Hikmet ve Sırları Okuma Sanatı -3- HÂDİSÂTI ve ÂHİRETİ TEFEKKÜR

Osman Nûri TOPBAŞ

 

 

SABİT ve PERİYODU BİLİNEN İLİMLER

 

Cenâb-ı Hak; cihânın işleyişinde bazı hususları, sabit ve devamlı eylemiştir. Bazı işleyişleri şaşmaz bir periyoda bağlamıştır. 

 

Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

Güneş ve ay bir hesaba göre (hareket etmekte)dir.” (er-Rahmân, 5)

 

“Göğü Allah yükseltti ve mîzânı (dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın!” (er-Rahmân, 7-8)

 

İnsanoğlu asırlar boyunca müşâhede ve gayretleriyle, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği az bir ilimle; bu sabit bilgileri, fizik kanunları vb. şekilde tespit etmiş, bunlardan yararlanarak fen, teknik ve sanayi geliştirmiştir. 

 

Bu sabit esaslar husûsunda, ateistler bile tam bir itimat içindedir. Hiçbir münkir; “Oksijen düşerse bundan nefes alırım…” diye, yanında oksijen tüpüyle gezmez, böyle bir itimatsızlık sergilemez. 

 

Lâkin o ateist, büyük bir ahmaklık sergileyerek, bu kanunları kimin koyduğunu tefekkür etmez. Nimetlerden istifâde eder, fakat onları bahşedene kulluk etmemek için, inkâr ve nankörlük yolunu tutar. 

 

Diğer taraftan, Cenâb-ı Hak; cihânın işleyişinde bazı hususların ilmini, zamanlamasını ve periyodunu kendi ilminde mahfuz tutmuştur. 

 

Meselâ jeologlar depremlerin zamanının mevcut ilimler plânında asla önceden tahmin edilemeyeceğini bildiriyorlar. 

 

Her ne kadar meteoroloji, tahminlerde bulunmaya çalışsa da; yağmur, kar, dolu, fırtına ve sel gibi semâ hâdiseleri de insanlar tarafından tam tespit edilebilir bir periyoda göre işlemiyor. 

 

Zaten meteoroloji ancak, hedef güne 15 gün, bir hafta kala eldeki basınç ve benzeri bilgilerle tahminlerde bulunmaya başlayabiliyor. Onu da değişikliklere göre sürekli değiştirmesi gerekiyor. 

 

Demek ki;

 

Cenâb-ı Hakk’ın her ikisinde de bir murâdı var. 

 

Bilgisini ve periyodunu bize lutfettikleri sayesinde, ihtiyaçlarımızı görüyoruz. 

 

Meselâ;

 

Cenâb-ı Hak; demir, nikel, krom ve alüminyum gibi madenleri ihsân etmeseydi; buharlı gemi, tren, iş makineleri ve benzeri sanayi inşâ edilebilir miydi? 

 

Cenâb-ı Hak buyuruyor: 

 

“…Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır…” (el-Hadîd, 25) 

 

Bu madenler eritilip işlenebilir olmasaydı, birtakım fizik kanunlarına âmâde olmasalardı, yine bir medeniyet inşâsı mümkün olmazdı. 

 

Cenâb-ı Hak, yerin altında; kömür, petrol, doğalgaz gibi muazzam enerji depoları halk etti. İki asırdır yüz milyonlarca insan tarafından vasıtalarda, ısınmada ve sanayide kullanılıyor. 

 

Allah bu yakıtları vermemiş olsaydı, bir sanayi inşâ edilebilir miydi? 

 

Petrolü bir tefekkür edelim: 

 

Petrol terkîbinden sıvı akaryakıt ve gaz elde edildiği gibi, bunun yanında; orlon gibi giysi malzemesi, naylon, plâstik vb. nice malzeme temin ediliyor. 

 

Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

“O Rabbin ki, otlakları çıkardı, sonra da onları karamsı bir sel köpüğüne çevirdi.”
(el-A‘lâ, 4-5)

 

Bu âyetin tefsirinde Elmalılı Hamdi Efendi şöyle der:

 

“Cenâb-ı Hak önceleri otlak, yayla, bahçe ve ormanlardaki her türlü ağacı yetiştirdi ve daha sonra da bunları kapkara bir gübre ve kömür hâline getirdi.” (Elmalılı, VIII, 5747)

 

Jeoloji âlimleri, yeryüzünün ilk devirlerde geniş bir bitki örtüsü ile kaplı olduğunu söylemektedirler. O zamanın bugünküne nazaran daha sıcak ve bol yağışlı ikliminde yetişen dev cüsseli ağaçlar, yer hareketleri neticesinde toprağın altında kalmış ve fosilleşmiştir. Neticede bugünkü kömür yatakları teşekkül etmiştir.

 

Bu âyetin aynı zamanda petrolün meydana gelişine de işaret ettiği düşünülmektedir. Nitekim âyette bitkilerin siyahımsı ve koyu yeşil bir sel suyuna çevrildiği haber verilmektedir. Yıllardır yapılan ilmî araştırmalar neticesinde de petrolün, yerin tabakaları arasında bir dere gibi aktığı tespit edilmiştir. İşte âyet-i kerîmenin, kömür ve petrolün oluşumuyla birlikte, bilim dilinde «Petrol Göçü» denilen bu hâdiseye de işaret ettiği düşünülmektedir.

 

İnsan bunları bulacak, ilâhî azamete teşekkür edecek. Kulluk içinde yaşayacak. 

 

Allah ateşi lutfetmeseydi, yine bu yakıtları yakmak ve madenleri işlemek neredeyse imkânsız olurdu. 

 

Rabbimiz buyurur:

 

“Tutuşturmakta olduğunuz ateşi düşünmediniz mi? Onun (ateş yakmak için tutuşturduğunuz) ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan Biz miyiz? Biz onu bir ibret ve ısınmak için ateş yakacakların istifâde edeceği bir nimet kıldık.” (el-Vâkıa, 71-73)

 

Atmosferin bir tabakası olan İyonosfer, atmosferin iyonlardan yapılmış aynası gibidir. Telsiz ve radyo vericilerinin yerden fezâya yükselen elektromanyetik dalgaları bu aynaya çarpar, bir kısmı yansır ve tekrar dünya üzerine gönderilir. Yansıyan dalgalar dünyanın her köşesine ulaşır ve böylece her tarafta radyo ve telsiz yayınlarını rahatça takip etmek mümkün hâle gelir.

 

Cenâb-ı Hak İyonosfer tabakasını var etmemiş olsaydı, bugün titreşim ve manyetik dalgalarla ilerleyen cep telefonu vb. teknoloji mevcut olmayacaktı. 

 

PERİYODU BİLİNMEYEN İLİMLER

 

Gaybı ve şahâdeti bilen, sonsuz ilim sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Birkaç misal ile ifade ettiğimiz üzere; bütün insanlığın tarih boyunca biriktirebildiği bilgi, ancak Rabbimiz’in öğrettiği ve öğrenmemize müsaade ettiği bilgidir. 

 

Diğer taraftan, periyodunu bildirmediği ilimler ve oluşlar ise; bize her zaman Allâh’a sığınmamız gerektiğini, O’nun kudreti ve azameti karşısında çaresizce boyun bükmemiz îcâp ettiğini tâlim etmekte. 

 

Çünkü insan, kudret-i ilâhiyye karşısında her zaman bir abd-i âcizdir. 

 

Tıp ne kadar gelişirse gelişsin, ölüm hakikati ve zamanı ilm-i ilâhîde mahfuz… 

 

Farmakoloji ne kadar yeni ilâçlar ve tedaviler îcat ve îmâl ederse etsin, şifâ sırrı yine Allâh’ın müsaadesine bağlı. Yaşlanmayı durduracak bir ilâç yok… 

 

Mikrobiyoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, yok kadar bir virüs insanlığı âciz bırakıyor… 

 

Meteoroloji ne kadar tekniğini artırırsa artırsın; selleri, kuraklıkları tam vaktiyle tespit mümkün değil… 

 

Jeoloji nereye varırsa varsın, zelzeleleri vaktinden önce tespit etmekten âciz…

 

İnsan, ilimle her şeyi çözeceğini zannetti. Bilgisi, atoma ulaştı. Önce atomu en küçük birim zannediyordu. Sonra onun bir çekirdek ve etrafında dönen elektronlardan oluştuğunu idrâk edebildi. Sonra çekirdeğin de proton, nötron ve diğer parçacıklardan oluştuğu anlaşıldı. Daha sonra onların da kuarklardan meydana geldiği idrâk edildi. 

 

İnsanoğlunun öğrenebildiği şeyler; makro âlemde nasıl aklının ve zihninin hudutlarına varıp dayandıysa, mikro âlemde de aynı acziyet sınırlarına ulaşıp kaldı. 

 

Çünkü âyet-i kerîmede buyurulur:

 

“…Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” (el-İsrâ, 85) 

 

Allâh’ın ilmi ise, her şeyi ihâta eder:

 

“…Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık kitapta (levh-i mahfuzda) bulunmasın.”
(Yûnus, 61)

 

İnsana acziyetini hatırlatan bu hakikat karşısında, insanı bekleyen tefekkür:

 

HAYATI ve İSTİKBÂLİ TEFEKKÜR 

 

İnsan, mükemmel yaratılış ile hayata gelir. Uzuvları, bedenindeki sistemler, insanın bir dahli ve idaresi olmadan mükemmelen çalışır. 

 

Lâkin bu cihânın fânîlik sırrı sebebiyle; o muhteşem sanatla yaratılan beden, ölüme programlanmıştır. Âyet-i kerîmede buyurulur. 

 

“Kimin ömrünü uzatırsak, Biz onun gelişmesini tersine çeviririz. 

 

Hiç düşünmüyorlar mı? (Yolculuk nereye?) (Yâsîn, 68)

 

Yani doğumdan itibaren artarak devam eden tazelik, bedenî dinçlik, hâfıza kuvveti ve aklî olgunluk belirli bir yaştan itibaren duruyor ve tersine dönüyor. Yaşlılık, saçlarda ağarma, belde bükülme, dizlerde dermansızlık, gözlerin seçemez oluşu gibi fânîlik tezâhürleri birbirini takip ediyor. 

 

Bahar ve yazdan sonra, güz ve kış mevsiminin gelmesi gibi, ölüme doğru bir yolculuk en baştan plânlı… 

 

Demek ki;

 

Esas hayat burası değil!..

 

Esas hayat, âhiret!.. 

 

Gafil insan buna isyan hâlinde. Fânîliği kabullenmek istemiyor. Yaşlı kadınlar, makyajdan ve estetik ameliyatlardan medet umuyor. 

 

Hâlbuki, bu cihan üzerine doğru ve sıhhatli bir tefekkür sahibi olan mü’min, Rasûlullah Efendimiz’in;

 

“Lezzetleri kökünden kesen ölümü çokça anın.” (Tirmizî, Zühd, 4/2307) emrini yerine getirdiği için, bu yaşlılık emârelerini, âhireti hatırlatan bir yardımcı olarak görmekte. 

 

Ölüm; âhirete hazırlanan bir mü’min için, cennete giden yolun kapısı… Hak dostları, ölümü güzelleştirmek, Azrâil’e; «Hoş geldin!» diyebilmek yolunda gayret ettiler. Bunun yolu; fânî hayatı, Cenâb-ı Hakk’ın istediği şekilde yaşamak. 

 

Çünkü, hesap gününden en çok; hazırlıksızlar, müflisler korkar ve kaçar. 

 

Ecdâdımız tefekkür-i mevti hayata yaymak için, kabristanları şehrin içine inşâ ederdi. Cami bahçelerinde ve çevrelerinde hazîreler ve türbeler bulunur, cemaatin namaza gidip gelirken bu mezar taşlarına bakarak tefekkürlerini tazelemeleri arzu edilirdi. Mezar taşlarında;

 

هُوَ الْبَاق۪ي

 

 هُوَ الْخَلَّاقُ الْبَاق۪ي

 

«O’dur Bâkî!», «O’dur Yaratan ve Bâkî olan!» yazılırdı. 

 

Hakikaten; 

 

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları içinde ikisinin; bekā / sonsuzluk ve halk / yaratma vasıflarının, insanlarda tecellîsi yoktur. 

 

Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ

 

“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak.” (er-Rahmân, 26)

 

İnsanlar Cenâb-ı Hakk’ın verdiği malzemeyle ve O’nun sanatını taklit ederek birtakım mamuller îmal etseler de, hepsi bir mânâda montajdan ibarettir. Cenâb-ı Hakk’ın halk ettiği varlıkların hepsi eşsizdir. Canlılar ise, neslini devam ettirebilecek şekilde halk edilmişlerdir. 

 

Fert olarak ölüm tefekkürünün içtimâî karşılığı, toplumların âkıbetleridir. 

 

Fertler gibi, toplumlar da; 

 

•Ne ile âbâd olur? 

 

•Ne ile berbâd olur? 

 

Allâh’ı inkâr ve O’na isyan edenlerin, haramları çiğneyenlerin, ahlâkı ayaklar altına alanların, zâlimlerin âkıbetleri, maddeten ve mânen helâk oldu. 

 

İşte zamanında yeryüzünde kibirle dolaşan Firavun, Nemrut ve emsâlinin saraylarının enkazlarını köpekler şenlendiriyor. 

 

İngiltere’de British Museum’da ise firavuna ait olduğu belirtilen secde eder vaziyette bir mumya sergilenmekte… 

 

Ahlâksızlığın ve kibrin remzi olan Pompei şehri, mîlattan sonra 79 senesinde Vezüv Yanardağı’ndan gelen volkanik küller altında kaldı. Asırlar sonra birtakım tekniklerle, onların cesetleri alçı doldurularak, gün yüzüne çıkarıldı. Kimi ahlâksızlığına devam ederken, kimi kapılarda kaçacak yer ararken, iki büklüm yalvarırken, ölüme yakalandıkları görüldü. Her yıl bu ibret meşherini üç milyon ziyaretçi dolaşıyor. 

 

Demek ki;

 

İnsan, ölümün kendisine ne zaman ve nasıl geleceği üzerinde de tefekkür etmeli. Huzûr-ı ilâhîye hangi vaziyette gitmeyi arzu ediyorsa, o ahvalde yaşamalı. Ölümün ne zaman geleceği belli olmadığına göre, içinde ölümü karşılamak istemeyeceği çirkin ve gayr-i meşrû bir vaziyete hiçbir zaman girmemeli. 

 

İnsan, kabri tefekkür etmeli. 

 

Berzah âlemini geçireceği kabrin, yaşayacağı hayata göre; 

 

•Ya bir cennet bahçesi, 

 

•Ya bir cehennem çukuru olacağını unutmamalı. 

 

Ebedî hayatın da;

 

•Mü’min ve müttakîler için cennet ve Cemâlullah

 

•Münkirler için cehennem olacağını dâimâ kendisine hatırlatmalı. 

 

Mahşer yerine günah ve kul hakları yüküyle varan mü’minlerin ise, büyük sıkıntılarla karşılaşacağını hiç unutmamalı. 

 

ÖBÜR DÜNYA TEFEKKÜRÜ

 

Başta sahâbe-i kirâm efendilerimiz olmak üzere bütün Hak dostları, hayatı âhiret tefekkürüyle yaşarlardı. Nitekim Ebû Zer -radıyallâhu anh- şöyle buyuruyor:

 

“Vallâhi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âhirete irtihâl ederken bizi öyle bir hâlde bırakmıştı ki; bir kuş gökte kanat çırpsa, onun bu hareketi bize Rasûlullâh’ın bir hadîsini hatırlatırdı…” (Ahmed, V, 153, 162; Heysemî, VIII, 263)

 

Tâbiîn neslinin büyük şahsiyetlerinden Ebû Vâil -rahmetullâhi aleyh-’in anlattığı şu hâdise de pek ibretlidir:

 

Abdullah bin Mes‘ûd -radıyallâhu anh- ile yola çıktık. Yanımızda Rebî bin Haysem -rahmetullâhi aleyh- de vardı. Bir demircinin yanından geçiyorduk. Abdullah -radıyallâhu anh- durup ateşin içindeki demire bakmaya başladı. Rebî de ateşe baktı ve yere düşecek gibi oldu. Sonra Abdullah oradan ayrıldı. Fırat sahilinde bir fırının önüne geldik. Abdullah -radıyallâhu anh- fırının içindeki ateşin alev alev yandığını görünce;

 

Cehennem ateşi uzak bir mesafeden onları görünce, onun öfkelenişini (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak cehennemin daracık bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler.” (el-Furkān, 12-13) âyet-i kerîmesini okudu.

 

Bunun üzerine Rebî -rahmetullâhi aleyh- bayıldı. Onu taşıyarak ailesine götürdük. Abdullah -radıyallâhu anh- öğleye kadar başında bekledi ama Rebî ayılmadı. Akşama kadar bekledi de Rebî nihayet ayılabildi…” (Ebû Ubeyd, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 23)

 

Cenâb-ı Hak, biz kullarını, birçok âyet-i kerîmede; kabri, kıyâmeti, dirilişi, hesabı, Sırât’ı, cennet ve cehennemi tefekkür etmeye davet ediyor, âhireti asla unutmamayı emrediyor. İlâhî bir tâlimat olarak buyuruyor:

 

“Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?” (Muhammed, 24)

 

Kur’ân-ı Kerîm’in bilhassa son üç cüzünde, ekseriyetle kıyâmet ve âhiretten haberler veriliyor. Yeryüzünün ne olacağı, gökyüzünün ne hâle geleceği, dağların hallaç pamuğu gibi savrulup denizlerin kaynatılacağı, semâvâtın bir tomar kâğıt gibi dürüleceği, insanların o günün dehşetinden ne hâle geleceği bildiriliyor.

 

Şu kıssa, insanın her karşılaştığı hâdisenin âhiret ile irtibatını kurmasına güzel bir misaldir:

 

Halîfe Hârun Reşid hamama gitmişti. Hamamcı, herhangi bir kasıt olmaksızın yanlışlıkla kaynar sudan döktü. Bunun üzerine Hârun Reşid, haşlanan vücudunun şiddetli ızdırapları içinde dışarı çıkarak binlerce sadaka dağıttı ve şöyle dedi:

 

“–Bugün hamamın suyuna tahammül edemiyorum. Kıyâmet günü nâr-ı cahîme gönderirlerse hâlim nice olur!..” 

 

GERÇEK TEFEKKÜR

 

Tefekkür, aklın ve gönlün ameliyesidir. 

 

Günümüzde maalesef yüksek tahsil; akademi adı altında birkaç münkir sözde filozofun süflî ve nefsânî hevâları; felsefe, psikoloji ve antropoloji adı altında insanlara okutuluyor. Bu bir akıl israfıdır. 

 

Tarihte bu filozofların felsefeleriyle âbâd olmuş ne bir fert ne bir toplum vardır. 

 

İnsanlık tarihi incelenirse, ilmî inkişafların dahî peygamberlerin rehberliğinde ilerlediğine şâhit olunur. 

 

•Ziraatte Hazret-i Âdem

 

•Terzilikte Hazret-i İdris

 

•Gemicilikte Hazret-i Nuh

 

•Demirin işlenmesinde Hazret-i Dâvud

 

•Tıbba işaret eden mûcizeleriyle Hazret-i İsa bu hakikatin misallerindendir. 

 

Bugünkü teknik ve fennin, asırlar boyunca adım adım terakkîsinde de, müslümanların büyük payları vardır. Hârizmîler, Câbirler, Cezerîler ve Bîrûnîlerin ilim tarihine muazzam katkıları, kasıtlı olarak gölgede bırakılmaktadır. 

 

Esas felsefe, hakikî hikmet ve gerçek tefekkür, Cenâb-ı Hakk’ın öğrettiği sonsuz ve ilâhî hikmetlerdir. Esas kültür Kur’ân’dır. Gerçek medeniyet Rasûlullah Efendimiz’in medeniyetidir. 

 

Gerçek tahsil; zihne bilgi depolamak ve bundan maddî menfaatler elde etmek yahut bilgiç bir şekilde arz-ı endâm etmek değildir. Bu ancak, kendisinden Allâh’a sığınılacak faydasız ilimdir. 

 

Gerçek tahsil, bir başka ifadeyle ilm-i nâfi / faydalı ilim; zihinle beraber kalbin de tefekküre dâhil olduğu, bilginin gönülde hazmedilerek irfâna dönüştüğü tahsildir. 

 

Gerçek tahsil, ilâhî vahyi kalple buluşturabilmektir. Peygamberler dâimâ bu hakikati gerçekleştirmiş ve böylece toplumlarına dünyada huzur ve saâdeti tattırmışlar, âhiretlerini de âbâd eylemişlerdir. 

 

Çünkü vahiy ile kalplerini buluşturanlar; 

 

•Hevâ ve heveslerini bertaraf ederler, 

 

•Rûhânî istîdatlarını inkişâf ettirirler, bu şekilde;

 

•Ham insandan yani nefs-i levvâmeden nefs-i mutmainneye vâsıl olurlar. Bu kulluk kıvâmına nâil olanlar, Cenâb-ı Hakk’a dostlukta mesafe almış bahtiyar kullardır. Onlar dünyada huzuru yaşarlar, âhirette de korku ve hüzünden âzâde olurlar. 

 

Cenâb-ı Hak; bizlere, ilâhî azamet tecellîlerini, ilâhî kudret akışlarını ve ilâhî kudret nakışlarını tefekkür ettirecek, böylece nefs-i mutmainneye ulaştıracak hakikî bir kulluk ihsân eylesin. 

 

Âmîn!..