer onların keyiflerine, arzularına uyacak olursan, o zaman, kesinlikle zâlimlerden olursun!”

 

Cenâb-ı Hak, önceki vahiyde oldukça yumuşak ifadelerle vahyetmişti. Yüce Allâh’ın, Rasûlü’ne yönelttiği az önceki yumuşak ve sevgi dolu sözlerin hemen arkasından gelen, yine O’na dönük bu sert ve kesin ilâhî ifade üzerinde, ciddiyetle durmak ve düşünmek gerekir.

 

Burada söz konusu olan şey şudur: 

 

“Yüce Allâh’ın; hidâyetine ve yönlendirmesine bağlı kalmak, başkalarından farklı olmak, Allâh’a itaatten ve O’nun emrettiği hayat düzeninden başka, her şeyden sıyrılmak, uzak kalmaktır.” 

 

İlâhî hitabın bu kadar; kesin, sert, açık, seçik ve uyarıcı olması bundan dolayı olsa gerek!

 

Gidilecek olan yol, gayet belirli ve dosdoğrudur. Sonucu her ne olursa olsun, yüce Allâh’ın katından gelen vahye uyulacak! Rasûlullah -aleyhisselâm-; Allah’tan başkasından direktif almadığı gibi, müslüman da Allah ve Rasûlü’nden başkasından direktif almaz, alamaz da zaten; almamalı! Müslüman; vahyi bir yana bırakarak, değişken arzu ve ihtiraslara uyamaz!

 

Her konuda olduğu gibi, bu konuda da en güzel örneğimiz elbette ki Peygamber Efendimiz’dir.

 

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-