HAKKIN TEVZÎİ

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

 

 

–Bu benim hakkım, senin değil!

 

–Hayır, asıl senin hakkın değil, benim bu!

 

–Yahu benim hakkımı nasıl görmezden gelirsin?

 

–Bu dediğini sen yapıyorsun hâlbuki. 

 

–Haklarımdan ölürüm de vazgeçmem!

 

–Sen vazgeçmezsin de ben enayi miyim? Ben de ölsem bile vazgeçmem!

 

Bu şekil yaklaşımlar ve tıkanmalar yüzünden haklar etrafında gün geçtikçe hayâtî problemler artıyor ve çözüleceği yerde daha düğümlü hâle geliyor.

 

Şu an insanlığın en mühim meselelerinden biri de bu:

 

Hakkın tevzîi.

 

Hakların yerli yerince paylaştırılması.

 

Herkesin hakka riâyet etmesi.

 

Bunda herkes hemfikir. 

 

Fakat;

 

Hak nedir? Neler haktır, neler hak değildir?

 

İşte bu noktada ne yazık ki herkes tezat ve ayrılığa düşüyor. Şu âhirzamanın belki en büyük sıkıntısı ve tuzağı: Hakları, her ne kadar iki taraflı deseler de gerçekte tek taraflı bir şekilde ve kendi kendine oluşturmak için uslanmaz bir boğuşma. 

 

Bilhassa inanç, fikir, medeniyet, aile ve toplum hususlarında dünya çapında söz sahibi görünenler, kendi tarafında her türlü hak olsun, diğer tarafta hiçbir hak olmasın noktasında duruyor. Göze çarpmasın diye de bunu örtbas etmek için türlü türlü felsefeler, fikirler ve akımlar üretiyorlar.

 

İki asırdır güya inançlara saygı ve hürriyette İslâm âlemini bile kendisine hayran bırakmayı politika edinmiş olan batının bâtıl medeniyeti, bir bakıyorsunuz viraj mevzularda birdenbire çark ediyor ve batık bir tavır sergiliyor. Allâh’ın insanlığa gönderdiği son kitâbı olan Kur’ân-ı Kerîm’i yakan ve müslüman milletleri inanç üzerinden provoke etmeye kalkışan haksızları «hürriyet» nâmına koruyor, fakat buna karşı çıkmakta baştan sona haklı olan îmanlı duruşları da yine «hürriyet» nâmına engellemeye çalışıyor. 

 

Zaten bu usûl ve üslûp, dünden beri çok ustaca oynanan bir manevra ve metot.

 

Şu var ki;

 

Kur’ân’ı yaktıklarını görüyoruz. Fakat içimizde yakıp yıktıklarını görmüyoruz. Eğer içimizde yakıp yıktıkları olmasa, dışımızda Kur’ân’ı da yakmaları mümkün olmazdı. Şanlı mâzîmizde olmadığı gibi.

 

Önce kendimize gelmeli:

 

Milleti millet yapan nice köklü doğrularımızı, fazîletlerimizi ve hak îmânımızın ölümsüz güzelliklerini, nasıl oluyor da fırsatçı bahanelerle bize bile çirkin gösterebiliyorlar? Nasıl oluyor da o müstesnâ haklarımıza, her türlü nefretin en âlâsını bizim elimizle bile dökebiliyorlar? Nasıl oluyor da kendilerinin haksızlıkla dolu pis nefretlerini normal ve haklı gösterebiliyorlar? Hem de ulu orta. Daha dün elinde tesbih, kafasında takke olanlara hiçbir sebep olmadan linç edercesine nice nefretler yağdırıyorlardı. O nefretlerin hepsi de nice yelpazelerde çok normaldi sanki. Hâlâ aynı nefreti, başı örtülü kimselere kusanlar yine var. 

 

Fakat iş;

 

Hakikat erbâbının doğruları ve haklılıkları ifade etmesine geldi mi, anormallik okuyorlar. Onlara göre oluşan çarpık algıda, ne yazık ki şahsiyetli ağızların düzelsin diye bazı yanlışları dile getirmesi bile, anormal, hattâ nefret suçu. Onlara göre günahı eleştirip de ondan uzak durmayı tavsiye etmek de, nefret suçu. Gerçek nefret suçları, elbette nefret suçu olarak muamele görsün. Lâkin kelime karmaşası oluşturup da şeytana lânet etmek de neredeyse nefret suçuna dönüştürülecek. Buna mukabil insan şahsiyetini meleklerden üstün kılacak özelliklere büründürmek keyfiyetine ise, her türlü nefreti boca etmek sanki onlar için bir hak.

 

Hangi hakla?

 

Kim belirliyor bu hakkı?

 

Meseleyi kim bulandırıyor?

 

Kendine yontunca memnun, diğerine verilince mel‘un kesilen bir bakış açısı, akıl ve mantık mı? Hak ve adâlet mi?

 

Bitmeyen mîras kavgaları niye var? 

 

Aileleri darmadağın eden problemler neden var? 

 

Şundan:

 

Karşılıklı ulvî hakları, bu çağın acımasız fırsatçılıklarına göre bazen iki taraf da kendine yontuyor. İki taraf da gasp ettiklerini ne gariptir ki, kazanılmış haklar olarak görüyor. Yahu gasp edilen bir hak, nasıl kazanılmış olabilir? Bir hırsız; çaldığı bir malı, nihayetinde eline geçirmiş olmasına yaslanarak artık kendi hakkı ve kendi kazancı zannedebilir mi? Çalma esnasında sanki canını ortaya koyup da o kadar uğraştı diye; hırsızlık malı artık o hırsızın normal bir hakkıdır, denilebilir mi? Sanki denirmiş gibi meselâ tek bir yuvada çift başlılık oluşturuluyor ve iki taraf da kendince;

 

–Haklarımı ne kadar genişletebilirsem o kadar mutlu olurum, diyor.

 

–Haklarımı artırabildiğim kadar kendimi korur ve rahat ederim, diyor. 

 

Olmayan hakları genişletmek ve artırmak. Açıkçası, çalmak. Aslında aklı da kalbi de, kendinden başkasına kör eden bir bencillik, ahmaklık, vicdansızlık ve karakter ârızaları bunlar. Hiçbiri çare değil, hepsi de, en tabiî hakkı bile türlü yorumlarla haksızlığa çıkaran gafletler.

 

Hâlbuki bir çarenin özü, hakkın ancak fazîletlerle, muhabbetlerle ve hürmetlerle tevzî edilmesi. O vakit herkesin en kıymetli nasîbi, iki cihanda da bahtiyarlık ve mutluluk olur. Yoksa her ortamda cirit atan düşmanca plânlar, tıkır tıkır işler. Haklar, müthiş bir dengesizliğin girdabında mahvolur.

 

Kör olmamalı;

 

Bizim medeniyetimizdeki haklar, öyle dengelidir ki, maddeten harabe hâlindeki yuvaları bile cennet sarayları gibi huzur ve saâdet hânesine dönüştürebilmektedir. Fakat o denge bozulunca ne huzur kalıyor ne saâdet. Sadece 2022 yılında 180.954 çiftin boşanmış olması, bu husustaki sancıları anlamaya yetmez mi?

 

Tam anlayabilirsek;

 

Bugün, İslâm’ın «kul hakkı» hassâsiyetine sımsıkı sarılma günü. Anneler-babalar ve evlâtlar, hocalar ve talebeler, işçiler ve işverenler, hepsi için gün, gerçek ve asıl haklara sarılma günü. 

 

Asıl haklar ne? 

 

İçi görünmeyen fakat içi de dışı da harman eden tüm fikir trafiklerinde, duygu trafiklerinde, inanç trafiklerinde, davranış trafiklerinde, ticaret ve siyaset trafiklerinde; ev, okul, iş yeri, cadde, sokak ve otoban trafiklerinde olması gereken asıl haklar ne? O hakları netleştiren haramlar ve helâller ne?

 

İşte bunları;

 

Şayet Hakk’a göre hakkıyla öğrenir, bilir ve hakkınca yaşarsak, Allah katında bize; «Ne güzel kul!» berâtı verilir. Bu da, iki dünyada bizi sonsuz rahmetle buluşturan selâmet reçetemiz olur. 

 

Yâ Rab,

 

Nasîb et!

 

Âmîn!..