MUSALLÂ TAŞI

Dr. Halis Ç. DEMİRCAN cetindemircan2@hotmail.com.tr

 

 

Sensiz geçen zamanı, belli yaşamamışım,

Sensizlik bir kuyuymuş, onu aşamamışım.

 

Bir yol buldum öteye, geçerek gözlerinden,

İşte yeni bir dünya, Peygamber sözlerinden.

 

Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm!

Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm! (Erdem BAYAZIT)

 

Üniversite yıllarıydı… 

 

Arkadaşlarla hafta sonları şehir dışına geziler düzenliyor, hafta içi ise okuldan arta kalan zamanlarımızda Rumeli Hisarı’ndaki Ali Dayı’nın çay bahçesinde oturuyorduk.

 

Ali Dayı’nın çay bahçesi oldukça mütevâzı bir yerdi, ismi ise neydi hâlâ hatırlamıyorum. Biz orayı «Ali Dayı’nın Yeri» olarak biliyorduk.

 

Ali Dayı; uzunca boylu, hafif göbekli, esmer, 70’li yaşlarda, hep gülümseyen, hiç kızdığını görmediğimiz tatlı bir ihtiyardı. Yumuşak ve kendine özgü ses tonuyla daima; “Kuzummm!” ya da; “Kuzularımmm!” diyerek bizlerle konuşurdu. 

 

Çay bahçesinde genellikle kitap okunurdu. Oturan herkesin elinde, mutlaka bir kitap olurdu. Zaman zaman, okunan kitaplar tartışılır ve değiştirilirdi.

 

Çay bahçesinin müdâvimleri ise; öğrencilerin yanı sıra gazeteciler, tiyatrocular, müzisyenlerdi. Hattâ o dönemde daha yıldızı yeni parlayan yönetmen Derviş ZAİM de zaman zaman çay bahçesine gelirdi. 

 

Arada Ali Dayı elindeki tepsiyle masalara yanaşır, kendine özgü sesiyle; 

 

“–Buyurun kuzularım!” diye çay dağıtırdı.

 

Öğle yemeğini orada yiyeceksek, mutlaka çay bahçesinin hemen bitişiğindeki, Hacı Kemalettin Camii’nin önündeki küçük esnaf lokantası olan Bahri Dayı’nın yerine giderdik. 

 

Bahri Dayı da 80’li yaşlara merdiven dayamış, beli bükülmüş olmasına rağmen hâlâ çalışan, çabalayan bir ihtiyardı.

 

Küçücük lokantasının önünde iki tane masası, masaların karşısında da caminin musallâ taşı vardı.

 

Yemek yerken musallâ taşı âdeta ibret-i âlem olsun diye karşınızda dururdu.

 

Musallâ taşının üzerinde de daha sonra Ali Dayı’dan öğrendiğim kadarıyla bir âyet-i kerîme yazılıydı. Bu âyet-i kerîmeler zaman zaman değişiyordu. Artık Bahri Dayı tarafından mı yoksa caminin imamı tarafından mı bilmiyorum.

 

Musallâ taşının üzerinde bir gün, beni çok etkileyen o âyet-i kerîmeyi gördüm:

 

“Ah, keşke ölüm her şeyi bitirmiş olsaydı.” (el-Hâkka, 27) 

 

Ertesi gün çay bahçesine erken gitmiştim, bahçede bir-iki kişi vardı. Yalnız oturuyorken Ali Dayı yanıma gelip oturdu:

 

“–Nasılsın kuzummm iyi misin?” 

 

“–Hamdolsun iyiyim Dayı, sana bir şey soracaktım, hazır kimse yokken…” dedim.

 

“–Buyur kuzum!” dedi.

 

“–Şu Bahri Dayı’nın lokantasının önündeki musallâ taşının üzerindeki yazının mânâsı nedir?”

 

“–Kuzum o âyet-i kerîmedir, Hâkka Sûresi’nin 27’nci âyetidir. Bu âyet-i kerîmede şöyle buyurulur;

 

«O gün, yani ölümden sonraki sorgu günü, cehennemliklere amel defterleri sol taraflarından verilir. Defterini sol tarafından alan bedbaht, hasret ve pişmanlıkla yanar;

 

‘Keşke!.. Keşke!..’ diyerek ah eder, inler. 

 

Defteri kendisine hiç verilmemiş, hesabını hiç bilmemiş olmak ister. Ölümle her şeyin bitmiş olmasını temennî eder. 

 

‘Keşke ilk ölüm işi bitirip, her şeyi kesip atsaydı da, beni bu felâketten kurtarsaydı.’ der.

 

Hattâ dünyadayken hiç istemediği, hep kaçtığı ölümü ister hâle gelir. 

 

‘Keşke şu an mümkün olsa da ölüp bu belâlardan, felâketlerden, azaplardan kurtulsam…’ diye arzu eder. Fakat artık bir daha ölmek yoktur. Onun için, işe yarar bir hayat da yoktur. Sadece hasret, pişmanlık, feryâd ü figān vardır. 

 

Ömrünü uğrunda tükettiği malının, kendine hiçbir fayda vermediğini; güvendiği, böbürlendiği, başkalarına zulüm aracı olarak kullandığı saltanatının, servet ve zenginliğinin, yok olduğunu görür. ‘Eyvah!’ diye feryat eder. 

 

Tutunduğu delil ve tutamakların artık hiçbir işe yaramadığını anlar. Felâketler içinde yoksul ve çaresiz kaldığına yanar yakılır. 

 

İşte dünya saltanatına güvenip de hesabını yanlış yapan, başkalarına zulmettiği hâlde bir gün bunun cezasını çekmeyeceğini sanan, gaflet içinde azgınlık ve haksızlıklara devam eden mal ve saltanat sahiplerinin âkıbeti böyle olacaktır*

 

Yâ kuzum, yemek yerken gördüğün o bir satır neler neler anlatıyor bizlere…

 

Şimdi sana bir ödev verelim kuzum!” dedi. Çay ocağından Kur’ân-ı Kerim meâlini getirip bana verdi;

 

“–Şu âyetin mânâsını bir okuyalım bakalım.” deyip meâli açtı ve Mülk Sûresi’nin ikinci âyetini okudu:

 

«O ki, hanginizin daha güzel işler yapacağını denemek için, ölümü ve hayatı yarattı. Kudreti daima üstün gelen ve günahları çok bağışlayan yalnız O’dur.» 

 

Bu âyetin mânâsını da sen oku bakalım, ne diyor bize Kur’ân-ı Azîmüşşân?” deyip kitabı bana verdi ve;

 

“–Ne mutlu onu anlayıp ona riâyet edenlere, sen sen ol, onun izinden ayrılma e mi kuzum?” dedi ve gitti.

 

Aslında Kur’ân-ı Kerim okumasını biliyordum, ancak meâlini okuma zamanı da gelmişti artık.

 

O âyetin mânâsı, bu âyetin mânâsı… derken Kur’ân meâlini okumuş, bitirmiş hayran olmuştum. 

 

Ali Dayı’nın ödevi vermekteki maksadının da bu olduğunu, meâli bitirince anladım. 

 

Yaşıyorsa Allah sağlıklı ve huzurlu uzun ömür versin, vefat ettiyse Allah rahmet eylesin. 

 

_____________________

 

* Âyetin tefsirinde Prof. Dr. Ömer ÇELİK’in yazısından faydalanılmıştır.