MEVLÂNÂ HAZRETLERİ’NİN DÜNYA HAYATINA BAKIŞI

Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com

 

 

Dağları, ovaları, nehirleri, üstünde yaşayan bitkileri, hayvanları ve insanları ile dünya; sırlarla dolu bir muammâdır. İnsan için; yaratılmış bir konaktır, gölgeliktir. Aslî vatanımız değildir. Kiracı hükmünde olan bizler, mülkün sahibi; «Dön!» dediği an, kayıtsız şartsız O’na döneceğiz. Lâkin yaşadığımız müddetçe konakladığımız bu evi tanımamız gerekiyor. Bu dünya hayatı için Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

 

“İyi bilin ki, şu dünya hayatı, boş bir oyalanma ve oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur.” (el-Ankebût, 64)

 

Sehl İbn-i Sa‘d es-Sâidî -radıyallâhu anh-’ten rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:

 

“Eğer dünya, Allah katında sivrisineğin kanadı kadar bir değere sahip olsaydı; Allah hiçbir kâfire dünyadan bir yudum su bile içirmezdi.” (Tirmizî, Zühd, 13. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 3)

 

Allah Teâlâ insanları imtihan için yarattı. Bu dünyayı da insanlar için mekân kıldı. Bu dünyanın O’nun katında hiçbir kıymeti yoktur. Kıymeti olsaydı; kâfir ve müşriklere bu dünyada bir lokma rızık verilmez, onlar Rahmân ism-i şerîfinden faydalanamazlardı. Dünya hayatı inanmayanlar için tek gerçeklik; îmân edenler içinse, ebedî hayata hazırlık yapma yeridir. Mevlânâ Hazretleri de dünyayı maddî yapısı ile görmez, mânâ bakımından değerlendirir. Mesnevî’de der ki:

 

“Bu cihan zindandır ve biz zindânîleriz. Zindanı del ve kendini kurtar!” 

 

“Dünya nedir? Hudâ’dan gafil olmaktır. Para, gümüş, evlât ve kadın değildir.” (Mesnevî, 996-997. beyit)

 

İnsanı hakka, hakikate ve ebedî mutluluğa götüren yolun üzerinde en büyük engel, işte bu gaflettir. Mevlânâ Hazretleri, eserlerinde bu gafletten kurtulmak gerektiğini anlatır ve kurtuluşun yollarını gösterir. Bu dünya, zor ve meşakkatlidir. Ebedî hayatı kazanmak için çalışmak gerekir. Çünkü;

 

“Yâ Rab! Dünyada yüz binlerce tuzak ve yem vardır; bizler ise aç olan haris kuşlar gibiyiz.” (Mesnevî, 380. beyit)

 

Gaflete dalan insan için dünya hayatı; istek, arzu ve heveslerle dolu bir tuzaktır. Bunlara gönlünü kaptıranın, gönül sarayı harap olur. Gören gözleri vardır, hakkı görmez; işiten kulakları vardır, ilâhî mesajı duymaz. Bu husus Kur’ân-ı Kerim’de;

 

“Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir. Ve onlar için büyük bir azap vardır.” (el-Bakara, 7) âyet-i kerîmesiyle beyan buyurulmuştur. Mânevî istîdat sona erdiği ve îmân etmeleri artık mümkün olmadığı için, tevhid akîdesi kalplerine girmez ve hakikatlere kulak tıkadıkları için artık gerçeği işitmezler. Bu, ilâhî mesajlar karşında tamamen duyarsız ve idraksiz bir hâle gelen insanın durumudur. Hakk’ın varlığını ispat eden delilleri görmelerini engelleyen hevâ, heves ve arzulardan oluşan çok kalın bir perde vardır gözlerinin üzerinde. İlâhî aşktan uzak oldukları için hırs ve tamah gözlerini kaplamış, Hakk’ı inkâr etmişlerdir. Bu yüzden de;

 

“Aslında Allah, onların kalplerini inkârları yüzünden mühürlemiştir.” (en-Nisâ, 4/155)

 

Allâh’ın; «Ol!» emriyle yokluktan vâr olan (bu dünyaya gönlünü kaptıran) insanın, dünya sevdasının sonu ne hazindir. Dünyanın parlak yüzü, gözlerini boyamıştır. Nasıl bir fitneye kapıldıklarını, Mevlânâ Hazretleri şöyle ifade eder:

 

“Öyle kimselerin aşkı zâhir, mâşuku gizlidir. Onun için hâricî ve âşikâr olan sevgili dünya fitnedir.” (Mesnevî, 4678. beyit)

 

Kişi hangi aşka tutulursa o aşkı izhâr eder. İlâhî aşka tutulanların her dâim gönüllerinde, dillerinde, hâllerinde Allah ve zikri vardır. Dünyaya gönlünü verenlerin ise, dünya hayatı tek gerçeklikleri olur. Nefislerinin ve arzularının peşinde savrulur giderler. Ruhları sükûn bulmaz. Dünya hapishânesinde tutsak olduklarının farkında değillerdir. Hevâ ve hevese göre nefsinin peşinden koşmayı özgürlük, kulluğu ise tutsaklık olarak görürler. Oysa insanın dünya hapishânesinde bulunmasının sebebini Mevlânâ Hazretleri şöyle anlatır:

 

“İnsanın dünya hapishânesinde bulunması, müflisliği sâbit olmak içindir.” (Mesnevî, 4629. beyit)

 

Yani bu dünyanın mâliki Allah’tır, bizler ise kısa bir süreliğine bu dünyada misafiriz. Hiç konumundayız. Hayır ve hasenâtımız Allâh’ın bize bahşettiği nimetler karşısında nokta kadar bile değil. Buradaki vaktimizi çok iyi değerlendirmek ve ebedî hayatı kazanmak için ömür sermayemizi iyi kullanmak zorundayız. Dünya, imtihan ve tecrübe yeridir. Âhiret ise bunun karşılığını mükâfat ya da ceza olarak alacağımız yerdir. Allah, hangimizin daha iyi amel edeceğini imtihan etmek için bu hayatı ve ölümü yaratmıştır. Eğer nefsimizin kölesi olursak, bu dünya hayatının gerçeğini göremeyiz. Dünya hayatının gerçeği hakkında Mevlânâ Hazretleri der ki:

 

“Dünyanın kazancı Allah aşkı ve kalbî câzibedir. Onun için de istîdat ve kabiliyet demek olan nûr-i Hak lâzımdır.” (Mesnevî, 6554. beyit) 

 

Mevlânâ Hazretleri, insanı bu dünya hayatında gemiye benzetir:

 

“İnsan, yelkenli gemiye benzer.” (Mesnevî, 3. defter, 255. beyit)

 

Gemiyi suda yüzdürmek maharet ister. Batırmadan limana ulaştırabilmenin yolu, içinin su almaması ve alabora olmamasıdır. Fırtınalar, dalgalar hiç bitmez. Bu beyitte; gemiden kasıt, insan kalbidir. Kalbin su almadan ve fırtınalardan etkilenmeden sahile varabilmesi, yani îman selâmeti ile son nefesi verebilmesinin yolu Allâh’a îman, teslîmiyet ve itaattir. İnkâr ve itaatsizlik, gemiyi batırmak demektir. Oysa biz bu dünyada, gemiyi sahile sâlimen götürmekle mes’ûlüz. Geminin yüzmesi için nasıl deniz gerekli ise, insan için de dünyanın olması o kadar elzemdir. Elbette bu dünya hayatında kifâyet miktarı faydalanacağız, lâkin gönlü kaptırmayacağız. Bu ilişkide dengenin iyi kurulması gerekmektedir. Muvâzeneyi bozmayacağız. Bu dünyadan istifade edip, âhiret hayatı için hazırlık yapacağız. Lâkin bunu yaparken, sadece dünya hayatı için yaşamayacağız. Çünkü ebedî saâdeti kazanabileceğimiz tek yer burası ve bir ömrümüz var. Bu hayatın tekrarı yok. Oysa zaman hızla akarken, insan nasıl da gafil kalıyor; yolcu olduğunu unutuyor. Bu dünya yolculuğunda, gemiyi limana sağ sâlim götürebilmenin yolu:

 

“Zira muhlis yolcudur. Yolda ise nefs ve şeytan gibi haydutlar hesapsızdır. Böyle bir yolculukta ancak Allâh’ın emânında olanlar kurtulabilir.” (Mesnevî, 5273. beyit)

 

Muhlis; iradesini Hak’ta fânî kılan kimseye denir. Bu yolculukta; iradeni Hak’ta fânî kılmadan, sâlimen limana erişebilmen mümkün değildir. Yaratılmışa köle olmadan; Allah rızâsı için ibâdet, tâat ve amel-i sâlihte bulunanlar, kurtuluşa erenlerdir. Kendi varlıklarından geçmişlerdir. Böyle olanlara da muhlas denir. Muhlas olanlar, Allâh’ın emânında emindirler. Kalbi mâsivâdan temizlemiş ve nefis perdelerini yırtmışlardır. Şeytana galebe çalmış, hakikî tevhîde ulaşmış ve dünya cîfesinden yüz çevirmişlerdir. Böyle kullardan olabilmek duâ ve niyâzı ile yazımıza Mevlânâ Hazretleri’nin beyitleri ile son verelim:

 

“Biz sofîleriz ve hırkalarımızı atmışız, attığımız şeyi tekrar almayız.

 

Tuzlu ve helâk edici sudan -yani dünyadan- çıktık; arı duru suya, kevser havuzuna vâsıl olduk.

 

Ey dünya; başkalarına yapmış olduğun vefâsızlığı, hilekârlığı, aşırı nazlanmayı…

Yaptıklarına karşılık olarak senin başına atıyoruz. Çünkü biz, dünyaya gazâ için gelmiş ve şehîd olmuş erleriz, derler.” (Mesnevî, 17175-6-78. beyitler)