Gönüllerin Yönelimi KIBLE MESELESİ -4-
Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr
فَاذْكُرُون۪ٓي اَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا ل۪ي وَلَا تَكْفُرُونِ۟ ١٥٢
“Artık siz (Ben’imle bağınızı/iletişiminizi sürekli canlı tutarak) Ben’i (itaat, ibâdet ve zikirle) anın (hatırlayın) ki, Ben de sizi (rahmetimle) anayım. Bana şükredin ve (sakın, itaat ve ibâdeti terk ederek) Bana nankörlük etmeyin!”1
Aman Allâh’ım!
Bu ne tatlı bir ifade böyle! Sonsuz ve sınırsız şefkat ve merhamet sahibi olan Rabbimiz, ne büyük bir ikramda bulunuyor bize!
“Ben’i anın ki, Ben de sizi anayım!”
Sübhânallah! Yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm -celle celâlühû-. Yüce Allah anılmaz mı hiç! Bir saniyecik bile olsa, O’nsuz olur mu ya da O’ndan kopulur mu hiç!
Allah -celle celâlühû-.
Yüce Allâh’ı anmak olan zikir; hem kalp ve dil ile hem de fiil ve amel ile olur. Kalp ile zikir, her birimizin her türlü tutum ve davranışlarımızda yüce Allâh’ı hatırlamayla yani O’nu hiç hatırımızdan çıkarmamayla olur. Dil ile zikir; yüce Allâh’ın isimlerini ve sıfatlarını, tesbih ve duâ cümlelerini dilimizden hiç düşürmemeyle olur. Amelle zikir ise, yüce Allâh’ın iradesine uygun bir hayat yaşamamızla olur ancak.
Her birimiz, birer müslüman olarak, işimizi-gücümüzü yaparken, normal hayatımızı yaşarken; kalbimizle sürekli zikir hâlinde olmamız, yani Allâh’ı düşünüp, O’nun hoşnutluğunu gözetmemiz isteniyor bizden. Yani her hâlükârda, Allah ile beraberlik mertebesine yükselmek; bizden bu isteniyor işte! Yüce Allah, bizim böyle bir kıvamda olmamızı istiyor.
Önce zikir, sonra şükür!
Yüce Allâh’ın verdiği her türlü nimetlerden ve imkânlardan dolayı O’na minnettarlık duymak, bunu söz ve amellerimizle ortaya koymak; şükür anlamına gelmektedir.
Zikir gibi, şükür vazifesi de hem dille hem de amellerle yerine getireceğimiz bir kulluk vecîbemizdir.
Bunca nimetleri veren yüce Allah olduğuna göre, müslüman olarak bizim vazifemiz de daima dilimizle, gönül ve amellerimizle O’nu anıp nimetlerine şükretmek, nankörlükten de şiddetle sakınmaktır.
Yüce Allâh’ı zikredip anmak, sadece O’nun adını dile getirmek değildir. Yüce Allâh’ı zikretmek, aynı zamanda dilimizin zikri ile birlikte kalbimizin ve bütün bedenimizin reaksiyona girmesidir.
“Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin!”
Yüce Allâh’a şükretmenin çokça dereceleri vardır. Bu amel, Allâh’ın bunca nimet ve bağışlarını itiraf ve O’na karşı gelmekten utanmamızla başlar! Müslüman olarak her birimizin varlığımızı sırf O’na şükretmeye adamamız; bedenimizin her hareketinde, dilimizin her dönüşünde, kalbimizin her çarpışında ve duygularımızın her titreşiminde O’na şükretmeyi gaye edinmemiz ile son noktasına vararak, zikrin de şükrün de doruğuna ulaşırız.
Bu uyarılar ve direktifler ile kıble konusu arasındaki ilişki açıktır. Çünkü kıble; karşısında yüce Allâh’a ibâdet etmemiz, O’na bağlılığımızın farklılığını ve kendine özgülüğünü ortaya koymamız maksadı ile kalplerimizin buluştuğu, bir yeryüzü noktasıdır.
Ashâb-ı kiram; yüce Allâh’ı andıkları, O’nu zikrettikleri için, Allah da onları andı, adlarını yüceltti, kendilerine başarılı bir insanlık önderliği nasip etti.
Vahiy açık ve net; «Mescid-i Harâm’a dön!» emri, Rasûlullah -aleyhisselâm- ve ashâbına emredildiği gibi, kıyâmet gününe kadar gelecek olan bütün müslümanlara da emredilmiştir. Müslüman, vahye teslim olan insandır.
Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın; hicret ile beraber Medine’de, yönünü Kudüs’te olan Mescid-i Aksâ’ya çevirip namaz kıldığını ve kıldırdığını, ashâbın da böyle yaptığını biliyoruz. Bu dönemde Kudüs’ün ne kadar süreyle kıble olarak kaldığı hususuna gelince, genel olarak hicretten on altı veya on yedi ay sonra kıblenin Kâbe’ye çevrildiği rivâyet edilmektedir.2
Rasûlullah -aleyhisselâm-; 16-17 ay Kudüs’e yönelerek namaz kıldıktan, kıldırdıktan sonra; «Mescid-i Harâm’a dön!» emriyle gelen vahiy üzerine, Kâbe’ye doğru yönelip kılmaya ve kıldırmaya başladı. Ashâb-ı kiram da aynıyla O’na itaat ve ittibâ ettiler. Ancak, içi-dışı bir olmayan münafıklar, kendilerini ehl-i kitap olarak gören yahudi ve hıristiyanlar; bu apaçık vahiy karşısında bile dengesizlik ve edepsizliklerini sergilediler. Onların bu kısır tartışmaları, kaynaklarımızda yeterince anlatılmaktadır. Yukarıda metin ve meal olarak bir bütünlük hâlinde verdiğimiz âyet-i kerîmeler, her şeyi çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu yüzden, biz burada nasipsizlerin ortaya attığı o boş tartışmalara hiç girmeyeceğiz. Rasûlullah -aleyhisselâm- ve ashâb-ı kiram; ne gerektiyse onu yaptılar. Kaynaklarımızda da gereken cevap verilmiş, reddiyeler en güzel bir şekilde yapılmıştır çünkü.3
Kıble, her şeyden önce bir yöneliştir. Ama öyle sıradan herhangi bir yöne yöneliş değildir. Yönelenin, yöneldiği yön ile kıymet kazandığı bir yönelmedir kıble.
Rasûlullah -aleyhisselâm-; önceleri Mescid-i Aksâ cihetine, sonra da Mescid-i Harâm cihetine yöneldiği için «kıbleteyn» yani «iki kıbleli» diye anılan Rasûl’dür. Bu ifade; birazdan vereceğimiz gibi, mescid için kullanılsa da biz burada Rasûlullah -aleyhisselâm- ve ashâbı için de kullanmanın uygun olacağını ifade etmek istedik.
Öncelikle kıblenin Kudüs’ten Kâbe yönüne çevrilişinin, öğle veya ikindi namazı sırasında gerçekleştiği ve namazın iki rekâtının Kudüs’e, son iki rekâtının Mekke’ye yönelik kılındığı yahut vahyin, namaz dışında indiği ve ilk olarak ikindi namazının Kâbe’ye yönelik kılındığı şeklinde farklı rivâyetler nakledilmektedir.
Rasûlullah -aleyhisselâm-, Bişr bin Berâ4 adlı sahâbenin annesini ziyarete gittiği zaman, Benî Selîme Mescidi’nde öğle namazı kıldığı sırada, kıblenin değiştiği ve bundan dolayı da buranın «Mescidü’l-Kıbleteyn»5 diye anıldığı rivâyeti, bütün rivâyetlerin üstünde ve daha sağlam kabul edilmektedir.6
İkindi namazı ile ilgili rivâyet de Kâbe’ye doğru tam olarak kılınan ilk namaz olarak yorumlanmaktadır.7
Rivâyete göre, Rasûlullah -aleyhisselâm- ile birlikte namaz kılan bir sahâbenin, ikindi namazını kılmakta olan ensârî bir grubun yanına geldiği ve kendilerine kıblenin değiştiğini söylemesi üzerine, onların da dönerek Kâbe’ye yöneldikleri bildirilmektedir.8 Aynı durumun ertesi gün Kubâ’da sabah namazı sırasında gerçekleştiği ve kıblenin değiştiğini öğrenen sahâbîlerin, namazda Kâbe’ye döndükleri rivâyet edilmektedir.9 Her iki yerde de kıblenin değiştiğini haber veren sahâbenin Hazret-i Abbâd bin Bişr10 olduğu kaydedilir.11
Kıblenin böyle değişikliğinin ardında, bizim çok azını anladığımız ama büyük bir kısmını anlamakta zorlandığımız, çok büyük hikmetler vardır. Anlayabildiğimiz kadarıyla, kıblenin önce Kudüs’e, ardından Kâbe’ye çevrilmesi hem an‘anevî olarak Kâbe’ye bağlı olan Arap müslümanları, hem mukaddes kitaplarında Rasûlullah -aleyhisselâm- hakkında bilgi sahibi olan ve O’nun kendilerine muhalefetini inkârları için bahane olarak kullanmaya hazır yahudiler ve hıristiyanlar açısından önemli bir imtihan yönü vardı. Aynı imtihan, münafıklar için de geçerliydi. Nitekim bu hâdise üzerine sergilemiş oldukları tavırlarıyla münafıklar, inkârlarını açığa vurmuşlar; yahudiler, hıristiyanlar ve müşrikler de küfürlerinde ısrar etmişlerdir.12
Hicret sonrasında Medine’de siyâsî ve hukukî kimliğiyle oluşan yeni İslâm toplumunun sağlam temellere dayanması açısından dînî mensubiyetin en esaslı tezâhürlerinin başında gelen kıble konusu, son derece önemli bir fonksiyon gördü. Bu sûretle İslâm toplumuna gönülden bağlı olanlarla olmayanlar kesin şekilde ortaya çıkarak, saflar iyice belirgin hâle geldi. Kıblenin tahviliyle ilgili son âyet-i kerîmede13 işaret edildiği üzere, inkâr ehlinin kıble konusunda müslümanlar aleyhine ileri sürebilecekleri tutarlı bir gerekçeleri kalmadı. Böylece «Allâh’ın evi» anlamına gelen «Beytullah» diye nitelenen Kâbe, Allâh’ın huzûrunda duruşun ve O’na yönelişin en derin ve somut ifadesi sayılan namaz başta olmak üzere, ibâdet ve davranışlarda yönelinen, bu bakımdan İslâm ümmetinin birliğinin en önemli tezâhür ve sembolü olarak nihâî kıble yapılmıştır. Kaynaklarımız, bu konuda oldukça ayrıntılı malûmat vermektedir.14
Bu konuda ensar hanımlarından Hazret-i Nevle (Nuveyle) bint-i Eslem şöyle diyor:
–Biz hanımlar, erkeklerin de olduğu Benî Hârise Mescidi’nde Beytü’l-Makdis’e doğru yönelerek öğle veya ikindi namazını kılarken, ikinci secdede bize bir zât gelip Rasûlullâh’ın namaz esnasında Beytü’l-Makdis’den, Beytü’l-Harâm’a döndüğünü haber verince, biz de hemen ona itaat ederek Kâbe’ye döndük. Erkekler kadınların yerine, kadınlar da erkeklerin yerine geçti ve Beytü’l-Makdis’e yönelerek kılmakta olduğumuz o namazımızı, Beytü’l-Harâm’a yönelip tamamladık.15
Yüce Allah, böyle hükmetti; Rasûlullah ve ashâbı da böyle amel ettiler.
Peygamber Efendimiz, her şeyde örneğimiz olmalıdır.
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-
__________________
1 el-Bakara Sûresi, 2/152.
2 Buhârî, Salât, 31, Tefsîr, 18; Müslim, Mesâcid, 11-12.
3 Mukātil bin Süleymân, et-Tefsîru’l-Kebîr, c. 1, s. 144-145; Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli’l-Kur’ân, c. 1, s. 399-400, c. 2, s. 5-9; Fahreddin er-Râzî, Tefsîru Garîbi’l-Kur’âni’l-Azîm, c. 4, s. 18, 93.
4 بشر بن البراء Bişr bin el-Berâ bin Ma’rûr el-Ensârî. Rasûlullah -aleyhisselâm-, sevgili ashâbını hem hasta zamanlarında ve hem de diğer zamanlarda ziyaret ederdi. Burada anlatılan hâdisede ziyaret ettiği hanım; Hazret-i Bişr’in sevgili annesi Hazret-i Huleyde bint-i Kays bin Sâbit adlı hanım sahâbedir.
5 Belâzürî, Ensâbü’l-Eşrâf, c. 1, s. 246; Yâkûbî, Târih, c. 2, s. 42; İbn-i Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 232; Diyarbekrî, Târîhu’l-Hamîs, c. 1, s. 368.
6 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 242; Kurtubî, el-Câmî li Ahkâmi’l-Kur’ân, c. 2, s. 148-149; İbn-i Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî bi Şerhi Sahîhu’l-Buhârî, c. 3, s. 60; Şâmî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, c. 3, s. 538.
7 Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, c. 2, s. 187.
8 Buhârî, Salât, 31.
9 Buhârî, Salât, 32, Tefsîr, 14, 16-17; Müslim, Mesâcid, 13.
10 عبّاد بن بشر Abbâd bin Bişr bin Vakş el-Ensârî (12/633). Hazret-i Abbâd hakkında ayrıntılı malûmat için, bakınız lütfen: Vâkıdî, el-Megazî, c. 2, s. 574; İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 3, s. 440-441; Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 3, s. 138, 190-191, 272; Buhârî, Şehâdât, 11; İbn-i Ebû Hâtim, el-Cerh ve’t-Ta‘dîl, c. 6, s. 77; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 3, s. 150-151; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, c. 1, s. 337-340; İbn-i Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, c. 2, s. 1263.
11 İbn-i Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, c. 1, s. 169; Şâmî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, c. 3, s. 538.
12 Mukātil bin Süleymân, et-Tefsîru’l-Kebîr, c. 1, s. 145; Fahreddin er-Râzî, Tefsîru Garîbi’l-Kur’âni’l-Azîm, c. 4, s. 104-105.
13 el-Bakara Sûresi, 2/150.
14 Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 3, s. 24; Buhârî, Salât, 28, 31-32, Tefsîr, 14, 16-18, Vudû, 14; Müslim, Fezâîlu’s-Sahâbe, 132, Mesâcid, 11-13, Tahâret, 57, 59-60, 62; Ebû Dâvûd, Salât, 22; İbn-i Mâce, Tahâret, 17-18; Mukātil bin Süleymân, Tefsîru Mukātil bin Süleymân, c, 1, s. 143-149; İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 439-440; İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c, s. 241-243; Taberî, Câmiu’l-Beyân, c. 1, s. 399-403, c. 2, s. 2-21; Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâî fî Tertîbi’ş-Şerâî, c. 1, s. 107-110, 117-121; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, c. 4, s. 18-19, 90-140, c. 27, s. 147-148; Kurtubî, el-Câmî li Ahkâmi’l-Kur’ân, c. 2, s. 79-83, 148-163, c. 8, s. 371; Nevevî, Şerhu Müslim, c. 5, s. 8-11; İbn-i Seyyidünnâs, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 363-372; İbn-i Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî, c. 1, s. 166-170, c. 3, s. 52-64, c. 17, s. 24-27; Şâmî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, c. 3, s. 537-544; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, c. 2, s. 185-193; İbn-i Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, c. 1, s. 427-436; Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR, Hak Dîni Kur’ân Dili, c. 1, s. 477, 521-540.
15 İbn-i Abdilberr, el-İstiâb fî Mârifeti’l-Ashâb, c. 4, s. 1919-1920; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 7, s. 284.