GÜLÜN HASRETİYLE…

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

Ebû Hüreyre Abdurrahman bin Sahr ed-Devsî -radıyallâhu anh-, Yemen’de doğdu. Hicretten sonra müslüman oldu. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in duâsı vesilesiyle kuvvetli bir hâfızaya sahipti. Bin beş yüzden fazla hadîs-i şerif rivâyet etti. Bu sayı mükerrer kayıtlarla beş bini geçer. Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın 678 yılında vefât ettiği rivâyet edilmektedir. Kabri, Cennetü’l-Bakî‘dedir.

 

*

 

Tâbiîn muhaddislerinden Mısırlı Şüfey‘ el-Asbahî bir gün Medine’ye geldi. Mescidde cemaatin bir adamın etrafında toplandığını gördü;

 

“–Kim bu zât?” diye sordu.

 

“–Ebû Hüreyre.” dediler. Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- halka hadis rivâyet ediyordu. Şüfey‘ ona yaklaştı ve önüne oturdu. Ebû Hüreyre konuşmasını bitirince cemaat kalkıp gitti. O zaman Şüfey‘ ona;

 

“–Allah aşkına, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den duyduğun ve iyice öğrendiğin bir hadîsi bana rivâyet et!” dedi. 

 

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- da ona;

 

“–Tamam. Rasûlullah -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem-’in bana öğrettiği, benim de iyice öğrendiğim bir hadîsi sana rivâyet edeceğim.” dedi. Sonra derin bir nefes aldı. Ancak Fahr-i Kâinât Efendimiz’e duyduğu hasret sebebiyle kendinden geçti. Az sonra kendine geldi ve Şüfey’e;

 

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in burada, yanımızda hiç kimse yokken bana söylediği bir hadîsi sana rivâyet edeceğim.” dedi ve tekrar kendinden geçti. Biraz sonra kendine geldi. Eliyle yüzünü sildi. O hadîsi rivâyet edeceğine dair biraz önce söylediği sözü tekrar etti. Ancak yine bayıldı. Sonra kendine geldi. Aynı sözü bir daha söyledi. Bu defa daha ağır bir şekilde bayıldı hattâ yere kapandı. Onu kaldırıp Şüfey‘e yasladılar. Epeyce bir zaman sonra kendine geldi ve hadîs-i şerîfi rivâyet etti. (Prof. Dr. M. Yaşar KANDEMİR, 111 Kudsî Hadis, s. 74)

ÖTEN FAKAT AVLANAMAYAN KEKLİK

 

Osmanlı tarihinde mühim bir yer tutan Köprülülerin ilk ve en büyük sîmâsı olan Köprülü Mehmed Paşa, 1575’te Arnavutluk’ta doğdu. Devşirilip Enderun’a getirildi. Muhtelif hizmetlerde Hüsrev Ağa’nın terbiyesinde yetişti. Allâh’ın rızâsından ayrılmazdı. Sadrazamlığa gelir gelmez âsîler için kınından çıkardığı keskin ve uzun kılıcı, ülkede bozulan düzeni yeniden tesis etti. Devleti Osmanlı topraklarında hâkim kıldı.

 

Köprülü Mehmed Paşa, 31 Ekim 1661’de vefât etti. Kabri, İstanbul/Dîvanyolu’ndadır. 

 

*

 

Ferdî silâhlanma bugün olduğu gibi geçmişte de fert ve toplumların düzen ve âsâyişini bozmaya imkân sağlaması bakımından tehlike arz ediyordu. 

 

Abaza Hasan Paşa isyanını bastıran Köprülü Mehmed Paşa, ikinci bir hamle olarak İsmail Paşa’yı Anadolu’ya teftişe gönderdi. Kalan âsîleri bertaraf etmesini, bunun yanında bütün tüfekleri toplamasını emretti. Kendisine verilen kuvvetlerle Bursa’dan yola çıkan İsmail Paşa, Anadolu’yu dolaşmaya başladı. Rastladığı âsîlerin hakkından geldi. Halkın elinde bulunan bütün silâhları topladı ve Anadolu’da sükûneti sağladı. Paşa’nın topladığı silâh sayısının 80 bin civarında olduğu ifade edilmektedir. Hattâ ava ve avcılığa meraklı halk bu duruma içerlemiş, dağ başında öten bir kekliğin sesini duyan bir köylü;

 

“–Öt gidinin kekliği öt!.. İsmail Paşa gibi arkan var, bizde tüfenk komadı.” diyerek tüfeği olmadığı için kekliği avlayamamaktan yakınmıştı. (Nâimâ Tarihi, VI/405)

KÜTÜPHÂNE DOĞUMHÂNE OLDU

 

İmam Süyûtî, 3 Ekim 1445’te Kahire’de doğdu. Annesinin Türk veya Çerkez asıllı bir câriye olduğu belirtilir. Babası vefât edince altı yaşında yetim kaldı. Aile büyükleri tarafından himaye edildi ve dînî ilimler tahsil etti. Sekizinde hâfız oldu, on yedisinde kitap te’lif etti, on sekizinde ders vermeye başladı. Tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinde derinleşti. İmam Süyûtî, 18 Ekim 1505 tarihinde vefât etti. Kabri, Kahire’dedir.

 

*

 

İmam Süyûtî’ye «İbnü’l-Kütüb» yani «Kitapların Oğlu» denirdi. Zira ilim ehli olan babası bir gün mütalâa etmek üzere hanımından bir kitap isteyince, hanımı kütüphâneden kitabı getirmeye gitti. Kitapların arasında iken sancısı başladı ve İmam Süyûtî’yi bu kütüphânede doğurdu. (Kâmil ÇAKIN, «Celâleddin es-Süyûtî», Dînî Araştırmalar Dergisi, Ankara, 2001, c. 4, s. 10, 7-8) 

NURETTİN TOPÇU’NUN ÎMAN SELÂMETİ

 

Sırrı TÜZEER anlatır:

 

Nurettin TOPÇU; tahsilini tamamlayıp Fransa’dan gelince beni aradı, buldu. Bunalımdaydı, kafasında bir sürü problemleri vardı, bedbindi (karamsardı). Ona; 

 

«–Bizde bir hoca var, onu tanıyınca problemlerini çözersin.» dedim. 

 

«–Böyle birisi var mıdır?» dedi. Abdülaziz (Bekkine) Efendi’den bahsettim. 

 

Önceden Abdülaziz Efendi’ye gidip birini getireceğimi söylemiştim. Hoca Efendi; 

 

«–Oğlum, kâfiri getir, kibirliyi getirme!» dedi. 

 

Ben de; 

 

«–Bu öyle değil, Avrupa’da altı sene felsefe okumuş…» deyince; 

 

«–Öyleyse getir!» dedi. 

 

Yolda Abdülaziz Efendi hakkında mütemâdiyen soruyordu. «Nerelidir, tahsili nedir?» gibi… Abdülaziz Efendi’nin Çivicizâde Camii’nin yanındaki evine gittik. İkinci katta bir odası vardı, bizi oraya aldı. «Siz oturun.» dedi ve gitti. Biraz sonra kapıyı tıklattı. Açtım, elinde bir tepsi içinde; patates yemeği, tahin helvası, üç tahta kaşık, sürahi ve bir tane de bardak vardı. Hoca Efendi içeri girer girmez Nurettin’e; 

 

«–Oğlum biz Kazanlıyız. Kazan’dan pederle geldik. Mercan’da bir dükkân vardı. Ticaretle uğraştık ama zarar edip topu attık. Sonunda imam olduk.» dedi. Yemekten sonra sohbet başladı. Çay ve semaver geldi. Abdülaziz Efendi; 

 

«–Sen kaç sene okudun felsefede? Ne öğrendin? Başka bulamadın mı, bizde yok muydu?» diye sordu… Felsefe mevzularına girdiler. Gece saat üçe doğru kalktık. Hoca Efendi bizi kapıya kadar indirdi. Nurettin’e; 

 

«–Oğlum, bu kapı sana açık, ne zaman istersen gel!» dedi. Biraz ilerledikten sonra; 

 

«–Sırrı, acaba dönüp yine konuşsak mı?» dedi. Ben de;

 

«–Daha çok gelirsin. Yarını var. Hoca Efendi şimdi yatıp uyur.» dedim. Abdülaziz Efendi, o gece Topçu’nun kafasındaki karışık düşünceleri çıkarıp attı. Topçu bir gecede başka bir Nurettin oldu ve bu tarihten sonra Abdülaziz Efendi’ye bağlandı.”

 

Nurettin TOPÇU, Abdülaziz Efendi ile kendi arasındaki irtibatı şu şekilde ifade etmektedir: 

 

Hocam, beni şüphe çukurundan alıp, îmân irtifâlarına çıkardı. Geceleri saat bire, ikiye kadar oturur, uykusu gelen, meselesi olmayan veya problemi halledilenler gittikten sonra, saatlerce sohbet ederdik. Ben sorardım. O hep cevap verirdi. Şüphelerimi dağıtır, istifhamlarımı (sorularımı) çözer, sıkıntılarımı giderirdi. 

 

Şu kadar senelik tahsil, bu kadar senelik okuma ve araştırmalarımda, felsefede, ilimde, Avrupa’da bulamadıklarımı onda buldum. Bu sohbetlerimizin sonunda, kafamda hiçbir istifham (soru) kalmayınca izin alır kalkardım. Tam ayakkabılarımın birini giyip ikinciye sıra gelince kafama yeni bir soru takılırdı. «Geri dönsem rahatsız ederim.» diye düşünürdüm. Kalsam o sual, kafamdan çıkıncaya kadar, bana rahat vermez ve kolay kolay da çıkmazdı. Hocam, şeyhim, mürşidim bu hâlimi bilirdi. Beni tebessümle karşılar, bin kere dönüp gelsem, sanki yeni oturmuşuz gibi sohbete devam ederdi. Şüphelerimi gene dağıtır, suallerimi yine cevaplandırır, beni sükûnete kavuştururdu. 

 

Onu tanımasaydım Peygamber’i anlayamazdım.” (Mehmet Sırrı TÜZEER, «Nurettin TOPÇU», Nurettin TOPÇU’ya Armağan, s. 178-180; Emin IŞIK, «Nurettin Hoca ve Din Adamları», Nurettin TOPÇU’ya Armağan, s. 175; Ahmet N. Yüksel, «Mektep İnsan Nurettin TOPÇU», Hareket Dergisi, sa. 112 [Ocak-Şubat-Mart 1976] s. 74)